BBC’nin 4 Nisan 2012 tarihli haberine göre ATL (Association
of Teachers and Lecturers - Öğretmenler ve Öğretim Üyeleri Birliği) genel
sekreteri Dr. Mary Bousted, bazı orta sınıf ailelerin çocukları
karşısında el pençe divan durduğunu, onları küçük Buda’lar haline getirecek
kadar şımarttığını söylemiş. Bu şımarık çocukların sınıf düzenini nasıl
bozduğunu uzun uzun anlatmış. Dr. Bousted aileleri, çocuğa hayır diyecek
özgüveni geliştirmeleri konusunda da uyarmış.
Bizde de böyle mi? Bizim çocuklar da evdekilerin nazarında
“hazret” statüsünde mi? Ne istese yapılan, ne söylese, ne yapsa büyük marifet
addedilen zapturapta gelmez çocuklar mı yetiştiriyoruz?
Benim kuşağım için dehşet verici bu ifadeler, sanırım 21. yüzyıl
ailesi için sıradan hallere işaret ediyor. Bizler “eti senin kemiği benim”
denerek, kurbanlık koyun misali teslim edildik öğretmenlerimize. Arka planda
eğitimin bir tür savaşım olduğu ön kabulüyle söylenen bu klişe cümle o kadar
gerilerde kaldı ki… Burada bir emekliler kahvesi atmosferi yaratmak istemem ama
41 yaşında biri olarak kısa sayılabilecek bir zaman zarfında nelerin
değiştiğine de bakmadan geçemeyeceğim, doğrusu.
1970’lerde bebek veya çocuk olan bizlerin ev düzenindeki yerimiz
hep son sıradaydı. Kendi kıyafetimizi seçmemiz söz konusu bile değildi.
Kendimiz için alışverişe gidebilmemiz, ancak lise çağına geldiğimizde mümkün
olabilirdi. Ailemiz ne alırsa giyer, önümüze ne koyarlarsa yerdik. Okula ilkokul
2.-3. sınıftan itibaren genellikle kendi başımıza gider gelirdik. Okul yarım
gündü. Devlet okullarında okurduk. Özel okul nedir, bilmezdik. Uslu çocuklar
olmamız, söz dinlememiz gayet normal addedilirdi. Bir Anadolu veya Fen
lisesinin sınavını kazanana kadar pek bir iş başarmış sayılmazdık.
Lise son sınıftaki arkadaşlarımın hemen hepsi böyle yetişti ve muteber
üniversitelerin saygın bölümlerini kazandı. Üniversite sınavına girdiğim 1988
senesinde 1 buçuk milyonu aşkın aday arasından sıyrılıp bir yükseköğretim
programına yerleşmiş olmamız da, ailelerimiz tarafından sıradan addedildi. Sözün
özü, normaldik. Gayet normal.
BBC haberinde bahsedilen ultra şımarık çocuklar bizde kırsalda ya
da varoşta görülmüyor elbette. Oralarda başka sorunlar ve hayaller var. Ancak şehirli
orta sınıf ailelerimiz için çocuk, “en değerli varlık”. Onun iyi yetişmesi için
hiçbir “fedakârlıktan” kaçınılmıyor. Bu sırada çocuğun gelecekte bağımsız ve
güçlü bir birey olması için gerekli şeylerin yapıldığından bir an olsun şüphe edilmiyor,
bu uğurda çılgınca para harcanıyor.
Şehirli orta sınıf Türk ailesi, anne – babanın yoğun bir mesaiyle
ve evden saatlerce uzağa giderek çalıştığı, çocuğun önce bakıcı veya büyükanne
tarafından yetiştirildiği, sonra da yuvadan anaokuluna mümkün olan en uzun
süreli tam gün eğitim kurumuna verildiği bir düzen kurmuş durumda. Anne evde
olmayınca çocuğun sabah 7’den akşam 6’ya kadar süren uzun günü nerede ve ne
yaparak geçireceği önemli bir dert olarak çıkıyor ana babaların karşısına. Beş
– altı yaşlarına gelen çocuk, gün ışımadan servise bindiriliyor, evden kilometrelerce
uzaktaki okula gönderiliyor. İlköğretim ve lisede de durum değişmiyor: Yıllar,
okul servisleri ile okul sıraları arasında geçiyor. Her istediği alınan,
alınmaya çalışılan, amaçsız, hedefsiz, ne istediğini, kendisiyle ne yapacağını
bir türlü bilemeyen, kararsız ve yorgun bir sürü genç…
Sevgili kentli, orta sınıf ve öğrenci velisi arkadaşım.
Yılda 30 bin liraya yakın okul ücreti ödüyorsun. Bu rakama ders araç – gereci,
giyim, sosyal etkinlikler, teknolojik araç gereci de ekleyince ortaya çoğu için
servet sayılabilecek bir rakam çıkıyor. Doğru iş yaptığından emin misin? Amaç,
çocuğunun geçerli bir meslek sahibi, kendine yeten ve mutlu bir yetişkin olmasını
sağlamak, değil mi? Amaç sadece pahalı değil, gerçekten iyi bir eğitim almasını
sağlamak, değil mi? Şimdi dön ve çocuğuna tarafsız bir gözle bak. Ne
görüyorsun? Amaç yakın mı?
Descartes’in çok önemsediğim bir sözü tam da bu noktada
hatırlatılmayı hak ediyor: “Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan,
yaşamında bir kez olsun bütün şeyler hakkında şüphe et.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder