APTAL SANANLAR, APTALA YATANLAR.

Ünlü komedyen Charlie Chaplin ile aşk ilişkisi sona eren Zsa Zsa Gabor’a magazin gazetecileri sorar: Bay Chaplin ayrılığınızda sizin yüksek zekânızın etkili olduğunu ima ediyor, ne diyeceksiniz? Hollywood’un bir dönemki süper starı öyle bir cevap verir ki, unutmak ne mümkün: Gerçekten Bay Chaplin’in ima ettiği kadar zeki olsaydım onu aptal bir sarışın olduğuma ikna edebilirdim.

 

Uzun süredir bu aptala yatma ve karşısındakini aptal sanma halleri üzerine kafa yoruyorum. Kimler kimleri aptal sanıyor, aptal yerine koyuyor… Üstelik bunu bir an bile tereddüt etmeden, akıl almaz bir kendinden eminlikle yapıyor.

En yaygın olanı yoksulları aptal sanma takıntısı. Maaşla, yevmiyeyle yani emekle çalışıp varsıl olma ihtimali epeydir sıfırlanan yalnız ve güzel ülkemde, cebine hasbelkader üç beş milyon koymuş olanlar kendi döndürdüğü dolapları beceremediğine göre, kuş kadar maaşa talim eden ve yoksulluk içinde yaşayan herkesi kapasitesiz, akılsız, yetersiz zannediyor. Yardım derneklerine bakın, apaçık göreceksiniz. “Sen benim türkümü söyle, ben avcuna birkaç lokma koyarım” anlayışı her ideolojiden, her türden yardım ambalajının altından sırıtıyor.

Bana oy ver, elektriği olmayan köyüne buzdolabı indireyim…

Bana oy ver, sana ada gezisi yaptırayım…

Bana oy ver, kışlık kömürünü getireyim…

Bana oy ver, çocuğunun kırtasiye masrafını ödeyeyim…

Bana oy ver, evine bulgur makarna yığayım…

 

Halbuki yoksulluğun norm haline getirildiği bu toplumda yoksullar sadece hakkı yenmiş, derdest edilme korkusundan yahut efendilikten sesini çıkarmayan ve fakat gayet aklı başında, zeki ve çalışkan insanlar. Üstelik ahlâklılar. Zekâlarını başkasının hakkını gasp etmeye değil, işlerine güçlerine hasrediyorlar. Cebi dolu kalbi bomboşlar da yoksulsan aptalsın diye gerine gerine dolaşıyor. Bunlar bilmez, bunlar anlamaz, bunların evi küçük, bunlar çok çocuk yapar, bunlar şöyle giyinir, bunlar böyle yaşar… Birbirine zıt siyasi kesimler bile aslında birbirinin aynını yapıyor. Yoksulları aptal sayıp eziyor, lütfedip bir lokma verirse hükmedecek sanıyor.

 

Aptal sanma küstahlığının bir başka kurbanı şişmanlar. Yalnız bu sadece kadınlar üzerinde tatbik edilen bir zulüm çeşidi. Erkeklerin diledikleri kadar şişman, bakımsız, şekilsiz, kılıksız ve çirkin olma hakkı var. Ama kadınsan ve şişmansan bittin ki ne bittin. Bir defa idareci olamazsın. Hiç şişman patron olur mu? Yahut satış danışmanlığı, turizmcilik, bankacılık hatta hocalık gibi “prezantabl” görüntü gerektiren meslekleri aklından bile geçiremezsin. Kafan çalışsa o kadar yemezdin, böyle şişman olmazdın elbet…

Saygı görebilmek için kendini mütemadiyen aç bırakan sinirleri bozuk mağaza çalışanlarının, mesela pantolon soran kilolu müşteriyi “markamız 44 üstü çalışmıyor, büyük beden mağazalarına bakın” diye dükkândan püskürtüşüne tanık oldunuz mu hiç? Gözlerinize inanamazsınız. Satıcı sadece 50 kg. olduğu için dâhi, müşteri sadece 100 kg. olduğu için embesil yerine konur. Üstelik her ikisi de kadın ve her ikisi de ikna bu duruma. Şişman güzel olamaz, şişman zeki olamaz, şişmansa aptaldır, hastadır, yetersizdir, şişmansa muhakkak bir psikolojik sorunu vardır… Uzar gider. Kimsecikler “yahu yaratılış, genetik, tip diye bir şey var” demez. Şişmanlık suçunu (!) işlemiş, güruhun aksine damak zevkinden nasiplenmeyi seçmiş kadınları düşürüldükleri bu derin çukurdan çıkarabilecek tek şey vardır: Para! Kimse Güler Sabancı’dan 36 beden olmasını beklemez mesela. Zenginler şişman bile olsalar itibarı hak eder. Zekidirler çünkü. Nerden mi belli?  Cüzdanından elbet. Para zekânın tartışmasız kanıtıdır. Zenginde zarif beden de aranmaz yüksek ahlâk da… Nasıl olmuşsa olmuştur zengindir, bitti.

 

Tahsilsizler de aptal sanma hadsizliğinden nasipleniyor. Doğduğu köyde okul yokmuş, olanı da ateşe vermiş birileri, çifte çubuğa gidecek amele lazım demişler, “kız çocuk okursa evlenemez” demişler, ev işlerini, tarlayı tapanı küçücük bedenine yıkmak için kara önlüğü beyaz yakayı söküp almışlar… Kimse bunlara bakmaz. Uğradığın haksızlıklar hiçbir hesaba katılmaz. Tahsilin yoksa aptalsındır, o kadar. Yekten yok sayarlar seni. Covid vaka sayılarını saklarlar, enflasyon oranını saklarlar, işsizlik rakamlarını saklarlar, idolleştirdikleri isimlerin hatasını günahını saklarlar. Nasılsa senin aklın ermez, nasılsa anlamazsın. Bunca çok olup, böyle milyonlarca olup da bu kadar kolay aptal yerine konan başka kimse yoktur.

Adam oğluna 100 bin 200 bin okul parası ödemiştir ya, elbet onun evladı zekidir. Adam kızına dükkân açmış, iş kurmuştur ya, muhakkak başaracaktır güzel prensesi, hiçbir şüphesi yoktur. Sana yer silmek, klozet ovmak, yük taşımak düşer çünkü emindirler, aklın başka şeye ermez. Kimse çıkıp yahu ister misin orta – lise diploması almak, üç gün evi temizle bir gün de ders çalışalım beraber demez. Nasılsa başaramazsın. Atar tutarlar, fütursuz. Kimse düşünmez “salladım bir yalan ama yedi mi acaba” diye. Yiyeceksin elbet, ne de olsa aptalsın!

 

Netice? Bunca önyargı, bunca hak gaspı, bunca adaletsizlik, kibir ve küstahlık arasında kendini pek çok ama ne kadar desem o kadar çok akıllı sananlar, sinsi telefon dolandırıcıları tarafından yolunur, çiftlik bank ecinnisi parlak oğlan çocukları tarafından yolunur, bitcoin çakalları tarafından yolunur durur…

Oysa meritokrasi ne güzeldir, liyakat ne şerefli bir düzendir. Yapabilen kalsın, beceremeyen yallah gitsin. Sırf böyle doğdum, şöyle oldum, madem sen dezavantajlısın o halde tepene binmeliyim diyen, kendini bir halt sananlar yüzünden alavere dalavere içinde boğulacak hâle geldik. Karşısındakini aptal sayanlar yüzünden sığ kurnazlığa battık, el mecbur aptala – anlamaza yattık.

Neyse ki Gezi gençliğine şahit olduk, yeryüzü sofralarına diz kırdık da bir nebze umut buluyoruz bir yerlerde. Belki bir gün sahiden de giyimine, gelirine, cüssesine ve tahsiline bakmayı bırakır, birbirimizin sözüne – gözüne döneriz. O zaman ilk kez görüşmüş, tanışmış olacağız çünkü. 

"Bazen seni aptal yerine koyan aptal karşısında aptala yatmaktan başka çare yoktur." İngiliz atasözü 

"Bazen seni aptal yerine koyan aptal karşısında aptala yatmaktan başka çare yoktur."

İngiliz atasözü

AKIL İLE AHLAK ARASINDA: ÖTEKİ

Mevlana’nın meşhur sözüdür: Geçmişte akıllıydım, dünyayı değiştirmeye çalıştım. Şimdi bilge oldum, kendimi değiştirmeye çalışıyorum.

Ben bu sözden ‘dünyayla alakayı kes, kendine kapaklan, kişisel gelişim zırvalarına gömül’ anlamı çıkarmıyorum. Bana kalırsa büyük Rumî yahut bizdeki adıyla Mevlâna kendini değiştirmezsen dünyayı hiç değiştiremezsin demek istiyor. Diğer öğütlerinden de besbelli. Mesela “okyanusta bir damla değilsin, bir damla halindeki okyanusun ta kendisisin” sözünde, yine o bütüncül varoluşu işaret etmekte.

Şarkta ve garpta, yakın çağlarda ya da uzak geçmişlerde, neredeyse tüm büyük ve yüksek felsefî kavrayışlar insanı, hayatın görülen ve görülmeyen bütünlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak tasvir ediyor. Canlı cansız her şey, hepimiz, topyekûn tek bir varlığı oluşturuyoruz diyorlar. Dolayısıyla bireysel varlığımızı ehlileştirmeden dünyanın toplam varoluşunu da iyileştiremeyiz çıkarımına işaret ediyorlar. Bertolt Brecht, “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyor misal.

İçtenlikle katılıyorum bu fikre. Anlaşılmamış, tam aksi yönde inat edilmiş, nefes kadar kıymetli bir hayat felsefesi bu. Milenyumla iyice keskinleşen insan türünü önceleme ve yüceltme takıntısı, tüm dünyanın insan türü için olduğu zannı, çağımızın en büyük yanılgısı. Bu yanılgı yüzünden iklim krizine koşuyoruz mesela. Susuzluktan milyonlarcamız yerinden yurdundan olacak, sersefil kalacak, yakındır. Bu yüzden bütün diğer türleri tükete tükete gezegeni istila ettik ve şimdi doyuramayacağımız, koruyamayacağımız, en fenası insan edemeyeceğimiz sekiz buçuk milyar homo sapiens ile kalakalmış haldeyiz. Toprak yetmiyor, hava yetmiyor… Aç kalmamak için gıdanın genetiğiyle oynamayı akıl ediyoruz da doğanın yetişemeyeceği şiddetle üremekten kaçınmayı düşünemiyoruz nedense.

Bu kesif insan kalabalığı artık birbirini yok etme raddesine geldi. Herkes haklı. Son derece haklı üstelik. Kusur, ateşten gömlek gibi; kimse sırtına geçirmiyor. Herhangi kuyrukta öne geçmeye kalkıyor, kavgaya tutuşuyoruz. Trafikte hakkımı savunayım derken canından bile olabilirsin. İş o raddeye gelmeden kimse durup düşünmüyor, gerçekten haklı olmak için ne yaptım?

Ormanı kesemezsin, üstüne beton dökemezsin sözlerini, hakkının gasp edilmesi gibi algılıyor birileri. Allem kallem edip kitabına uyduruyor ve yeşilin, mavinin gözüne çirkin binalar dikiyor. İstilaya karşı itirazsız duran ağaçlar can taşıyor halbuki, hatta içinde milyonlarca başka canı barındırıyor. O canlar yaşamayı, katleden kadar hak etmiyor sanki. Oysa herkes biliyor, insanın yaşaması ağaca bağlı, suya bağlı, arıya böceğe çiçeğe bağlı. Yüzlerce yaşındaki ağacın hayat hakkındansa kendi 40-50 yıllık dandik hayatını kıymete bindiriyor birileri. Bunu da ahlakla açıklamaya girişiyor.    

Buraya kadar kafa sallayarak, onaylayarak okuyan kimileri de hazin hatalar yaptığından habersiz. Birazdan kızacaklar bana, hatta kalplerinden saldırmak, susturmak geçecek. Olsun, bütüncül hayatın hayrı için bugünü ağzımızda kekre bir tatla bitirelim.

Bu ülkenin laik, aydın, okumuşları, “ötekileri” akılsız sanıyor mesela. Onların yoksulluğunu kendine üstünlük yazıyor ve “o da benim kadar hayat hakkına sahip” demiyor. Merak etmiyor mesela, yüz binlerce insan neden son elli yılda şehre göçtü? Buzdolabı bomboşken, eve temizliğe çağırdığı kadının gözü önünde kendine yemek sipariş ediyor. Emeğinden yararlandığı “öteki” aç kalmış, aldırmıyor. Ziraatı baltalayan, toprağı çölleştiren, taşrayı okulsuz bilimsiz bırakan on yılların siyaseti yüzünden köyünden ayrılmış, şehre gelip sana hizmetkâr olmaktan başka çare bulamamış milyonlar... İnsanca yaşama imkânı ellerinden alınmış, kendi ülkesinde mülteci edilmişler. Akılsız değil, çaresizler. Ve “ötekiler” hakkındaki bu apaçık gerçek, pek akıllı saydığın sana malûm olmuyor nedense.

Bahsi geçen “ötekiler” de laik, aydın, okumuşları ahlaksız zannetmekte. Kıyafetine iki metre kumaş ekleyince farklı olanı ahlak dersinden sınıfta bırakıp, kendi mikro evrenindeki ensest, tecavüz, çocuk yaşta evlendirme, pedofili facialarını bir kalemde temize çekiyor, başkasının şortuna tişörtüne nefret kusuyor. Yoksulluğun intikamını “öteki” hayatı yok ederek alacağını sanıyor.

Bir yanda tek ve biricik doğrunun kendi bildiğinden ibaret olduğunu zannedenler, öte yanda kendine benzemeyeni cehennemlik ilan edenler… Her iki kümeden kaç defa tanık oldum “bunlar” diye başlayan aşağılayıcı cümlelere, kaç defa elinde etiket önüne geleni yaftalayanlara… Kendinde hata arayan, ben neyi yanlış yapıyorum diyen? Samanlıkta iğne bulmak daha kolay...

Kendini eleştirmekte veya karşıdakini anlamakta inatla başarısız olan her iki küme, başka her konuda çatışmakta gayet mahir! Üstünü örttüğünü sandığı çorap kaçıkları, sonunda gerçek kötünün elinde büyütülüp, çarpıtılıp atmosferi zehirliyor. Canla başla eleştirdiği “ötekilere” dönüştüğünü, bizzat kendisinin o “yalancı, sahtekâr” profile evrildiğini görmüyor hiçbiri. Herkes kendi doğrusunun bayrağını sallıyor, gerçeğin güneşi gölgede kalıyor.

İki küme, elinde yarı gerçekler ve başını kuma gömmüş ayıplarla dövüşüp durmakta. Oysa herkes herkesin ayıbını da eksiğini de hatasını da apaçık görüyor. Ekran üstünden izlenen hayatın nesi gizli kalabilir ki zaten. Elinde cep telefonu bulunan hiç kimse aptal kalmaz, aptala yatmak ancak bir tercih meselesi çağımızda.

Asıl kötü, şehirlinin semtinde köylünün tarlasında kendince ve mutlu ve müreffeh yaşaması için görevli olduğu işi yapmayanlar oysa. Bunu herkes biliyor ama kötüye değil, yanı başındaki “öteki”ye saldırıyor. Üç paraya evini süpüreni veya bilgisayar önünde oturup kürekle para kazananı karalamak kolay geliyor.

Yanlışı görmemekte, kolaya odaklanmakta hepimiz nasıl da ısrarcıyız. Oysa önce kendi ayıplarımızı, eksiklerimizi, hatalarımızı görmek zorundayız. Bütün faturayı ötekine kesmekten vazgeçip toplumu geçirdiğimiz o ince elekten kendimizi süzmedikçe hayat da değişmeyecek. Hep aynı şeyleri yaparak farklı bir sonuç elde edeceğini sanmak, aklın da ahlakın da alacağı şey değil zira. Mevlana’nın öğütlediği gibi artık kendimizi değiştirmeye başlasak, özeleştiri gözlüğünü bir taksak. Akıl ile ahlakı hakça paylaştırsak en azından. Hepimizde her ikisinden azar azar bulunduğuna ikna olsak ve kendi eksiğimizi tamamlamaya odaklansak. Dünya, içindekiler değişmeden değişmeyecek, bir anlasak.