ÇOCUKLAR BU HAFTA NE ÖĞRENDİ?


Çocukların sahip oldukları bilgiyi nasıl ve nereden öğrendiğini çözmek kolay değildir. En beklenmedik yerde, en hesap etmediğimiz anda olmadık bir şeyi öğreniverirler.
Aile içinde ya da arkadaşlar arasında ağızdan tedbirsizce çıkıveren bir söz, çocuğun fark etmediğini sandığımız bir davranış, anlamayacağını düşündüğümüz bir durum, çocuk zihnine çivi yazısı gibi işleniverir. Çocukla yaşamak, 7 / 24 kameralar altında yaşamaktan farksızdır.

Örnek mi?
Suyu şişeden içerken azarladığınız 7 yaşında biri kalkıp size “ama sen de geçen gün dolaptan öyle içmiştin” diyebilir. Evet, belki çok susamıştınız ama onun da göreceği, öğreneceği tutmuş işte.
Yalanını yakaladığınız 11 yaşında bir diğeri uyarınıza karşılık “sen de Elif teyzeyle telefonda güzel konuşuyorsun ama kapatınca demediğini bırakmıyorsun” cevabını yapıştırıverebilir, mesela.
Küfür? Babasının ağzından hangi küfrü ilk nerede duyduğunu şak diye söyleyebilecek bir milyon çocuk bulabilirim. Ciddiyim.
Bakkaldan gofret aşırmak? Çocuklar maalesef bazen böyle şeyler yapıyor. Birilerini pazarda torbaya fazladan bir domates atıverirken görmüş olmasın? Veya para üstünü yanlışlıkla fazla veren tezgâhtardan uzaklaşınca, büyük bir iş becermiş gibi anlatılmasını dinlemiş olabilir mi?

Televizyon ve internet yayınları da çocuklar açısından beklenmedik ve hatta çoğu zaman istenmedik öğrenmelere geniş ve riskli kapılar açıyor.
Savaş filmleri, kanlı sahneler içeren diziler…
Kahramanlık / delikanlılık / cesaret vs. gibi halkın önemli kısmı tarafından alkışlanan, hatta bazen kutsallaştırılan davranışları ya da karakterleri konu alan yayınlar…
Hepsi çocuklar için öncelikli öğrenme kaynakları ve hepsi pedagojik açıdan kırmızı alarm veriyor.
Eline geçirdiği taşı arkadaşının kafasına fırlatan, sopayla kedi – köpek – kuş kovalayan, yanından geçtiği ağacın ya da bitkinin dalını – yaprağını yolmadan bırakmayan, öteyi beriyi tekmeleyen çocuklara bu davranışları kim öğretiyor?
Çocuklarımız arasında yaygın şekilde gözlemlenen bu ziyankâr davranışlara başkaları da eklenebilir, ne yazık ki. Çünkü çocuklar çok fena şeyler öğrendi. Özellikle bu hafta…

Çocuklar bu hafta ne öğrendi?
Başka çocuklara oyuncak götüren abi – ablaların nasıl paramparça edildiğini öğrendi çocuklar.
İnsanları vahşice katletmenin ne demek olduğunu da…
Gencecik insanların ölümüne sevinen başka insanlar olduğunu, insanın böyle bir canlı olabileceğini öğrendiler.

‘Ama’larla başlayan cümlelerimizi hiç tereddüt etmeden çöpe atabiliriz.
Gerçek şuymuş, gerçek buymuş…
Geçiniz.

Çocuklar, vicdanımızın eriyen bir buz parçası gibi avuçlarımızdan kayıp gidişini izledi bu hafta.
Biz büyükler, meşrebimize uygun bir ‘gerçek’ uydurmakla meşgulken, çocuklar çok fena şeyler öğrendi.

Çocuklar bu hafta ölümü öğrendi.
Çocuklar bu hafta düşmanlığı öğrendi.
‘Öğreten’lere lanet olsun!




Yazının kaynağı Kılavuz Kirpi

Görselin kaynağı

OSMANLI MİRASINDAN NEFRET EDENLERİ AÇIKLIYORUM


Bayramın birinci günü aile ziyaretinden dönerken şöyle püfür püfür, manzaraya karşı bir kahve içelim dedik.
Demez olaydık!

Sultan II. Abdülhamit’in gözü gibi sevdiği ikametgâhı, deyim yerindeyse yuvası, Yıldız Sarayının bahçesi içinde yer alan Malta Köşkü’ne gittik.
Gitmez olaydık!

Haydi, bahçesine konuşlanmış çirkin şemsiyeleri, rahatsız sandalyeleri, özensiz servis personelini gördük; ne demeye içeri girmişiz!
Girmez olaydık!


Malta Köşkü, Sultan Abdülaziz tarafından 1871’de Mimar Sarkis Balyan’a, rivayete göre Malta’dan getirtilen taşlarla inşa ettirilmiş. Tam 144 yaşında, orijinal vasıflarını hala taşıyan (!) ve antik değeri olan, şahsiyetli bir yapı.

Ancak Osmanlı kültür mirasından topyekûn nefret eden birilerinin eline düşmüş olsa gerek.
Zira hali içler acısı…

Alt salondaki o ünlü, o cânım mermer balıklar, açık büfe masasının ortasında kalmış. Dokunsan gözünden yaş boşalacak. Kapkara ve korkunç servis ayakları, en adisinden karavana sandıkları, o kadar kalitesizini pazarda bile bulamayacağınız berbatlıkta bir örtü ile kaplı çember bir masa ile çevrelenmiş; inci gibi, oya gibi, mücevher gibi bir heykel…



Alt katı saran tuvalet kokusunu atlatabilirseniz, çifte merdivenle üst kata ulaşıyorsunuz.

Orijinal parkelerin üzeri makine işi kalitesiz bir yollukla gelişigüzel kapatılmış ama açıkta kalan kısımları basılmaktan aşınmış gitmiş. Şimdi servet döksen yaptıracak ustayı bulamazsın. Öyle bir değer.

Merdiven sahanlığının sol tarafında bir gazetelik. Bomboş… Sağda ise gelen geçenin fütursuzca oturabildiği, en azından 100 yıllık masif – deri maroken bir koltuk ile yine el işi masif meşe yazı masası. Cilası dökülmüş… Bakımsız…


Üst kata girişte Sultan V. Mehmet Reşat ve Sultan Abdülaziz’in yağlıboya portreleri. Bilsek, az sonra ne ile karılaşacağımızı, girer miydik? Bir selam verir, canımızı kurtarırdık azaptan.


İkinci katın ortasında mütevazı ebatta bir salon. Yemek masaları serpiştirilmiş. Zahir burada da servis yapılıyor. Sağ kanattaki iki odanın kapıları kilitli. Soldaki büyükçe odaya yine yemek masaları yerleştirilmiş.
Masaların tümü aynı naylon kumaşla örtülü ve üzerleri pislik içinde. Ekmek kırıntıları, tütün parçacıkları, meşrubat ve yemek lekeleri, yanıkla meydana gelmiş delikler, sökükler… Yaklaşınca görünüyor ancak…


Tam “daha fecisi olamaz” diye düşünürken soldaki küçük odanın kadınlar tuvaleti olarak kullanıldığını fark ediyorsunuz. Ortaya yaldız ayaklı, mermer tablalı nefis bir masa konmuş. Onun arkasında da sedef kakma ayaklı, son derece estetik bir tırnak ile üstünde varak aynası.

Karşı duvara bakınca birden tokat yemişe dönüyorsunuz: Duvara vidalanmış, açılır – kapanır bir bebek bezi değiştirme tablası. Bir Osmanlı yapısının duvarına vi-da-lan-mış!




Tuvalet, sedef ayaklı tırnak ile sırt sırta.

İçerisi dallı desenli, çirkinlikten şakırdayan bir fayansla kaplanmış. Herhangi çay bahçesinde görebileceğiniz metal, kirli – paslı sıvı sabun haznesi, leş gibi bir lavabo (fotoğrafı çekmeden önce sizlere saygımdan epeyce su döküp temizlemeye gayret ettim) ve solunda formika bir paravan-kapı ile girilen WC kısmı…

İçeride yerler ıslak ve pis, çöp kovası kırık, klozetin tarifi güç. Hem WC kısmı, hem lavabonun olduğu bölme, hem de buraya girerken geçilen odanın yerleri tuvalet kâğıdı parçalarıyla kaplı…




Bu özel ve değerli mekânın bu hale getirilmesine ruhsat veren üst merciler,
Köşkü kafe yapıp işleten İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve onun şirketi Beltur,
Mekânı temiz tutmak ve korumakla görevli ama görevini hiç umursamadığı belli olan, “işten kaytarayım ama maaşımı alayım” zihniyetindeki personel,
Zalimce ve utanmazca hor kullanan (ziyaretçi diyemeyeceğim) müşteriler,
Ve bu tablodan sorumlu diğerleri…

Bu insanlar ya Osmanlı kültür mirasından ciddi ciddi nefret ediyor (ki onu mahvetmek, rezil rüsva etmek, berbat etmek için ant içmiş çabalıyor) ya da kendilerine teslim edilen hazinenin değerini anlayamayacak kadar cahil, kültürsüz ve insafsızlar. Üçüncü bir ihtimal yok.

İlkokul mezunu herkesin vâkıf olacağı medeniyetten haberi yok mu bu insanların?
“Tarihi korumak yararımızadır” dememiş mi kimse bunlara?
Nedir bu düşman beygiri tepercesine muamele?
Ne bitmez bir beladır bu “benden sonra tufan” zihniyeti?
Ülkemizde sanat ve tarih bilgisi olan binlerce üniversite mezunu var. Bu insanlar neden istihdam edilmiyor bu gibi mekânların işletilmesinde? Niye yüksek maliyetlerle eğittiğimiz iş gücünden yararlanmıyoruz?
Belki “aman çok tarihi binamız var, ne olacak?” diyordur, tepedekiler. Evet, tarihsel zenginliğimiz az değil ama merkep sırtından dün inmiş kimselerin eline terk edilecek kadar da çok değil!
Ha, yok! Cehaletten değilse bu vaziyet, o zaman hainlikten. O zaman nefretten.

Bir Tarihçi olarak ihtar ediyorum: Bu zalimlerin elinden kurtarın Osmanlı mirasını…



Fotoğraflar Prof. Dr. Nadir Devlet’e aittir.
Yazının kaynağı Kılavuz Kirpi.

LYS TERCİH LİSTESİ HAZIRLAYAN ARKADAŞA NOT




Selam.

Nasılsın?

Yaptın mı listeni? Muhtemelen bu günlerde tercihlerin aşağı yukarı şekillenmiştir artık. Kim bilir kaç danışmana sordun, kim bilir kaç üniversite gezdin…


Kafan iyice karışmadan sana bir sır vereceğim.


Ama önce zihnini bir temizle.

Yok efendim yüzdelik dilime göre mi yazacağız, geçen seneki taban puana göre mi… Özele mi gitsem devlet üniversitesine mi… Bunları şöyle masanın uzak köşesine itele bakalım. Kaldırıp at demedim ha, döneceksin onlara ama önce başka bir şeye odaklanman lazım.


Ailen de, arkadaşların da, sen kendin de bir tek şeyin peşindesiniz, haklı olarak: Girebileceğin en iyi bölüme yerleşmen. Burası gayet net ve doğru.


Belirsiz olan: İyi ne?


Öğrencisi için bir üniversiteyi iyi yapan, diğerlerinden üstün kılan nedir?




Al sana sır: Bir eğitim ortamının niteliğini belirleyen en önemli unsur, öğrencisidir.

Bak bunu pek kimse söylemez, tekrar edeyim: Hocası, binası, yurdu, falanı filanı değil, öğrencileri iyi olan okul iyidir.

Şaşırdın mı?

Şaşırma.


Eğitimi anlamak için 3 sabit 1 değişken ile çalışan bir makinamız var, diyelim.

  1. sabit: Hoca (akademik altyapı)
  2. sabit: Okul (fiziki altyapı)
  3. sabit: Zaman

Değişken: Öğ-ren-ci.



Eğitimin kalitesini belirleyen Hoca faktörü olsaydı, bir hocanın tüm öğrencileri aynı niteliklere sahip olarak mezun olurdu.

Eğitimin kalitesini belirleyen Okul faktörü olsaydı, o okulun (fakültenin, bölümün…) tüm mezunları aynı konuma erişirdi.

Eğitimin kalitesini belirleyen zaman yani içinde bulunduğun dönem olsaydı, o seneler içinde mezun olan herkesin aynı donanıma sahip olması gerekirdi.

Ama öyle olmuyor işte…


Aynı zaman diliminde aynı okula giden, aynı (hadi abartalım “muhteşem”) hocalardan ders alan öğrencilerin bir kısmı çok başarılı oluyor, çoğunluğu “eh işte, normal” bir iş hayatına akıyor, az bir bölümü de deyim yerindeyse hiç “olmuyor”. Hangi okulun, hangi dönemine ve hangi hocasına baksan bu oranlar değişmez. %20 kadar süper, %60 kadar normal ve bir %20 kadar da zayıf mezun yetişir…


Çünkü asıl önemli olan öğrencidir.

İş, öğrencide biter.


Ve öğrencinin performansını da ancak ve ancak yol arkadaşları, yani diğer öğrenciler belirler.

Sen eğer iyi öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir üniversiteye / fakülteye / bölüme yerleşebilirsen, kapasitenin zirvesine çıkacağın bir öğrencilik geçirirsin.



Sesini duyar gibi oldum:

Tamam ama hocam, herkes bi Boğaziçi, bi ODTÜ kazanamıyor. Bu puanla nasıl giricem ben iyi öğrencilerin arasına?



Peki, haklısın. Açıklamak lazım: “İyi” öğrenci kimdir? Sadece %1’lik dilime girenler mi? Hayır. Elbette hayır.



İyi öğrencinin özellikleri şunlardır:

  • Ne istediğini bilir. Muhtemelen ilk 5 tercihinden birine girmiştir.
  • Muhtemelen ilk 5 tercihi en yüksek puanlı yerler değil, en çok okumayı istediği yerlerdir.
  • Kariyer / meslek anlamında net bir hedefi vardır. Herkes gibi tıp, hukuk, mühendislik falan diye tutturmuyor, örneğin “ben başarılı bir şef olacağım” diyordur. Bu yüzden aşçılık eğitimi alması gerektiğini bilir ve tercih listesini ona göre yapar. Komplekse girmez, “ya şuraya iki üç tane işletme falan yazsam mı” diye yalpalamaz.
  • Diploma peşinde değildir. Öğrenme ve ustalaşma peşindedir.
  • “İnek” öğrenci modeli asla değildir. Ezberlemez. Anlar. Anlamadığında da, anlayana kadar sorar, araştırır.





Şimdi, sevgili LYS tercih listesi hazırlayan arkadaşım.


Tercih listene son şeklini vermeden önce bir dur. “Büyük”leri, yani aileni, rehber öğretmenini, dershane öğretmenini, o web sitesini hazırlayan ablaları, öteki TV programını yapan abileri bir kenara bırak.

Arkadaşlarını gözünün önüne getir. Yukarıda saydığım özelliklerde olan 5-6 tanesi mutlaka vardır, aralarında. Bizzat tanışmana gerek yok, sen bildin kimlerden bahsettiğimi. Onlar hangi üniversiteyi yazıyor, ona bir bak. O üniversitede senin okumak isteyeceğin bir bölüm, mezun olunca profesyoneli olmak isteyeceğin bir meslek eğitimi var mı? Yoksa benzerleri nereler?



Tercih listeni tamamlamadan önce aklında tut:


Ekim aynından itibaren “okul arkadaşın” olacak kişiler, 6-7 yıl sonra “okuldan arkadaşın” olacaklar. Birbirinize referans olacaksınız. Birbirinizin iş bulmasına yardımcı olacaksınız. Birbirinize destek olacak, yol açacaksınız.


Bu yüzden aklı başında arkadaşlar ile okumak, senin de yapabileceğinin en iyisini yapmanı, kapasitenin doruğunda bir öğrencilik dönemi geçirmeni sağlayacak. Yoksa tek derdi “gezelim tozalım” olan bir arkadaş grubunun içinde, emin ol en başarılı öğrencinin bile performansı düşer.



Haydi, yolun açık olsun. Hayatının en tatlı yılları başlıyor. Tadını çıkar :) 





EĞİTİMDE DEV İNDİRİM: BECERİYİ SIFIRLADIK!


Kocaman devlet kurumlarında bir beceriksizliktir gidiyor!

Çocuklarımıza “yapma” diye öğütlediğimiz ne varsa, son haftalarda pek yetkili makamlar tarafından yapıldığını izliyoruz. Dikkatsizlik, beceriksizlik, hatayı örtbas etme çabası, bir işi doğru dürüst sonuca erdirememe…

Eskiden (son on yıldan önce) kusursuz işleyen öğrenci seçme sınavlarımız, ne yazık gitgide artan hataların, skandalların öznesi haline geldi. Öncesinde öğrenci, 1992’den 2002’ye kadar da dershane öğretmeni olarak sistemi yakından izlediğim için iyi biliyorum. Seksenlerden itibaren 1999’daki “soruların çalınması” hadisesi dışında tek bir sorun yaşanmamıştır.

Ancak yakın tarihli eğitim haberlerine şöyle bir göz atacak olursak, ne demek istediğim daha açık anlaşılır:


Üniversite adayı hata yapamaz ama…
 

Din dersinden muaf mısın? O zaman puan yok sana…


Ha, duyuldu mu? Yeniden hesaplayacağız, mecburen…


Devlet memuru olacaklar için kopya becerisi şart…


Bir skandal yetmez, zincirini yapalım:

Memur? Aaa, elbette orada da bir adaletsizlik gerek…



Şimdi öncelikle bu haber metinlerini kaleme alan, bu haberlerle ilgili köşe yazısı yazan herkesi, eğitimci olsun olmasın tebrik ediyorum. Saçlarını başlarını yolmadan, soğukkanlılıklarını koruyarak nasıl yazıyorlar, bilmiyorum.

Ben yazamıyorum.

Bunca zaman bekledim belirsizlikler giderilsin, hatalar düzeltilsin, çatlaklar sıvansın diye…


Son iki ayda ülkemizde bir dizi merkezi sınav yapıldı. Milyonlarca evladımızın hayatı, bu sınav sonuçlarına göre çizilecekti.

Mesela TEOG diye kısaltılan Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sınavı. MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından yapılıyor. Ortaokul son (8.) sınıftaki 1.287.847 öğrenci girdi bu sınava. 13-14 yaşlarında bir milyon iki yüz seksen yedi bin sekiz yüz kırk yedi çocuk…

Ya da LYS diye kısaltılan Lisans Yerleştirme Sınavı. Yani lise son sınıftaki (veya lise mezunu) 1.233.580 gencin, üniversiteye gidebilmek için girdiği bir dizi sınav. ÖSYM (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) tarafından yapılıyor. Bunların bir de Mart ayında yapılan YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) adındaki öncülü var. Onu aşmadan LYS’lere girilemiyor, falan. Bir milyon iki yüz otuz üç bin beş yüz seksen gencin kaderi, mesleği, yüksek tahsili bu sınavlara bağlı…

Bu sınavlara maruz kalan toplam aday sayısı: 2.521.427
İki buçuk milyon evlat!
İki buçuk milyon genç!
İki buçuk milyon aile!


Şimdi, işgal ettikleri makam uzmanlık, deneyim, profesyonellik, beceri, vs. gerektiren MEB ve ÖSYM yetkilileri ne yaptı?
Hatasız soru hazırlayamadı.
Puanları doğru hesaplayamadı.
Sonuçları zamanında açıklayamadı.

***

Geçen gün bir mağazadan tencere aldım. Kasada 27 (yazıyla yirmi yedi) kişi sıradayız. Kuzu kuzu bekliyoruz. Mağazanın içinde sözüm ona hizmet veren 4 personel var. Oraya buraya dolaşıyor, müşterilere laf yetiştiriyorlar.

Aralarından birine sordum: Çok bekledik, neden sadece bir kasa açtınız?
Cevap, “patron öyle emretti.”
Nerede patronunuz şu anda?
“Diğer mağazada.”
Patron biziz çocuğum, ramazan günü burada beklettiğiniz bunca insan. Bari havalandırmayı açsaydınız. Ter içinde kaldı insanlar.
“Havalandırma AVM’nin. Biz açıp kapatamıyoruz.”
Peki, konuşmaktan başka yapabildiğiniz bir şey var mı?
Cevap? Yok. Şahıs ortadan kayboldu…


Tencere – tava satan mağazadaki görevliye sorduğum sorunun aynısını MEB ve ÖSYM yetkililerine soruyorum:
Doğru düzgün soru hazırlayamıyorsunuz.
Doğru düzgün sınav yapamıyorsunuz.
Doğru düzgün sonuç hesaplayamıyorsunuz.

Konuşmaktan başka yapabildiğiniz bir şey var mı?

İki buçuk milyon gencin ruhunu karartmaktan, dünyasını altüst etmekten, dengesini bozmaktan başka elinizden ne geliyor?