Titiz hanımlar bilir: Ev işlerini yapmanın belli bir sırası,
düzeni vardır. Örnekse önce sehpa, masa gibi mobilyanın tozu alınır, sonra
yerler süpürülür, kir yukarıdan aşağı bir işleyişle giderilir. Ya da önce cam–çerçeve
silinir sonra yıkanmış perde asılır. Önce yumurta çırpılır sonra süt ve un
eklenir. Önce lavabo ovulur, sonra ayna parlatılır…
Hemen herkes yapabildiği, aman aman bir eğitim de
gerektirmediği için gizliden küçümsediğimiz ev işlerinde bile bir sıra, bir
düzen izlemek gerekirken, toplum makinasının en önemli çarklarından biri olan
eğitim hakkında önüne gelenin nasıl olup da ‘işkembe-i kübrâ’dan’ atıp tuttuğunu anlamak
zor. Sanki tarih boyunca hiç düzenleme
yapılmamış, bâkir bir alan,
eğitim.
Her kafadan bir ses çıkıyor, iki günün başı eğitim
sisteminde bir ‘dev reform’ ilan ediliyor. Kimisi zorunlu eğitim süresi
hakkında ‘fikir’ beyan ediyor, kimi Finlandiya örneğinden dem vuruyor. İş o
kadar çığırından çıktı ki, korkarım yakında spor sayfaları da meseleye el
atacak, konu kahvehanelerin gündemine girecek ve sonra ‘güleriz ağlanacak
halimize’ faslı gelecek.
Bunca laf kalabalığı içinde mutabık olunan tek nokta, eğitim
sistemimizde az ya da çok, bir şeylerin yanlış gittiği. Görünen o ki ekonomi,
güvenlik, sağlık, adalet mekanizmalarının mükemmel çalıştığı ön kabulünden
hareketle eğitim, deyim yerindeyse Türkiye’nin hasta adamı ilan edilmiş
durumda. Öyle mi gerçekten? Bu kadar mı şirazesi kaymış eğitim sistemimizin?
***
Eğitimdeki sorunları ele alanların sesi iki hususta epey gür
çıkıyor:
- Bu kadar çok öğrenciyle kaliteli eğitim olmaz.
Dünyadaki en başarılı eğitim modellerinden birini uygulayan
5 milyon nüfuslu Finlandiya’nın eğitim bakanı Henna Virkkunen ülkedeki öğrenci sayısının 1 milyonun altında olduğunu
söylüyor. Yelpazenin öteki ucuna gidelim: 1 milyar 300 milyon nüfuslu Çin’de
toplam öğrenci sayısı 200 milyon civarında. Türkiye’de ise nüfus bugün 78
milyon ve 16 milyona yakın öğrenci var. Bu rakamlar sadece ilk ve orta öğretim
için. Kabaca bir hesapla Türkiye ve Finlandiya’nın beşte biri, Çin’in altıda biri
öğrenci. Yani aşağı yukarı oranlar aynı.
Görünen o ki ülkemizde
öğrenci sayısının 16 milyonu bulması, dünyanın en korkunç problemi değil. Anlaşılan
öğrencimiz çok değil. Okulumuz az, öğretmenimiz az. Oysa ülkede 250 binden
fazla öğretmenin işsiz olduğunu biliyoruz. Kimi araştırmalara göre bu rakam
2015 yılında 700 bini bulacak. Tabii eğitim fakülteleri “o kadar öğretmeni ne
yapacağız” mantığıyla birer ikişer kapatılmazsa. İhtiyaç kadar öğretmen
yetiştirmeye sözüm yok ama ihtiyaç kadar öğretmen istihdam ediyor muyuz
sahiden?
- Öğretmenler de pek cahil, niteliksiz, kalitesiz falan canım.
Eğitim sorunları
listesinde öne çıkarılan sorunlardan biri öğretmen niteliği. Kalite, nüfus
kadar kolay sayılamayan, ölçülemeyen bir konu olduğu için, tabiri caizse ağzı olan
konuşuyor, öğretmenlerin ne kadar yetersiz olduğunu anlatıp duruyor.
Belki haklı
oldukları noktalar var ama her olgunun da bir nedeni vardır. Şöyle bir
düşünelim mi?
- Öğretmeni ders esnasında denetime tabi tutmak, adeta imtihana çekmek,
- Söz verilen atamayı yapmayıp genç öğretmenleri işsiz bırakmak veya başka sektörlere yönlendirmek,
- Öğretmene kullanmasını öğretmeden öğrencilere tablet dağıtmak, onu çocuklar karşısında cahil konumuna düşürmek,
- Ücretsiz ve yaygın hizmet içi eğitim imkânı sağlamamak, eğitim teknolojisi hakkındaki gelişmelerden habersiz kalmasına neden olmak,
- Öğrencinin not için hocayı tehdit etmesi, hatta velisinin okul basıp öğretmen dövmesi,
- Olur olmaz sebepten öğretmen hakkında soruşturma açılması,
- Yetmezmiş gibi bir de okulda görevli müstahdeme öğretmenden fazla maaş verilmesi
Hepsi gerçek. Bu
gerçekler öğretmen niteliğini artırmaya yarar mı?
Geçenlerde Eğitim
Ajansı internet sayfasında M. Metin Muharriroğlu imzasıyla bir makale[*]
çıktı. Yazıda öğretmenlerin gelirindeki düşüş net şekilde ortaya koyan bir
yönteme başvurulmuş, bir aylık öğretmen maaşıyla kaç cumhuriyet altını
alınabildiği listelenmiş.
Buna göre 1946
yılında bir aylık maaşıyla 12 adet cumhuriyet altını alınabilirken, bu
rakam 1965’te 28,6’ya çıkmış. 1980’de muazzam bir düşüşle 1,5’e
gerilemiş. Neyse ki 1998’e kadar yapılan düzenlemeler öğretmen maaşını 7
altın alabilecek seviyeye getirmiş. Ancak tabloya göre 2012 yılında öğretmene ödenen
maaş o kadar düşmüş ki, 1980 dönemine yaklaşmış: Bugün bir öğretmen, bir
aylık emeğinin karşılığına ancak 2,5 cumhuriyet altını alabiliyor. Tek
kelimeyle korkunç. Muharriroğlu hoca yazısına “öğretmeni alay konusu yapmayın”
başlığını atmış. Haksız mı?
***
Eğitim
sistemimizdeki sorunları çözmeye başlamak için neden sonuç ilişkisini doğru
kavramalı ve önce şuna karar vermeliyiz: Nasıl yurttaşlar yetiştirmek
istiyoruz? Geçtiğimiz günlerde gazeteci Ahu Özyurt sosyal medyada çok yerinde
bir soruyu dile getirdi: “Günde 1 dolara laptop/araba üreten bir nesil
mi istiyoruz, onları tasarlayan, facebook/twitter/apple yaratan bir nesil mi?”
Yoksulluk sınırında çalışacak vasıfsız işçiler yetiştirmek
niyetindeysek hiç dert etmeyelim. Koyverelim gitsin. Girdaba sürüklenen gemiye
kaptan da gerekmez rota da…
Ama yok, yirmi yıl, elli yıl sonra ülkemiz teknoloji üreten,
çağdaş bir iş gücüne sahip olsun istiyorsak ve bunda samimiysek “-mış gibi”
yapmayı bırakmalı, derhal öğretmene yatırım yapmaya başlamalıyız. Yoğun hizmet
içi eğitimle mevcut öğretmen kadrosunun donanımını artırmalı, maaşları,
yetişmeyi hedeflediğimiz ülkelerdeki öğretmen maaşlarına denkleştirmeli,
kabiliyetli gençlerin ilgilisini mesleğe çekmeliyiz.
Müneccim ya da mucit olmaya gerek yok, yapılacak şey belli.
Prof. Dr. Ziya Çakmak’ın çeşitli vesilelerle dediği gibi: Gelişmiş ülkelerde
eğitim teknolojisine yapılan her 1 dolarlık yatırıma karşılık 1 dolar da
öğretmenin eğitimine ayrılıyor.
Ne duruyoruz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder