Beril Devlet’in sesli yeni yıl kartı





Tarih 31 Aralık 1983.
Yılbaşı gecesi elbette TRT ekranlarında kutlanıyor, tüm yurtta ve yavru vatan Kıbrıs’ta.
Bu nezih programıysa her zamanki gibi Halit Kıvanç sunuyor.
Parmak uçlarına basa basa süzülen Zeki Müren, salona giriyor. Adab-ı muaşerete yaraşır tebessümüyle konukları, yani diğer sanatçıları selamlıyor.
Ajda ile daha samimi. Ajda Pekkan o tarihte henüz yalakalık kaslarını gerdirtmemiş, her devrin artisti değil. Sadece Süperstar. Paşa Ajda’ya yanağını öptürüyor, kısacık saçlı ve şimdilik minimum estetikli Ajda’ya.
Arkalarında, bitişik masada Sezen Aksu görünüyor. 30 yıl sonra, Gezi zamanında hepimizi yüzüstü bırakacağını henüz bilmediğimiz için saçına taktığı tuhaf tüylere bile sevgiyle bakıyoruz, Minik Serçe’nin.

Herkes şık, herkes zarif, her şey güzel. Zeki Müren’in kelebek gözlükleri, kabarık saçları ve topuklu pabuçları bile. Geceyi renklendiren sanatkarlar, tıpkı üst orta sınıf ahalinin yaptığı gibi masalar etrafında oturmaktalar. Bizler gibi evde değiller. Ellerinde kadehler var.
Zamanı gelince dansa başlanıyor. Başlatan tabii ki Sanat Güneşi.
Henüz 20 yaşındaki Türkiye güzeli Neşe Erberk, Zeki Müren Beyefendinin kollarında kibar kibar dans etmeye başladığında, o senenin Avrupa güzeli seçileceğinden habersiz. Hepimiz kızın saçlarına hayranız. Çeke çeke uzatmaya çalışıyoruz, kendi tepe püsküllerimizi. Ama makyajının vaziyetini anlama ihtimalimiz yok, çünkü henüz biz de 1983’teyiz. Onlar dans ederken salona yapma kar yağdırıyorlar. Arkalarında sırıtan manken Engin Koç’un ifadesinden daha yapma değil, yağan kar.

Halit Kıvanç tüm profesyonelliğiyle Ajda Pekkan’ı dansa kaldırınca herkes piste davet edildiğini anlıyor ve pist doluyor.
Tam o sırada dönemin en sevilesi, sahiden sevilesi siması geçiyor ekranın önünden: Altan Erbulak!
O gece ekranda görünen yüzlerden bugüne kirlenmeden gelen bir kaç tanesinden biri onunki. Belki o geceden sadece beş yıl sonra aramızdan zamansız ayrıldığı için, belki Küçükyalı Lido plajında beraber balık tuttuğumuz şirin ve minik arkadaşım Dağhan‘ın dedesi olduğu için, hep özlemle ve sevgiyle hatırlıyorum Altan Erbulak’ı. Güzel hatırasının asıl kaynağı tabii, Erbulak’ın müthiş karikatürleriyle kolektif hafızamıza kazınmış olmasından ileri geliyor.
Birden Kerem Yılmazer görünüyor. İçim sızlıyor. HSBC bombalaması 20 yıl ileride. Zamanda bir delik açıp Yılmazer’in kulağına “Levent’ten çık, sakın oralarda dolaşma” diye fısıldamak istiyorum…
O Füsun Önal ile dans ederken Yüksel Uzel’in saçındaki beyaz helikopter ekranı kaplıyor. Evet, kabul etmek lazım ki 1983 normları içinde bile rüküş. Gecenin yegane sakilliği sayılabilir.
Erol Evgin’in çivit mavi takım elbisesi ve şakır şakır parlayan bebe mavisi naylon gömleği bile 80’ler için normal, inanın.
Şakir Öner Günhan’ın dans partnerinin adını hatırlayamadım ama o tip bir saç bandıyla çekilmiş fotoğraflarım olduğu için kızcağızın üst-başını tenkitten kaçınacağım. Bir tenisçi vardı, hep onun yüzünden taktık o şeyleri saçımıza. (Andre Agassi)
Sezen Aksu’nun kırmızı – siyah elbisesine ve dans partneri Erol Evgin’e boyu yetişsin diye yüz seksen derece yukarı kaldırdığı kollarına da takılmıyoruz. Sezen şimdilik iyi biri. 30 yıl sonra şartlar değişecek. Ama 1984 magazincileri tarafından şık bile sayılmış olabilir.

Gecenin finali, ikinci videoda kendini gösteriyor.
Sanat Güneşi mikrofonu alıyor ve hayran olunacak Türkçesi ve diksiyonuyla, efendim, yeni yılımızı kutluyor.  Sonrasını kaydeden videonun kafası aşınmış olsa gerek, görüntüler epey parazitli… Analog çağlar işte.

Evet.
Geçen gün 30 yıl önceye ait bu videolara tesadüf ettim ve adeta kalbim tutuştu.
Tutuştu, çünkü o programı izlediğimi dün gibi hatırlıyorum.
Evdeydik.
Halının üzerine bir minder atmış, dizlerimden dışa doğru kırdığım bacaklarımın üstünde, kurbağa gibi oturmuştum. Hep öyle otururdum o yaşlarda.
Gözüm ekrandaydı. Renkli televizyonumuz yepyeniydi. Hayatın renkleri de bizim için çok yeniydi.
Biz o yıllarda büyük bir gerizekalılık içinde, saf- salak yaşayıp gidiyorduk. Zeki Müren acaba Neşe Erberk’le mi evlenecek diye dertleniyorduk. Sadece biz çocuklar değil, büyükler de öyle. Evet, bir enteresanlık olduğunu sezmiştik ama aldırmıyorduk. Kişi kendi beyan etmedikçe farklılık sadece farklılıktı bizim için. Bilmezdik, farklılık çeşitlerini. Kınamazdık.
Bir de huzur vardı, neredeyse cisimleşerek üstümüzden akan, pür huzur.
Süt gibi.
Tertemiz.

Ben tekrar öyle huzurlu ve bilmez olabilmek için 1984’ün tüm salaklığını, bütün gerizekalılığını yüklenmeye razıyım.
Yeter ki en büyük derdimiz yine Zeki Müren’in gözlükleri olsun.

2015 HASRETİNİZİ DİNDİRSİN.
MUTLU YILLAR.

Yeni yılda bilişimci gençlik istiyoruz!

Çeşitli sponsorların desteği ile geçtiğimiz aylarda hayata geçirilen bilişim projesinden haberiniz oldu mu?

Olmadıysa benden duyun: Gençler yazılım işine girdi!

İşte Utku Tarhan.

Ben Utku’ya hayran oldum. Siz de izleyin bakın, neler başarmış. Özellikle ailelere seslendiği kısma kulak vermenizi öneririm. İzleyiniz 

Utku gibi gençleri bu heyecan verici deneyimle buluşturan profesyonel bilişimciler. Türkiye Bilişim Derneği tarafından düzenlenen bu muhteşem etkinlik, 2014'ün Mayıs ayında gerçekleşti.


Projenin kendi sitesinden aktarayım. Bakın ayrıntılar nelermiş:


“Bilgisayar Programlama Çocuk Oyuncağı Haftası” 
 
Türkiye Bilişim Derneği olarak 2014 yılının Mayıs ayında bir hafta sürecek “Bilgisayar Programlama Çocuk Oyuncağı” adlı bir etkinlik düzenleyeceğiz.

“Bilgisayar Programlama Çocuk Oyuncağı”, ilk, orta ve lise öğrencilerinin, her gün büyük keyifle oyun oynadıkları ve sosyalleştikleri bilgisayar ve internet teknolojileriyle aslında kendi programlarını da yazabileceklerini ve bunun çok basit bir şey olduğunu fark etmelerine yönelik bir etkinliktir.

“Bilgisayar Programlama Çocuk Oyuncağı” etkinlikleriyle genç nesillerin yoğun bir biçimde kullandıkları bilgisayar ve türevi cihazlarla internet teknolojilerinin sadece bir tüketim değil, aslında bir değer yaratma aracı olduğu algısını erken yıllarda kazanmalarını sağlamak üzere ilkokul, ortaokul ve liselerde çeşitli etkinlikler düzenlenecektir.

2014 yılının Mayıs ayında ilkokul 1. sınıf dışında ilkokul, ortaokul ve lise öğrencisi en az 100.000 çocuğumuzun ilk bilgisayar programlarını yazmasını ve web sitelerini tasarlamalarını hedefliyoruz!




Çocuklarımız O Hafta Neler Yapacaklar? 
 
Programlama Çocuk Oyuncağı Haftası’nda ilkokul, ortaokul ve liseli gençlerimiz kendi okullarında:
  • Scratch
  • Microsoft Small Basic
teknolojilerini kullanarak bilgisayara ne yapması gerektiğini söyleyecekler ve ilk sayısal ürünlerini geliştirecekler.

Öğrenciler öğretmenlerinin rehberliğinde küçük programlar yazacak ve tasarlayacaklar.
Yine o hafta içerisinde çocuklarımız, bilgisayar ve internet dünyasının en önemli şirketlerinde genç yaşlarında önemli işlere imza atan ağabey ve ablaları ile video konferans aracılığıyla sohbet edecekler.


***

Bu güzel girişim, altı ay önce olmuş bitmiş bir proje olarak kalmasa keşke!

Çocuklarımızın geleceği için bu etkinlik sürsün, tekrarlansın istiyoruz. Hatta programlama eğitimi okullarda, müfredatta yer bulsa, her öğrenci bu dersi alabilse ya da en azından ders dışı etkinlik / eğitsel kol çalışması kapsamında eğitim sistemimize girse…

Bağlantıdaki ( izleyiniz ) videoda ABD Başkanı Obama’nın Aralık 2014’te TV ekranlarından yaptığı çağrıyı izleyiniz. Bizde de bu gibi projeleri tasarlama, uygulama işi sadece Bilişim Derneği gibi kaynakları, imkanları sınırlı bir dernekten öteye geçse, gençlerin bilişim teknolojileri ile ilgilenmesi devlet katında teşvik edilse...

2015'ten öncelikli beklentim, güç sahiplerinin bu yıl evlatlarımız için özgürlüğe, bilgiye, gıdaya ve güvenliğe kolayca ulaşılabilen bir yaşam kurması.. Gelecek nesillerin yozluk-yobazlıkla, yokluk-açlıkla, yasak-ayıpla kıstırılmış, daraltılmış, itelenip kakalanacakları bir çocukluk sürmeden yetişmesi.

Dilerim bu yıl okumak isteyen her çocuğun (öncelikle kızların) okula devam ettiği, edebildiği bir zihiyeti inşa ederiz.

Doğrusu biz bilişimci gençlik istiyoruz!
Bilimci nesiller yetiştirilsin istiyoruz.
Elindeki tableti sadece kullanmayı öğrenmekle kalmasın gençlerimiz, daha iyisini geliştirsin, icat etsin.
Ne güzel olurdu, değil mi?



Kaynak


EĞİTİMİN FABRİKA AYARLARI

Teknolojinin hayatımızdaki yeri genişledikçe, dilimize de yeni kavramlar yerleşti. Fabrika ayarları, mesela.

Cep telefonu, bilgisayar, tablet gibi cihazların elimize ilk geldiği haline, o günkü içeriğine “fabrika ayarları” deniyor. Yani biz ihtiyaçlarımıza, keyfimize, zevkimize göre o ayarları değiştirmeden önceki hali.

Bence eğitimde de fabrika ayarlarına, default (kendi gelen) ayarlara dönme vaktimiz geldi de geçiyor. O kadar çok oynadık, o kadar çok değiştir-düzelt-değiştir-düzelt yaptık ki, eğitimin amacından koptuk.

Bu çocukları ne diye okula gönderdiğimizi unuttuk.

***

Tarihe dönelim. Mağara adamı çocuğuna ne öğretir?

Nereden yiyecek bulup karnını nasıl doyuracağını ve nereden tehlike gelebileceğini, kendini ne şekilde savunacağını, değil mi? Avlanmak, yenebilecek meyve ve bitkileri tanıyıp toplamak, yüzyıllar ilerledikçe de ihtiyaç duyacaklarını üretmek, ekip biçmek.

Eğitimin temel amacı çocuğa kendi başına hayatta kalmasını sağlayacak bilgiler vermektir.

Peki, günümüzde 12 (yazıyla on iki) sene sözümona eğitilen insan yavrusu, doğada ya da şehirde kendi başına hayatta kalacak bilgileri ediniyor mu?
Geçimini sağlayabilir mi?
Kendini koruyabilir mi?
Hayır.
İddia ediyorum, okulda işe yarar hiçbir şey öğrenmiyorlar!
Neler neler öğrenmiyorlar ki…
Yemek yapmayı öğrenmiyorlar.
Telefonu veya bilgisayarı (en çok kullandıkları şeyler) tamir etmeyi öğrenmiyorlar.
Sağlıklarını nasıl koruyacaklarını, basit bir yaralanma veya hastalık durumunda ne yapacaklarını öğrenmiyorlar.
Dikiş dikmeyi öğrenmiyorlar.
Kablo çekmeyi öğrenmiyorlar.
Çivi çakmayı, duvar boyamayı, temizlik yapmayı öğrenmiyorlar.
Say say bitmez.

Okulda ne öğreniyorlar peki?

Bize öğrettiklerinin aynısı: Neye yaradığını hala çözemediğimiz bütün o kitabî laflar.
Bunları niye öğretiyoruz çocuklarımıza? E, genel kültür önemli.

Peki, kültürlü bireyler olarak mı bitiriyorlar temel ve zorunlu eğitimi? Herhangi lise mezununu iki – üç basit soruyla sınayın, göreceksiniz. Kültürsüzlüğün, cehaletin dibini bulmuş durumdalar.

***

10 – 18 yaş arası herhangi çocuğun sıradan bir günde kullandığı tüm cihazları gözümüzün önünden geçirelim. Bunlardan hiç birini kullanmayı okulda öğrenmedi, farkında mısınız?

Gençler gerçek hayatta gerekli olan bilgileri okul dışında ve “bir şekilde” ediniyorlar. En çok da birbirlerinden öğreniyorlar. Bu yüzden aileyi - öğretmeni değil, arkadaşı - yaşdaşı saygın görüyorlar.
Şimdi anne – babalar, öğretmenler, eğitim yöneticileri ve eğitimin çocuk dışındaki tüm aktörleri ay-vay ediyor, “hiç ders çalışmıyor” veya “okulu hiç takmıyor” diye. Niye taksın ki? Ailesinin ısrarı ve devletin zoruyla gittiği, yalnızca arkadaşlarıyla buluştuğu için değerli ve anlamlı bulduğu bir yer haline geldi okul.

Okul kafe oldu.
Okulun içi boşaldı.

Artık ideolojik - mideolojik saplantılardan kurtulmanın vakti gelmedi mi?

Sanayileşmenin başladığı 1800’lerin ihtiyaçları gözetilerek hazırlanmış bu demode eğitim anlayışını ne zaman bırakacağız? Yoksa çağın gerisinde kaldığı tüm çıktılarından belli olan bugünkü eğitim modelini bırakıp 1300’lü yılların eğitim anlayışına mı döneceğiz? Böylesi daha da zekice (!) olur gerçekten…

Okulu ve müfredatı fabrika ayarlarına döndürmezsek, eğitimin gerekli olduğu fikrini bu cin gibi gençlere nasıl anlatabiliriz?

Kaynak

SAĞLAM KARAKTERLİ BİR ÇOCUK YETİŞTİRMEK İÇİN

Çocuk yetiştirmek hiç de kolay bir iş sayılmaz. Üstelik anne – baba olanlar hayatın diğer zorluklarından muaf da tutulmuyor insan. Bir yandan gecenizi gündüzünüze katıp çalışmak zorundasınız, bir yandan da sağlam karakterli, kendini bilen, aklı başında bir çocuk büyütmekle yükümlüsünüz.


İş bu kadar zor olunca insanlar ister istemez kolay bir formül, kestirme bir yol arıyor. Kitapçı raflarını dolduran binlerce “anne – baba” kitabı da, bu talebi karşılamak için kaleme alınıyor. Sayfalar dolusu okuma yapan ebeveynlerin, çoğu defa bu kitaplardan sonra aklı daha da karışıyor olmalı. Zira hayatlarını kolaylaştıracak bir çare ararlarken, kendi yaşantılarına pek de uymayan bir dizi karmaşık talimat ve tatbikat ile karşı karşıya kalıyorlar…

Oysa belki de anne babalara NE YAPMAMAK gerektiği anlatılsa, sorunları daha etkin bir çözüm olurdu. Aile ve evlilik terapisti Claire Dorotik-Nana bu konuda önemli ipuçları veriyor.

Çalışkan, kendini bilen, dirençli, sağlam karakterli ve merhametli bir çocuk yetiştirmek istiyorsanız, aman sakın şu 3 şeyi yapmayınız !
  1. Üzerine titremek
  2. Her yaptığına aferin demek
  3. Gerçeklerle arasına mesafe koymak


ÇOCUĞUN ÜZERİNE TİTREMEYİN


Kimse çocuğunun zorlandığını, üzüldüğünü görmek istemez. Çocuğun hayatını kolaylaştırmak için, neredeyse elimizde olmadan hayatın olağan akışına müdahale eder, koşulları yeniden düzenlemeye yelteniriz. Ancak şu da bir gerçek ki, ana baba ne yaparsa yapsın çocuk eninde sonunda zorlanır ve üzülür, çünkü hayat herkes için zordur.

Şöyle bir çocuk düşünün:
  • Ağaca tırmanacak ama dallar çok sıkışık. Hop! Hemen ağaç budanıyor, 2-3 kaba dal bırakılıyor.
  • Basketbol oynamak istiyor ama takıma almıyorlar. Hop! Hemen beden eğitimi öğretmeni ile görüşülüyor, çeşitli yollar deneniyor hatta hoca tehdit ediliyor.
  • Notları düşmeye başladı. Hop! Hemen daha rahat bir okula geçiriliyor.
Bahsettiğimiz hayatı kolaylaştırılmış bir çocuk mu, yoksa hayatı öğrenememiş bir çocuk mu? Ne dersiniz?

Çocuğu zorlanmasın diye koşulları değiştirmeye kalkışan velilerin, çocuğa ne kadar zarar verdiğini hatırlatması için işe yarar bir atasözü tam da buraya yakışır: Zahmet olmadan rahmet olmaz.
Zira zorlanmadıkça gelişme de meydana gelmez. Akılda tutmak gerekir ki, daha zor derslerle, daha zor öğretmenlerle, daha zor yarışlara girerek, daha zor sınavlardan geçerek yetişmeyen çocuklar, hayata geriden başlayacaktır. İleride patronu “zorlandığı için” iş yükünü hafifletecek mi, örneğin?
Çocuğunuzun kendi becerilerini, kapasitesini, ilgi alanlarını bilebilmesi, kendini bulabilmesi için onun üzerine titremeyiniz, hayatını kolaylaştırma işini abartmayınız.



BENİM YAVRUM N’EYLERSE GÜZEL EYLER


Dünyadaki her şey ve herkes için geçerli kuraldır: Çoğu şey vasattır, bazı şeyler iyidir ve pek az şey muhteşemdir.

Bu yüzden sizin çocuğunuz da diğerleri gibi birçok çirkin resim yapacak, nice beceriksizlik sergileyecektir. Çocuğun yaptığı herhangi şeye, mesela bahçede top oynayan çöp adam resmine bile “muhteşem” dersek, çocuğun gerçek anlamda neyin muhteşem olduğunu öğrenmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü ne yaparsa yapsın hep aynı tepkiyi alacak, herhangi şeyi daha iyi yapmak, bir konuda daha iyi olmak için asla gayret göstermeyecektir.

Bu nedenle anne babalar, eğer kendini geliştirmek için çaba sarf eden bir evlat yetiştirmek istiyorlarsa onun her yaptığına alkış tutmamalıdır. Çocukla iletişim kurarken daha az “aferin”, daha çok “fena değil” ve hatta “daha iyisini yapabilirsin” sözleri kullanılmalıdır.

GERÇEKLERLE ARASINA MESAFE KOYMAYIN

 
Gerçekler acıdır. Hayat acıdır. Bu yüzden çocuğu gerçeklerden korumak için atılacak her adım çocuğa zarar verir.

Nedir bu adımlar?

Mesela en sevdiği oyuncağını onuncu defa kırdı. Hemen gidip yerine yenisini almayın. Bu sefer değil. Böylece sevdiği bir oyuncakla daha dikkatli oynamayı öğrenecektir.


Öğrenmezse ne olur?

Kural tanımaz bir bireye evrilir. Daima kendi kurallarını koymaya çalışır ve başkalarının da bunlara uymasını istemeye başlar. İş öyle akla gelmedik yerlere varabilir ki…


Mesela gelecekte bir suç işlerse orada da yardımına koşacak mısınız? Silahı çekip birini öldürse? O kadar da değil diyorsunuz, biliyorum. Hani teşbihte hata olmaz derler, arabayla hız yaparken caddeyi geçen bir yayaya çarpıp ölümüne sebep oldu, diyelim. Bu durumda caddedeki kanı yıkayıp delilleri karartacak, cesedi denize atacak, ölenin ailesini tehditle susturacak ve suçu örtbas etme yoluna mı gideceksiniz?

Yapmayın.
Sakın.



Bu yazı kısmen şu kaynaktan tercüme edilmiştir ve daha önce Kılavuz Kirpi 'de yayımlanmıştır.

Anaokulunda “besmele” öğretmek yetmez

Milliyet gazetesinden Ayşegül Kahvecioğlu’nun haberi, dün basında geniş yankı uyandırdı.

Habere göre;
Osmaniye ili Kadirli ilçe milli eğitim müdürlüğü, anaokullarında değerler eğitiminin nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin 21 sayfalık bir program hazırlayıp ilçedeki okullara gönderirken, programda çok dikkat çekici başlıklar yer aldı.
Buna göre, 3-6 yaş arası anaokulu öğrencileri, derse besmeleyle başlayacak, dua ve sureleri tecvit kurallarıyla öğrenecek.
Çocuklara okulda Kuran-ı Kerim dersi de verilecek. Buna göre öğrenciye Kuran-ı Kerim’le ilgili genel bilgiler verilecek, Kuran’dan bölümler okunacak, Kuran alfabesinin ilk 5 harfi tekerlemelerle mahreçli olarak çalıştırılacak. Besmele ve ‘Allahuekber’ hareketli bir şekilde öğretilecek. Çocuk, besmeleyi hecelerken sağa sola, öne arkaya dönecek, ellerini şaplatacak. “Allahuekber” derken, “Kim daha sesli söyleyecek?” gibi sorularla öğrenci motive edilecek. Dua ve sureler tecvit kurallarıyla öğretilecek.

Reşit olmamış çocukların soyut düşünme yetilerinin henüz oluşmadığı, 18 yaşın altındaki çocuklara din eğitimi verilirken bu bilimsel gerçeğin gözardı edilmesinin ciddi psikiyatrik sorunlar doğuracağı, bilim çevreleri tarafından aylardır dile getiriyor. Daha önceki bir yazımda bu konu üzerinde uzunca durmuştum.

Şimdi madem ülkemizdeki kurumlar bilimsel önerilere kulak asmıyor, neredeyse çeyrek asır İslam Tarihi dersi vermiş olmama yaslanarak, meseleye İslami perspektiften bakmak istiyorum.
İslam dininde adalet ve doğruluk önemsenir, yüceltilir. Ayetler ve sahih Hadislerde tüm inananlara dürüst olmaları, harama el uzatmamaları, adaletli ve merhametli olmaları öğütlenir.

İlkeleri böyle güzel olan bir dinin uygulamasına bakacak olursak, Ayet ve Hadislerin Müslümanlarca pek de mükemmelen uygulanmadığını görürüz, ne yazık ki.

İlk dört Halife’den üçünün suikastlara kurban gitmesi, dini kurallara uygun değildir mesela. Hele Hz. Ömer’in namaz kılarken katledilmesi hazin bir İslam dışılıktır.

Ya da Hz. Muhammed’in vefatından sonra vasiyetinin terk edilmesi, yani Halifelerin sahabe tarafından seçimle belirlenmesine son verilmesi de kötü tatbikata örnektir. 661 senesinde Emevi hanedanı Halifelik makamını silahla, kanla ele geçirmiştir.

Bunlar hep tarihten örnekler.

Peki ya günümüz? Bugünkü İslami toplumlar, rejimlerde durum nasıl?

En yeni örnekten başlayalım. New York Times gazetesinin dünkü haberinden özetle aktarıyorum:

pakistanPakistan’ın kuzeybatısındaki Peşaver kentinde gerçekleşen olayda, silahlı kişiler bir askeri okulu bastı. Baskında 145 kişinin öldüğü açıklandı.

Taliban üyesi saldırganların 9 kişi olduğu, okula ansızın girerek rastgele ateş açtıkları ve el bombaları savurdukları bildirildi. 10 ila 18 yaş arasındaki öğrencilerin okuduğu okulda, askeri personel ve sivillerin çocuklarının eğitim gördüğü açıklandı. Bir bölümü tören sırasında dizilmiş olan 1.100 öğrenciyi 8 saat süreyle hedef alan saldırganlar, Pakistan ordusuna bağlı özel kuvvetler tarafından kıstırılınca üzerlerindeki bombaları patlattı. Taliban sözcüsü Muhammed Umar Horasani, “Ordunun okulunu seçtik çünkü İslam düşmanı devlet personelinin çocukları bu okula gidiyor. Onların bu acıyı hissetmesini istiyoruz” dedi.

Çocuk öldürmenin, Müslüman çocukları öldürmenin, İslam’la bağdaşır bir yanı var mıdır? Bunu savunabilecek bir Müslüman çıkar mı?

boko_haram2Bir başka örnek, Nijerya’dan. Yabancı bir haber sitesinden mealen aktarıyorum:

Nijerya’nın kuzey doğusunda, Borno eyaletindeki Boko Haram saldırısında 13 sivilin hayatını kaybettiği bildirildi. Gajigana bölgesinde askeri üniforma giyen silahlı grubun yerel halka rastgele ateş açtığını belirtti. Saldırıda 11 kişi öldü.

Boko Haram militanlarının, ülkenin kuzeyinde sadece Kasım ayında düzenlediği saldırılarda 300’den fazla kişinin hayatını kaybettiği belirtildi. Örgütün son 5 yıldır gerçekleştirdiği şiddet olaylarında, çoğunluğu sivil olmak üzere yaklaşık 13 bin kişi yaşamını yitirdi.

boko_haramAynı örgüt, 8 – 15 yaşlarındaki yüzlerce kız çocuğunu kaçırarak çeşitli cihatçı terör örgütlerine “satıyor”. Bununla ilgili haberi de BBC Türkçe servisinden aktarıyorum:

Boko Haram’ın lideri Ebubekir Şakau’ya ait olduğu söylenen ve Pazar günü yayınlanan videoda Şakau sosyal medyadaki “Kızlarımızı geri getirin” kampanyası ile dalga geçiyor ve kızlara karşılık hapisteki Boko Haram üyelerinin salıverilmesi isteğini tekrarlıyor. Şakau “Ordumuzu geri getirin” diyor.

İsmi “Batı eğitimi haramdır” anlamına gelen Boko Haram örgütü Chibok şehrinden Nisan ayında 200’den fazla kız çocuğunu eğitim gördükleri okulu basarak kaçırmıştı.

IRAN-JUSTICE-EXECUTION
İran’dan bir başka İslam dışı uygulama ile devam edelim. İran’da geçtiğimiz günlerde bir kadın idam edildi. Neden? Tecavüzcüsünü öldürdüğü için… Tecavüze uğrayan Reyhaneh Jabbari ismindeki 26 yaşında bir kadın… Korunacağına, işlediği cinayet nefsi müdafaa sayılacağına, öldürüldü. Bir İslam devleti bir müslüman kadını katletti. 25 Ekim 2014 tarihli haberi Diken‘den aktarıyorum:

Jabbari’nin idam edilmemesi için Uluslararası Af Örgütü’nün öncülüğünde yürütülen sosyal medya kampanyaları sonuç vermedi. İran idamı bir süre ertelese de, Jabbari bu sabah asılarak idam edildi. Haberi, Jabbari’nin annesi duyurdu.

Bugüne dek onlarca kadının tartışmalı biçimde idam edildiği İran’da, kadın mahkûmlardan işkence altında ifade alındığı ve yalnızca kendi verdikleri ifadelere dayandırılarak suçlu bulundukları iddia ediliyor.


Şimdi, madem ruhsal açıdan zarar göreceklerini bile bile el kadar çocuklara dini eğitim (dikkat! din eğitimi değil, dini eğitim) vermek isteyenler var; o halde lütfen aynı çocuklara bu yazıdaki fotoğrafları da göstersinler.

Ve desinler ki, okuduğun dualar seni Müslüman yapar ama iyi bir insan olmak için Müslüman olmak yetmez. Bak, bu fotoğraflardaki katliamları yapanlar da Müslüman, katlettikleri insanlar da. İyi bir insan olmak için dürüstlüğü, adaleti, merhameti ve insafı da öğrenmelisin.
Çünkü çocukların gerçekleri bilmeye, hepimiz kadar hakkı var.

Madem âdet gördü diye kadın oldu sayıyor ve 9 yaşında başörtüsü taktırıyoruz, madem 14-15 yaşında evlendirmekten utanmıyor, madem 3 yaşında dua ezberletmekte beis görmüyoruz, o halde çocuklara gerçekleri de öğretelim.

Müslümanın Müslümanı katlettiği, cehaletin ve fakirliğin kene gibi yapıştığı, adaletin ve insan haklarının ise yanından geçmediği bir dünyaya sokuyoruz onları. Neye “bismillah” dediklerini bilmeye ve besmelenin Müslümanı, Müslümanın zulmünden korumaya yetmediğini de öğrenmeye hakları olmalı.

Mesela bir Müslüman çocuk örneği olarak Nobel Barış Ödülü sahibi Malala Yusufzay‘ı öğretelim çocuklarımıza. O ödülü nasıl aldığını da! 15 yaşındayken okula gitmek, eğitim almak istediği için Müslüman Taliban tarafından kafasına kurşun sıkıldığını bilsin, çocuklarımız.

Müslümanların, Müslümanlığın sadece evde, anaokulunda gördükleri, sevdikleri nur yüzlü ablalardan, melek kalpli ninelerden ibaret olmadığını bilmeye hakları olmalı…



Kaynak: Kılavuz Kirpi

Türkiye’den bir Finlandiya çıkar mı?

Keşke bizim de Finlandiya’daki gibi bir eğitim sistemimiz olsa, değil mi? Çocuklarımız her PISA [i] sınavından dünya birincisi olarak çıksa, eğitimdeki başarımızla tanınsak…

Peki, bizden, yani Türkiye’den bir Finlandiya çıkar mı?

  • Finlandiya, 5,5 milyonluk nüfusuyla bir İskandinav ülkesi… Nüfusu bizimkinin 14’te biri. Bir başka ifadeyle Ankara kadar.
  • Kişi başına düşen yıllık gelir 50 bin Amerikan doları civarında. Yani bizimkinin 5 katı.
  • Sınıf mevcutları genellikle 15 kişiyi aşmıyor. Bizde ortalama 30 civarı.
  • Okul öncesi yaştaki tüm çocuklar halka açık günlük bakım hizmetlerinden yararlanabiliyor. Bizde ise okul öncesi okullaşma oranı hala %20’lerde.
  • Öğrencilerin girmek zorunda olduğu herhangi bir sınav bulunmuyor.
  • Öğrenciler 7 yaşında okula başlıyor. 7 yaşından önce ailenin eğitimine inanıyorlar.
  • Günde ortalama 4 saat ders görüyorlar.
  • Öğretmenler ilkokuldan itibaren ders kitabını kendileri belirliyor. Dolayısıyla işlenecek konular da öğretmenler tarafından belirleniyor.
  • Okulların mimari yapısı, ev ortamı oluşturulmak üzerine tasarlanıyor.
  • Okulun yönetimini öğretmenler sağlıyor, müdür bulunmuyor.
  • Bazı dersler farklı yaş gruplarıyla birlikte işleniyor.
  • Okul kantininde yalnızca süt, su ve meyve bulunuyor. Alerjisi olan öğrencilere ayrı yemek çıkıyor. Evet, her okulda 1 tane olsa bile…
  • Öğretmen olmak isteyenler yüksek lisans mezunu olmadan öğretmen olamıyor.
  • Devlet, öğrencileri doktora derecesine kadar finanse ediyor.Yani eğitim tam anlamıyla parasız.
  • Ülkede herhangi bir özel okul bulunmuyor.
  • En başarılı öğrenciyle en başarısız arasındaki fark %6’yı aşmıyor.
  • Öğrencilere ev ödevi verilmiyor.
  • İlkokulda öğrencilerin teneffüste geçirdikleri zaman toplam 75 dakika. Türkiye’de ise ortalama 45 dakika. (Amerika’da bu süre 27 dakikaya kadar düşüyor.)
  • Finli öğrencilere eğitim hayatlarının ilk 6 yılında hiçbir şekilde not verilmiyor. Ölçme - değerlendirme süreci öğretmen raporları üzerinden yürütülüyor.
  • 15 yıllık ilkokul öğretmeni yılda ortalama 37.500 $ civarında kazanıyor. Bu rakam ADB’de 45.000 $’a çıkarken Türkiye’de 25.000 $ mertebesinde seyrediyor.

***

Ne kadar farklı, değil mi?

Acaba bizdeki durumun Finlandiya’dan çok çok uzak olmasının tek nedeni “başımızdakiler” mi? Yani bütün suç MEB’de mi?

Bakanlığın ve uyguladığı / uygulamak istediği eğitim politikalarının, çağdaş eğitimin gereklerinden ne kadar geriye düştüğü apaçık ortada. Bunun savunulacak hiçbir yanı yok. Ancak bu yazıda buna değil, daha can yakıcı bir başka meseleye değineceğiz: Eğitimin okul dışında kalan kısmına, terbiye meselesine…

Örnekse tıpkı Finlandiya’da olduğu gibi bizim okullarımızda da çocuklara, doğayı korumak gerektiği, musluğu boş yere akıtmamak gerektiği, uluorta çöp atmamak gerektiği, kültür düzeyimizi yükseltmek için kitap okumak gerektiği, başkalarını rahatsız edecek davranışlarda bulunmamak gerektiği gibi güzel davranışlar öğretilir. Her çocuk bunları okulda öğrenir. Öğretmeninden öğrenir.

Peki, neden yapmaz?

Okula Finlandiya’da gitmediği için değil elbet. Eğitimle kazandırılmaya çalışılan düzgün davranış mayasının tutmamasının sebebi evdir, evdekilerdir.


Gelin, çocuğun okuldan en uzak olduğu zamana bakalım: Tatile.

Yaz tatili eğitimcilere, Türk tipi çekirdek aile hakkında enteresan gözlemler yapmaya imkân tanır. Zira deniz kıyısına yayılan, memleket / köy / kasaba yollarında düşen, çeşit çeşit, renk renk aileler, yılın o eşsiz bir-iki haftasını bir arada geçirirler. Yıl boyu çocuğu ya okula, ya kursa, ya büyükanneye götürmüş, bir yolunu bulup akşamları bir iki saatin dışında onunla bir arada olmamışlardır. Elli haftayı ayrı hayatlarda yaşayan çekirdek aile, iki haftalığına birleşir. Böylece evin duvarları, kapalı kapıları ardına gizlenmiş nice antikalık, bu kısacık zamanda gözler önüne serilir.

Anne vardır, telefonu açar açmaz “aaaay caaanııııııııımmm, nasıl özlediiiimmmm” diye başladığı görüşmeyi bitirince eşine döner, " bu görgüsüzler de geliyormuş, hafta sonuna dönsek mi? " deyiverir. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Bazı babalar, sadece spor gazetesi okur. Ellerine kitap aldıkları görülmemiştir. Mesela futbol müsabakası izlerken buraya yazamayacağım ama hepinizin duyar gibi olacağı küfürler savururlar, bağıra çağıra. Yenilen takımı tutan arkadaşla alay etmek, onu rencide edecek türlü şakalar (!) yapmak, "babalar" dünyasında doğal addedilir. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Kimi anneler çok meşguldür. Gözleri, içini çeke çeke ağlayan çocukta değil, TV ya da telefon ekranındadır. Okuldan yaka - paça darmadağın gelen çocuğa ne oldu diye sormadan fırçayı basar: "Ne o üstünün hali! Çabuk git temizlen!" Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Bazı babalar garsonu “hişş hüoooğp baksana” nidasıyla çağırmakta bir ayıp görmez. Şakalaştığı karısının omzunu, elinin içiyle ayılama stilde ittirmekte de sorun yoktur onlar için. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Ya da yaz vesilesiyle memlekete gidilmiştir. Çocuk, okulda edindiği özgüvenle büyüklerin sohbetine dâhil olmaya kalkışınca enseye şaplağı yer: “Burası İstanbul değil, küçükler her lafa girmez, sen sus bakayım”. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Çay bahçesinde, kafede “Meliiisss, gel kardeşinle ilgileeeennnn” diye haykıran anne, bir yandan da bebeğin son santimine kadar doldurduğu bezini değiştirmektedir. Bitişik masada yemek yiyenlere aldırmak, fıtratında yoktur. Melis bu davranıştan ne öğrenir?

Tamam, tamam kızmayın. Sizden bahsetmiyorum. Ama biliyorsunuz, gözünüzün önüne bazı yüzler geliyor şimdi. Tanıyorsunuz bu aileleri, değil mi?

O yüzden lütfen bu yazıyı paylaşın. Eğitimin okulda, terbiyenin ailede verildiğini hatırlatmanızda ne sakınca olabilir ki? Belki birilerinin işine yarar, küçücük çocukları kusurlu ilan etmekten, koskoca öğretmenleri paldır küldür eleştirmekten utanır, çekinirler.  Belki paylaşımınız sayesinde birileri, çocuktaki “arıza”ların izini, baktığı aynada sürmeyi akıl eder. Çok da iyi olur.

Ailede verilen terbiye Finlandiya olmaya giden yolun ilk taşlarını döşeyecektir, inanın. Sonrasını yine “yukarılardan” talep etmeyi sürdürürüz…


[i] PISA: Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (Programme for International Student Assessment)

MİLLİ EĞİTİM ŞÛRASI HAVANDA SU DÖVDÜ

3 – 6 Aralık 2014 tarihlerinde Antalya’da düzenlenen 19. Milli Eğitim Şûrası bugün sona erdi. Ardında manşet vampirlerinin ağzını sulandıran birkaç “bomba” haber başlığı bırakarak unutulup gidecek.

Oysa ülkemizde eğitimin son derece GERÇEK sorunları var. Bu sorunlar da pek öyle Maarif-i Milliye Şû’ray-ı İştigal-i A’besiye[i] falan toplamakla çözülecek türden değil.

Ne gibi kararlar çıktığını herhangi kaynaktan bulabilirsiniz. Ben asıl bu havanda su dövme işi üzerinde durmak istiyorum. Zira şûrada eğitimcinin, öğrencinin, ülke kalkınmasının ve geleceğimizin yararına işler yapıldığını söylemek zor.


Dört günlük sözümona eğitim zirvesinde neler yoktu?

1. Şûra kararlarının uygulanıp uygulanmayacağı tamamen Milli Eğitim Bakanlığının keyfine kalmış. Yüzlerce eğitim profesyoneli, günlerce vakit harcayıp eğitim meseleleri üzerine kafa yoruyor, dil döküyorlar. Ancak sözlerinin bir kıymeti yok. Zira uygulamaya etki güçleri bulunmuyor. Son sözü “büyük patron” söylüyor. Bu gibi toplantılar da sektörün / camianın “gazını almak” ve “nabız yoklamak”tan öteye gidemiyor.

2. Bu kadar etkisiz ve yetkisiz bir kurulda bile, ne ilginçtir ki öğrencilere yer verilmiyor. Yaratılan bu göz boyamacı demokrasi ikliminde bile öğrenci temsilcileri bulunmuyor. Oysa eğitim dünyasının bir yarısı da öğrenciler ama anlaşılan Milli Eğitim çevreleri, öğrencilerin sesini duymak istemiyor. Ya onları hakir görüyor, çoluk çocuk ne bilecek diyorlaar ya da söyleyeceklerinden endişe duyuyorlar.

3. İşi yapanla işi yöneten hala aynı kişiler değil. Umay Aktaş Salman El Cezire’deki haberinde çok isabetli bir tespitte bulunulmuş. Aynen aktarıyorum: Öğretmenlerin % 55’inin kadın olduğu Türkiye’de, kadın okul yöneticilerinin oranı sadece % 11. Toplam 81 il milli eğitim müdürü içinde sadece 1 kadın var. Nasıl ki eğitimin karar alma süreçlerinde öğrenciye söz hakkı verilmiyorsa, öğretmenlere de söz hakkı verilmiyor demektir. Yönetici koltuklarındaki erkek işgali bunun delili.

4. Şûranın açılışında konuşan Cumhurbaşkanı “öğrencilerin özgüvenini artırmak gerekir” dedi. Haklı. Ancak nasıl artırılacak öğrencinin özgüveni? PISA testlerinde daima son 10’luda yer alan Türk öğrencisinin kendine güven duygusunu artırmak için mi ortaöğretimde türban serbestliği (!) getirildi? 9 yaşındaki kız çocuklarına kadın muamelesi yapmak, cinselliği kafalarına sokmak mı özgüveni geliştirecek? Üstelik bu konuda “çocuğa türban çocuk pornosuyla eşdeğerdir” şeklinde görüşler varken…

5. İlkokul 3. Sınıfa kadar inen İngilizce eğitiminin sonuçları ortada. Milletçe “çat – pat” seviyesinin ötesine geçemedik. Sıkıştığımızda van minüt demekten ileri gidemiyor, meramımızı sözümona öğrendiğimiz bu dille anlatamıyoruz. Bu gerçek önümüzde duvar gibi dikilirken kalkıp bir de Osmanlıca dersini zorunlu kılmayı tartışmanın anlamı ne? Açıkça söyleyeyim. Ben üniversitede Tarih okudum. Üstelik fakülteye birincilikle girmiştim. Yani kapasite kıtlığı çektiğim söylenemez. Sonuç? Kitap harfi dışında hiçbir metni hatasız ve rahatça okuyamıyorum. Bir tek ben mi? Bize 4 yıl Osmanlıca dersleri verildi. Tüm eğitim ve fen – edebiyat fakültelerinde okuyan Tarih ve Türk Dili öğrencilerine verilir. Sonuç? Mezun olduktan sonra özel çaba sarf etmeyen, özel ders almayan hiçbir Tarihçi ve Dilci akıcı şekilde Osmanlıca okuyamıyor, okusa bile yazamıyor. Hal böyleyken liseli çocuklardan istenen nedir?

6. Milli eğitimin sorunlarının etraflıca ele alınması beklenen böyle kapsamlı bir toplantıda nedense kimse okula devam sorununu gündeme getirmedi. Daha önceki bir yazımda “Nerede bu çocuklar” demiştim. Okul öncesi dahil, 18 milyon öğrenciden 1 milyon 800 bini bir üst okula kaydını yaptırmamış. Bu rakamlar geçtiğimiz Haziran ayına ait. Yani Milli Eğitim Şûrası toplandığında bir önceki yıl okula devam eden yaklaşık 2 milyon öğrenci okul dışında. Ayrıca son düzenlemeyle 4. sınıftan sonra dileyen aile çocuğunu okuldan alıp açık öğretime yazdırabiliyor. Bu da önemli miktarda öğrenciyi okul dışına itiyor. Milli eğitimin temel sorunlarından biri okula devam değilse nedir?

7. Şûrada ele alınmayan bir başka mesele müfredat konusu. Lise ders programları incelendiğinde, neredeyse tüm liselerde aynı derslerin zorunlu kapsamında okutulduğu anlaşılıyor. Böyle tek tip bir müfredat ile nasıl olup da liselerin meslek lisesi, fen lisesi, imam hatip lisesi, anadolu lisesi, sosyal bilimler lisesi, vb. türlere ayrıldığı neden incelenmiyor? Tüm lise türlerinde aşağı yukarı aynı dersler okutulacaksa neden genel liseler kapatıldı? Üstelik temel bilim derslerinin (tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, biyoloji) sadece 2 yıl okutulması, bunun genel başarıyı düşürmesi, iki yıllık bilim eğitiminin dünya ölçeğinde rekabet için ciddi şekilde yetersiz olduğu üzerinde de hiç durulmadı.

8. Gündeme alınmayan bir diğer konu sınıf mevcutları. Yard. Doç. Dr. Çağdaş Şirin’in yazısında gayet haklı olarak işaret ettiği mesele, Türkiye’deki sınıf mevcutlarının OECD ortalamasının çok üstünde olması. Dünyada bir sınıfta ortalama 17 öğrenci okurken bizde bu rakam 46’ya kadar çıkıyor. İstanbul gibi ülke nüfusuna yaklaşan 18 milyonluk bir metropolde ilköğretimde her dersliğe ortalama 39 öğrenci tıkıştırılmış durumda.

9. Şûrada üzerinde durulmayan en ciddi eğitim sorunlarından biri öğretmenlerin özlük hakları. Öğrencileri PISA testlerinde başarılı olan ülkelerde aylık öğretmen maaşları 5 – 7 bin TL mertebesinde. Bizde ise öğretmene hala mümkün olan en düşük ücretler ödeniyor. Eğitimin karar mekanizmaları gerçekten eğitimin kalitesini, öğretmenin niteliğini artırılmak istiyorlarsa acilen ve çok radikal şekilde ücret politikalarını gözden geçirmeliler.

10. Son ve en önemli mesele ise çocuk yaşta evlilik. Ülkemizde evli her 3 kadından biri çocuk yaşta, yani 18 yaşın altında. Tabii 9 yaşındaki kız çocuklarını “kadın” sayıp âdet görmüşse başını örtsün fikriyatındaki bir kitleye eğitimin direksiyonu verilince uluslararası sözleşmelerle güvence altına alındığını sandığımız çocuk hakları da kağıt üzerinde kalıyor. Ne acıdır ki dilendirilen çocuklar için, evlendirilen çocuklar için, sömürülen, çalıştırılan, şiddette maruz kalan çocuklar için etkili, çağdaş ve kalıcı bir destek verilmiyor. Zararlı madde kullanıcısı haline gelmiş çocuklara da afişler üzerinden ve pek tepeden bir “hııı, yapmayın bakayım!” demenin ötesine geçilmiyor.


Özetle, Milli Eğitim Şûrası, eğitimin ciddi ve acil müdahale gerektiren sorunlarını görmezden gelip sansasyonel bir takım konular üzerinde buz dansı yapıldıktan sonra, dağılmış bulunuyor. Bunca abesle iştigalden sonra çocuklarımızın yüzüne nasıl bakacağız, bilemiyorum…

[i] Milli Eğitim Abesle İştigal (Saçmalıkla Uğraşma) Şûrası

kaynak

Hikayemizi yazan haritalar

Dünyayı, dünyadaki yermizi, toplumun durumunu anlamak için istatistiklerin ve araştırma sonuçlarının yansıtıldığı haritalardan daha etkili ne olabilir?

İşte hepimiz anlayalım, aynaya bakalım, halimizi görelim diye Türkçe'ye tercüme ettiğim, eğitim – toplum – yaşam ve sair üzerine çeşitli haritalar:

Eğitimden çalışma yaşamına, siyasete ve toplumsal hayata katılıma kadar, kadın – erkek eşitliğinde dünyanın en kötü durumdaki ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Kadınlar tüm bu alanlarda erkeklerden geri bırakılıyor.
kadin_erkek_esitligi_WEF


Kadınlarımızın can güvenliği yok. Kadın cinayetleri bir türlü önlenemiyor…
kadin_can_guvenligi


Bu ülkede anne – babalar el kadar çocukları düzmece “deli” raporuyla okuldan alıyor, bir takım adamlara veriyor, hatta satıyor. Başka koca koca insanlar bu hale bakıp halay çekiyor, otoriteler sessiz kalıyor. Bu pedofili salgınının adına da gelenek, töre, başlık, evlilik, düğün ve sair deniyor…
cocuk_gelin


Ülke nüfusumuzun %60’tan fazlası ortaöğretim almamış yani liseye gitmemiş olanlardan oluşuyor.
ortaogretim_almayanlar


Bilim ve teknoloji alanlarında doktora yapan gençlerimizin sayısı, Avrupa’nın en düşük oranını yansıtıyor.
doktora


Mezuniyetten sonra yeni bir bilgi / beceri edinmeyen, defteri kitabı kapatanlar arasında üst sıralardayız.
yasam_boyu_ogrenma


Bunca geriliğe, eğitimsizliğe ve ayrımcılığa rağmen mutluyuz, hayatımızdan memnunuz.
mutluluk


Bu mesnetsiz mutluluğun nedenini anlamak kolay değil.
Belki de Avrupa’nın en çok gökdelenine sahip ülkede yaşadığımız için keyfimiz böyle yerinde…
gokdelen


Bu yazı daha önce Kılavuz Kirpi 'de yayımlanmıştır.

Hayatın aynası: Haritalar

Dünyayı, dünyadaki yermizi, toplumun durumunu anlamak için istatistiklerin ve araştırma sonuçlarının  yansıtıldığı haritalardan daha etkili ne olabilir?
İşte eğitim – toplum – yaşam ve sair üzerine çeşitli haritalar:



Eğitimden çalışma yaşamına, siyasete ve toplumsal hayata katılıma kadar, kadın – erkek eşitliğinde dünyanın en kötü durumdaki ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Kadınlar tüm bu alanlarda erkeklerden geri bırakılıyor.

kadin_erkek_esitligi_WEF


Kadınlarımızın can güvenliği yok. Kadın cinayetleri bir türlü önlenemiyor…
kadin_can_guvenligi



Bu ülkede anne – babalar el kadar çocukları düzmece “deli” raporuyla okuldan alıyor, bir takım adamlara veriyor, hatta satıyor. Başka koca koca insanlar bu hale bakıp halay çekiyor, otoriteler sessiz kalıyor. Bu pedofili salgınının adına da gelenek, töre, başlık, evlilik, düğün ve sair deniyor…

cocuk_gelin



Ülke nüfusumuzun %60’tan fazlası ortaöğretim almamış yani liseye gitmemiş olanlardan oluşuyor.
ortaogretim_almayanlar


Bilim ve teknoloji alanlarında doktora yapan gençlerimizin sayısı, Avrupa’nın en düşük oranını yansıtıyor.
doktora



Mezuniyetten sonra yeni bir bilgi / beceri edinmeyen, defteri kitabı kapatanlar arasında üst sıralardayız.
yasam_boyu_ogrenma



Bunca geriliğe, eğitimsizliğe ve ayrımcılığa rağmen mutluyuz, hayatımızdan memnunuz.
mutluluk



Bu mesnetsiz mutluluğun nedenini anlamak kolay değil.
Belki de Avrupa’nın en çok gökdelenine sahip ülkede yaşadığımız için keyfimiz böyle yerinde…
gokdelen
Haritalar Beril Devlet tarafından Türkçeleştirilmiştir.
Kapaktaki haritanın kaynağı
Kılavuz Kirpi

YÜZÜNDE HAYAT SOLAN ÇOCUKLAR

Afganistan’ın çocukları onlar.
Yani Hazara, Paştun, Tacik, Özbek, Türkmen, Beluci halkların buruk evlatları.
Afganistan’ın, insanın kemiklerini sızlatan yoksulluğu, tedirginliği onların yüzlerine kazınmış. Bakışlarında nefesler susmuş, hayatlar solmuş adeta.
Dünyanın unuttuğu çocuklar.
Gözle değil, sırtla baktığımız hiçlikle büyüttüğümüz çocuklar.

Fotoğraflar büyük üstat Steve McCurry imzası taşıyor. Müzik ise bir başka dev isimden, Farid Farjad – Davighbayk

Kaynak

TÜRKİYE’DE ÇOCUK OLMAK

Türkiye’de çocukların yaşamı, durumu hakkındaki istatistik veriler korkunç.
Masumiyetle, oyunla, eğlenceyle, sevgi ve şefkatle anılması gereken çocukluk; şiddet, istismar, ölüm gibi insanın soluğunu kesecek tehditler tarafından kıskaca alınmış durumda.
Çoğunluk kendi çocuklarını bağrına basarken dilendirilen, evlendirilen, çalıştırılan ve suça itilen çocuklara bakmamaya gayret ediyor. Tıpkı arabaların geldiği yöne bakmayınca sağ salim karşıya geçeceğini sanan ve kendini caddeye atanlar gibi…

Geçtiğimiz günlerde Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu tarafından Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin yürürlüğe girişinin 20. yılı dolayısıyla İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Prof. Dr. Cemil Bilsel Konferans Salonu’nda düzenlenen “Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 20. Yılında Neredeyiz?” forumu hakkındaki haberlere dikkat çekmek istiyoruz.
Foruma Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu kurucularından Yasemin Öney Cankurtaran, Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu başkanı Figen Özbek, İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi üyesi Seda Akço ve Aile Hukuku Derneği başkanı Prof. Dr. Bahadır Erdem katıldı.
Yukarıda adı geçen uzmanların Bugün gazetesinin Anadolu Ajansına dayanarak verdiği 19 Kasım 2014 tarihli haberinde yer alan sözlerinden, durup düşünmemiz gereken kısımları sizler için görünür kılmaya çalıştık.

child_in_prison 

child_labor 

criminal_child 

child_poverty 

child_marriage 
Kaynak

100 BİN KİŞİLİK SINIFTA ÖZEL DERS

1980 Darbesinin icadı olsa da, 24 Kasım Öğretmenler Günü Türkiye’de hemen tüm çevrelerce kutlanan bir gün. Öğretmenler, öğrenciler, veliler, eğitim yöneticileri, devlet katı… Hiçbirinin 5 Ekim’deki asıl ve uluslararası öğretmenler gününden haberdar olduğu söylenemez. Bilenler de o tarihte kutlamaktansa 24 Kasım’ı tercih ediyor.
5 Ekim, 24 Kasım… Her neyse. Bir öğretmenler günü olması, öğretmenler gününün kutlanması güzel.
Özel günler, bayramlar ve benzeri topluca yapılan kutlamalar, genellikle anma ve doğum günü merasimlerinden farklı bir ruha sahip: Zamandan bağımsız algılanıyorlar. Öncesi – sonrası yok.
Sadece milli bayramlarda, o da geçmişe dönük bir zaman algısı mevcut. Mesela “Cumhuriyet’in 91. Yılı” gibi…
Peki, ya gelecek?

Bu yılki öğretmenler gününde kutlama mahiyetinde bir yazı hazırlamak istemiyorum. Mesleğin güçlüklerinden söz etmekten ya da gündelik sorunlara değinmekten de kaçınacağım. Eski ağaçları silkelemeyeceğim bu defa. Zira hiçbirinin altına lezzetli bir meyve düşmeyecek.
Bu defa, öğretmenliğin geleceğine bakmak istiyorum. İçine teknoloji katılmış eğitimden değil, gerçekten teknoloji ile eğitimden. Öğretmenliğin yarınında bu var zira. Gelecek 10 – 20 – 30 yılda okul konsepti, öğretmenlik anlayışı, eğitim felsefesi tümden değişecek. Değişmek zorunda kalacak. 100 bin kişilik bir sınıfta özel ders vereceğiz, mesela.
Yarınlarınız bilimsel olsun, teknolojik olsun, öğretmenler gününüz kutlu olsun efendim. Buyurunuz saygıdeğer öğretmenlerimiz, Peter Norvig yarının dersliğinden bahsediyor:

Kaynak

3 GRAFİK İLE EĞİTİMDE HASAR TESPİTİ

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü yani evrensel adıyla OECD (Organisation for Economic Cooperation and Development) düzenli olarak dünya ülkelerindeki gelişmeleri, gerilemeleri izler ve hem politika yapıcılara kılavuzluk etmesi hem de yönetilenlerin kendi durumlarını dünya ölçeğinde görmesi için raporlar halinde yayımlar.
Ekonomiden savunmaya, sağlıktan eğitime kadar yaşamın hemen her alanını kapsayan bu hacimli raporlara internet üzerinden ulaşmak mümkündür. OECD, yayımladığı raporun dilini bilen, konuyla ilgili hemen her profesyonelin rahatça inceleyebileceği türden bir bilgi sunma sistemine sahiptir.
Dileyen okuyucular, bu yazıda bir boyutuyla inceleyeceğim “Education At A Glance – 2014” (Bir Bakışta Eğitim – 2014) adlı raporun tamamını şuradan indirebilirler.
Gerçi MEB 2013 tarihli bir önceki raporu kısmen Türkçeleştirmiş. Onu da şurada yayınlamış. Ancak İngilizce aslındaki verileriler ile kıyaslayınca son derece daraltılmış olduğu göze çarpıyor. Şu kadarını söyleyeyim, Türkçesi 24 sayfa olan 2013 tarihli raporun İngilizce aslı 440 sayfa ve sizi temin ederim, Türkiye ile ilgili kısımlar 24 sayfadan kat kat fazla. Hemen her çizelgede Türkiye’deki eğitimin durumuna dair rakamlara yer veriliyor ve tüm başlıklar altında da ülkemizin eğitim çıktıları inceleniyor. Bu yüzden bende Türkçe çeviri için bir “seçki” yapıldığı intibaı uyandı.
Gelelim bu yılki raporda dikkati çeken tablolara. Takdir edersiniz ki, bir ülkenin eğitim çıktılarını istatistik veriye dönüştürmek zaman alan bir iştir. 2014 raporundan edindiğimiz bilgiler de bu yüzden 2012 yılına kadarki durumu, değişimi resmediyor.

GENÇLERİMİZİN ÜÇTE BİRİNİ KAYBETTİK
Geçtiğimiz aylarda “Nerede Bu Çocuklar?” başlıklı yazımda değindiğim endişe verici rakamlar, OECD raporuyla da örtüşüyor, ne yazık ki.
Aşağıdaki tabloda 15 – 29 yaşları arasındaki gençlerden işsiz ve okulsuz olanların oranı gösteriliyor. Bu insanlar ne herhangi bir eğitim kurumuna devam etmekte ne de herhangi sigortalı bir işte çalışmaktalar. Yani ya aylak geziyorlar ya da güvencesiz olarak çalıştırılıyorlar.
 issiz_okulsuzlar_2011_2012
Yani yaklaşık 20 milyon nüfusun üçte biri, 6 – 6,5 milyon kadarı bu durumda…
BİR ÖĞRETMEN KAÇ ÖĞRENCİDEN SORUMLU, BİLSENİZ…
Aşağıdaki tabloda belli başlı ülkelerde öğretmen başına düşen öğrenci sayıları gösteriliyor. Kabaca, ülkedeki toplam öğrenci sayısının toplam öğretmen sayısına bölünmesiyle elde edilen bu rakamlar, eğitim kalitesini belirleyen en önemli parametrelerden biri.
Sorumlu olduğu öğrenci sayısı arttıkça öğretmenlerin verimli çalışma imkânından gitgide uzaklaştığını bilmek için eğitimci olmaya gerek yok. Şöyle bir düşünelim: Her yazılı sınavda 100 öğrencinin kâğıdını okuyan bir öğretmen mi derste daha verimli olur, öğrencisini daha yakından izler yoksa 500 öğrencinin kâğıdını okuyan mı?
Tablodaki verileri değerlendirmek için OECD ortalamasının öğretmen başına 15 öğrenci olduğunu belirtelim. Örneğin en kötü durumdaki İsrail’de bu oran 1’e 27. En iyi durumdaki İsveç ve İzlanda’da ise öğretmen başına yaklaşık 6 öğrenci düşüyor.
ogretmen_basina_ogrenci_ana
En kötü ülkelerden biri durumundaki Türkiye ise bu listede sondan altıncı. Ülkemizde her bir öğretmen 21 öğrenciden sorumlu.

ANNELER İŞSİZ, ÇOCUKLAR DÖRT DUVAR ARASINDA
Aşağıdaki tabloda 3 yaşında okul öncesi eğitime başlayan çocukların sayısında, 2005’ten 2012’ye kadar gözlenen değişim gösteriliyor.
Örnekse Belçika ve Fransa’da 3 yaşındaki çocukların tamamı 2005’ten beri anaokuluna kayıtlı. Türkiye’de ise bu oran %5-6’larda takılıp kalmış görünüyor.
anaokuluna_kaydolma_oranlari
Bu ne demek?
Öncelikle 2005 – 2012 arası dönemde okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmak için harcanan paralar boşa gitti demek.
Ayrıca bu yaşlarda çocuğu olan annelerin de büyük bir çoğunluğunun iş yaşamından uzak tutulduğu da anlaşılıyor.
Zira eğer çocuk bir anaokuluna devam etmiyorsa ancak evde bakılıyor olmalıdır. Bu durumda ya bir aile büyüğü ya da ücretli bir bakıcıya teslim edilmiş olsa gerektir. İster işsiz ve çoğu defa mesleksiz, eğitimsiz annesi tarafından bakılsın ister büyükanne isterse de bakıcı. 3 yaş çocuğu okulda değilse alacağı eğitim, edineceği beceriler ve gelişimi ancak ona bakan bu kişilerin akademik kapasitesiyle sınırlı kalacaktır.
Üstelik yaşıtlarıyla birlikte oyun oynayarak öğrenme imkânından da yoksun kalacağı için ilkokula başladığında arkadaşlarıyla iletişim kurmakta, diğer çocuklara göre daha çok sıkıntı çekeceklerdir. Bu şartlarda büyütülen çocukların anaokuluna giden yaşıtlarından geri kalacağını bilmek için de eğitimci olmak gerekmez.
SONUÇ?
  1. Gençler işsiz ve eğitimsiz.
  2. Öğretmenlerin verimli çalışmasını beklemek güç.
  3. Anneler eve kapanmış ve küçük çocuklar eğitime geç kalıyor.

ÇÖZÜM?
Türk eğitim sisteminin iyileştirilmesi gerçekten isteniyorsa, en azından bu veriler ışığında yapılması gerekenler bellidir:
  1. 12 yıllık zorunlu eğitime devam zorunluluğu da getirilmelidir. Mevcut uygulama 9 yaşından sonra (4. Sınıfı bitirince) öğrencilerin açık öğretime yönelmesine izin vermektedir. Bu da genç nüfusu okuldan – eğitimden mahrum bırakmakta, işsiz ve/veya mesleksiz nesiller yetişmesine sebep olmaktadır.
  2. Acilen öğretmen başına düşen öğrenci sayısını yarı yarıya azaltacak kadar öğretmen ataması yapılmalıdır.
  3. Kadınların meslek edinmesi teşvik edilmeli, 3 yaşını geçen her TC vatandaşına devlet okullarına devam etme, anaokulu eğitiminden yararlanma hakkı sağlanmalıdır.

Bu yazı daha önce http://vivahiba.com adresinde yayımlanmıştır.
 
Kaynak

YALINAYAKLAR KOLEJİ – Yoksulluk Eğitime Engel Değil

Mucizenin 1. ayağı:
Köylüler.
Günde 1 dolardan az gelirleri var.
Hindistan’ın en yoksul köylerinde yaşıyorlar.
Çocuklarını herhangi bir okula göndermeleri imkansız gibi görünüyor.

Mucizenin 2. ayağı:
Bunker Roy
Hindistan’ın en seçkin ailelerinden birinin oğlu.
En iyi ve pahalı okullara gitmiş, yaldızlı diplomalar almış.
Ailesinin kendisinden tüm beklentilerini elinin tersiyle bir kenara itiyor ve bambaşka bir yol seçiyor…

Ülkemizde derin bir yoksulluğun hâkim olduğunu bilmeyenimiz yok. Belki gündelik hayatlarımızda bu can yakıcı yoksulluk ile pek sık yüzyüze gelmiyoruz ama biliyoruz ki milyonlarca insan, insanımız derin ve dehşet verici bir fakirliği, yokluğu, yoksulluğu yaşıyor.

Bir kesimimiz, en varlıklı %20’miz, çocuğunu hangi koleje kaydettireceğine dertlenirken, o okullarda hayata dair gerçek bilgilerin, işe yarar ve pratik bilgilerin yanından bile geçmeyen bir eğitim verildiği gerçeğini gözardı ediyor. Her yıl bir ev parası ödenen okullardan, yaldızlı ve manasız diplomalarla mezun oluyor, gençler.
Bir başka kesim, en yoksul %20 ise o akşam sofraya bir çorba ve birkaç somun ekmek koyabilmek için günün 14-16 saatini çalışarak geçirmek zorunda ve bunca yoksulluk içinde çocuğun okulunu falan düşünecek hali yok. Sosyal sistemimiz çocukların (evet, küçücük, el kadar, oyun çağındaki çocukların) evlendirilmesine, çalıştırılmasına, dilendirilmesine mani olacak etkili önlemler almaktan aciz kalmış görünüyor.

Türkiye’dekinden daha derin ve feci bir yoksulluğun yaşandığı Hindistan’dan bir mucize öyküsü sunmak istiyorum, sizlere: Yalınayaklar Koleji. Günde 1 dolardan düşük gelirle hayatta kalmaya çalışanların okul – eğitim – çocuk ekseninde bulduğu ve yaygınlaştırdığı muhteşem bir formül.
Bunker Roy, sanırım bir modern çağ kahramanı. Robin Hood’dan farkı zenginden alıp fakire vermenin ötesinde: Fakirin kendi bilgeliğini keşfetmesine ve bununla bir gelecek inşa edecek gücü kendinde bulmasına önayak oluyor.

Bunker Roy’un TED için verdiği konferansı dilimize Onur Arpat kazandırmış.

Kaynak

Kitap Tanıtımı: Karl Popper – Açık Toplum ve Düşmanları

Hoşgörülü müsünüz?

Ben pek hoşgörülü olduğumu söyleyemem.
Sabırlıyımdır gerçi.
Sabrımın sınırına gelince -tanıyanlar bilir- diyeceğimi der, çeker giderim.
Fıtratım (!) budur.


Necip Türk milleti benim gibi değil ama.
Acayip hoşgörülü.
Aşırı hoşgörülü.

Öyle hoşgörülü ki, kendisine ayrılan hoşgörünün sonuna gelindiğinin bile farkında değil. Bu engin (!) hoşgörü, onu nereye sürüklüyor, anlamış gibi görünmüyor…


Konu hoşgörü olunca sizi mükemmel bir zihinle, değerli bir beyefendiyle tanıştırmak isterim:
Felsefenin en tatlı bilgesi Karl Popper’la!


Popper’in büyük eserlerinden birini, The Open Society and Its Enemies adlı iki ciltlik kitabını, yine büyük ve şahane bir hoca olan Mete Tunçay, Harun Rızatepe ile birlikte Türkçe’ye çevirmiş.

popper4Eserin adı Açık Toplum ve Düşmanları.


Açık Toplum ve Düşmanları, orijinal haliyle 1945 yılında okuyucuyla buluşmuş.

Popper’in Hitler Nazizmine saldırısı ve kendi demokrasi anlayışını savunması niteliğindeki bu değerli eseri temin etmek için aceleci davranmanızı öneririm. Zira siz temin edene kadar tükenebilir.

Görünen o ki, felsefe kitaplarının çoğunda olduğu gibi bu nefis çeviri de yeter sayıda ve sıklıkta basılmamış. İlk baskısı 1994 yılında Remzi Kitabevinden çıkmış. 2000 yılında yeniden basıldıysa da bu nüshasına ulaşmak pek mümkün değil gibi. 2013 tarihli yeni naskısı ise bugün birçok kitapçıda bulamayacağınız kadar azalmış durumda.


Kitabı okumadan önce Karl Popper’i ve fikirlerini daha yakından tanımak için bir konuşmasından alıntı yapmakta fayda var.

Hitler’in seçimle göreve gelmesi ve Almanya’nın başına geçmesi meselesine “hoşgörü” merceğinden bakıyor Popper ve bakın hoşgörünün sınırını nasıl çiziyor:

Her şeyi hoşgörmenin sonu, hoşgörünün büsbütün ortadan kalkmasıdır.

Hoşgörünün sınırlarını, hoşgörüsüzleri de kapsayacak kadar genişleterek toplumu hoşgörüsüzlerin saldırılarından korumayı akıl edememek, sonunda hoşgörülüleri de hoşgörünün kendisini de yok edecektir.

Bu ifadeyle, mesela, toleranssız düşünce akımlarının toplum nezdinde baskılanmasını kastetmiyorum. Akla uygun bir karşı tezi üretilebildiği ve kamuoyundaki yansıması göz önünde bulundurulduğu müddetçe, elbette herhangi bir görüşü yasaklamak ya da baskılamak akıllıca değil.

Ancak hoşgörüye yer vermeyen fikirlerin, gerektiğinde güç kullanılarak bastırılmasını savunalım ki, bunların bizimle akıl düzleminde karşılaşmaya ne kadar hazırlıksız olduğu çabucak ortaya çıksın.

Böyleleri akıl düzleminde tartışmaya alışık değillerdir. Mantıklı bir eleştiriye yumruklar ya da silahlarla karşılık vermeleri işten bile değildir.

İşte bu nedenle, hoşgörünün korunabilmesi adına, hoşgörüsüzlere karşı hoşgörülü olmama hakkını talep edebilmek gerekir.

Kendini yasanın dışına konumlandıran, hoşgörüsüzlüğü bir öğreti gibi benimseyen ve yücelten herhangi hareketi, cinayetin veya adam kaçırmanın ya da köle ticaretinin yüceltilmesi kadar ciddi ve o biçimde suça teşvik saymalı ve buna göre kovuşturmaya tabi tutmalıyız.

 Kaynak
karl-popper

Strese giren çocuk ne ister?

Geçenlerde ciddi ve güvenilir bulduğum bir psikoloji sitesinde etkileyici bir infografik gördüm.
Psych Central adlı bu sitede paylaşılan bilgiler, Kids Health (Çocuk Sağlığı) adresinde yayımlanan bir araştırma sonucunun görselleştirilmiş hali idi.

Çocuklarının gergin, üzgün ve stresli olduğu zamanlarda ne yapacağını, işe nereden başlayacağını bilemeyen, gözyaşları içindeki evladı karşısında kendini güçsüz ve çaresiz hisseden anne – babalar için bahsettiğim görseli, yani araştırma sonuçlarını Türkçeleştirdim.

Umarım ana babalar için yararlı olur.
whatkidswant_rev2
Kaynak

DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ

Bugün 20 Kasım, dünya çocuk hakları günü. Aslında kutlamamız, bir şenlik havasında geçirmemiz gerek ama nerde…

Zira bugün çocukların vatandaşı oldukları devletlerden, üyesi oldukları ailelerden ve parçası oldukları toplumlardan korunması gerekiyor.
Ne tuhaf değil mi?
Çocuğu, onu dünyaya getiren anne babadan korumak gerekebiliyor. Ya da her vatandaşına olduğu gibi çocuklara da hizmet etmesi gereken devletler, hayatlarını zindan edebiliyor.
Ve toplumlar, öyle tuhaf kurallar inşa ediyor ve öyle kuvvetli kazıyorlar ki ortak bilince… Milyonlarca çocuklara eziyet edeceğini aklının ucundan geçirmeden, bir dizi sapkınlığı “gelenek” etiketi altında meşrulaştırabiliyor, adına toplum dediğimiz organizma.

NE OLACAK BU ÇOCUKLARIN HALİ?
Öncelikle UNICEF’in sayfasından Çocuk Hakları Evrensel Sözleşmesini bir inceleyelim.
Ülkemiz de Çocuk Hakları Evrensel Sözleşmesine imza koyan, yani onu uygulamaya söz veren devletlerden biri. Mesela Başbakanlık sitesinden aşağıdaki dokümana ulaşmak mümkün:

basbakanlik


Oysa vaat edilen haklar çocukların yaşamına ne ölçüde yansıyor?
Çocuklar, söz konusu “sözleşme” ile sahip olmaları gereken eksiksiz biçimde gelişme hakkına, istismar ve sömürüden korunma hakkına gerçekten sahipler mi?

Aşağıdaki harita*, ülkemizin sözü ile eylemi arasındaki uçurumu gözler önüne sermeye yetiyor:

practice-of-child-marriage-for-girls

Öncelikle 80 milyonluk Türkiye olarak şu konuda anlaşmak zorundayız:
18 yaşın altındaki herkes ÇOCUKtur.

Çocuk evlenmez. Evlendirilmez.
Çocuğa cinsellik penceresinden bakılmaz. Pedofili yani sübyancılık suçtur, en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Çocuk belli bir kıyafete girmeye zorlanamaz. Serbestçe gelişme hakkı gasp edilemez. Bu yüzden ortaokullarda türban uygulamasına derhal son verilmelidir.
Çocuk işçi çalıştırmak suç kapsamına alınmalıdır. 18 yaşın altındaki bireyler, henüz gelişme çağındadır. İş gücü olarak görülmeleri her şeyden önce Çocuk Hakları Evrensel Sözleşmesine aykırıdır.
Çoğu defa yoksulluk yüzünden, kimi örneklerde de başka sebeplerle, aileleri ve kötü niyetli kimseler tarafından dilenciliğe zorlanan çocukların kurtarılması, korunması ve yetiştirilmesi devletin görevidir. Sokaklarda, caddelerde, otoyollarda dilendirilen, mendil vs. satmaya zorlanan bu çocukların Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından himaye altına alınması şarttır.

Evrensel doğruları çivi çakarcasına söyleyelim, kurumları göreve çağıralım, pekâlâ. Ancak sade yurttaş olarak bizlerin yapabileceği hiçbir şey yok mu?
Var.
Öncelikle asla ve asla dilenci çocuklara para, yiyecek, giysi ve sair vermemeliyiz. Sokaktan beslenmeleri, onları sokağa ve dilenciliğe daha da mahkûm edecektir.
İkincisi her ne kadar mükemmel işlemediğini görüyorsak da, kurumları büsbütün yok saymayalım. Tanık olduğumuz bir çocuk istismarı olduğunda, olayın nev’ine göre ya Çocuk Polisine ya da Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna müracaat etmeliyiz.

Tüm bu hak ihlalleri ile en çok da sübyancılık ve çocuk yaşta zorla evlendirilme sorunu ile mücadele eden sivil toplum hareketlerine elimizden geldiğince destek olalım.
Bunlardan biri ve bence en doğru kampanyayı yürüteni, “Çocuk Bedenime Dokuma” hareketi. Aşağıdaki bağlantıdan bu gönüllü ve hayırlı işi yapanlarla irtibat kurabilir, çocukların korunması için bir el de siz verebilirsiniz.
Çocuk Bedenime Dokuma Facebook sayfası
Çocuk Bedenime Dokuma blogu
Çocuk Bedenime Dokuma Twitter hesabı

cbd
 * Harita şu adresten alınarak, yazar tarafından Türkçeleştirilmiştir.
Kaynak

Çocuk dostu bir kent: Ann Arbor

Belediyeden yapılan, “İstanbul Anadolu yakasındaki 14 ilçenin 12’sinde, 4 gün süreyle su kesintisi yapacağız” mealindeki açıklama ile hop oturup hop kalktık. Epeyce gürültü çıkarmış olmalıyız ki, sayın başkan devreye girdi ve pelerinini dalgalandırarak şehre konan süpermen misali, kararı askıya aldırdı.

Öyle ya!
Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla, Ataşehir, Adalar, Kadıköy, Sancaktepe, Çekmeköy, Ümraniye, Beykoz ve Üsküdar ilçelerinde, toplam 5 milyonun üzerinde bir nüfusu dört koca gün susuz bırakmak olacak iş değil. Neredeyse ufak bir ülke kadar insana bu çileyi çektirmeden ne tamirat yapılacaksa halledilmesi gerek.

Kent yaşamı zaten çekilir gibi değil.
Akla zarar trafik sıkışıklığı, kaldırımlarda yürümenin neredeyse imkânsız olması, toplu taşıma beklerken hızla geçen aracın yoldan kaldırıp duraktaki insanların üzerine püskürttüğü pis su birikintileri, bebek arabasıyla bir yerden bir yere gitmenin atletizm müsabakasından zorlu olması, hele engelli ve yaşlı yurttaşların neredeyse sokaktan fiilen men edilmesine yol açan plansızlık, düzensizlik, çarpıklıklar dizisi…

Güzel bir kentte yaşamak nasıl olurdu acaba?
Siz de bizim gibi ara sıra hayalini kuruyor musunuz?

İnsanca yaşanabilen, ulaşım – temizlik – altyapı – kültür gibi temel sorunların yurttaş lehine çözüldüğü, kenti yönetirken kentlinin sesine kulak verilen bir yerde yaşamak…
Ah! Ne tatlı bir hayal!

Bunların bile ötesine geçen bir kenti sizlere tanıtmak istiyoruz: ABD’nin Michigan eyaletine bağlı bir üniversite şehri, Ann Arbor.
ann_arbor_map

Ann Arbor sokaklarında minik kapılar var. Adlarına “Peri Kapıları” deniyor ve kentin çocukları tarafından çok seviliyor.
Bu şirin uygulamanın fikir babası çocuk kitapları yazarı Jonathan B. Wright. Onun Peri Kapılarının Ardında Kim Var? adlı kitabından yola çıkılmış ve şehrin orasında burasına küçücük “peri kapıları” konmuş. Çocukların pek sevdiği hatta zaman zaman para, yiyecek ve sair bıraktıkları bu kapıcıklar, çocuk dostu şehir nasıl olurmuş, ele güne gösteriyor:

ann_arbor_3
ann_arbor_7
ann_arbor_8
ann_arbor_12g
Kaynak

Kılavuz Kirpi

Hayvanlar Okulundan çıkarılacak dersler

Çeviri: Beril Devlet

hayvanlar_okulu

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir hayvanlar okulu varmış.

Okuldaki herkese uyacak bir müfredat hazırlamaları gerekiyormuş. Bu yüzden dört dersi seçmişler:
Koşma, tırmanma, uçma ve yüzme.

Bütün hayvanlar bu derslerin hepsine giriyormuş.

Ördek, yüzme dersinde öğretmenden bile iyiymiş. Koşma ve uçmadan sınıfı geçecek kadar not alıyor ama tırmanmada bir türlü başarılı olamıyormuş. Bu yüzden onu tırmanma dersine çalışabilmesi için yüzme dersinden muaf tutmuşlar. Bir süre sonra yüzme notları düşmeye başlamış ama ördek dışında kimse bunu umursamamış. Çünkü nasılsa sınıfı geçecek kadar not alıyormuş.

Kartal en haylaz öğrencilerden biriymiş. Tırmanma dersinde kurallara uymuyor, ağacın tepesine hep kendi yöntemiyle çıkıyormuş. Her defasında okuldan sonra cezaya kalıyor, defterine beş yüz defa “hile yapmak yanlıştır”  diye yazmak zorunda bırakılıyormuş. Bu yüzden çok sevdiği havada süzülme oyununa zamanı kalmıyormuş.

Kışları uykuda geçirip yazın enerjik olan ayının adı, okulda tembele çıktığı için hep sınıfta kalıyormuş.

Midillilerin çizgileriyle alay ettiği Zebra buna çok üzülüyor, bu yüzden hep okulu kırıyormuş.

Bütün yarışları kazanan kanguru, sınıf arkadaşları gibi dört ayağını birden kullanarak koşmak zorunda bırakılınca hevesini kaybetmiş.

Balık, okuldan çok sıkılmış ve öğrenciliği bırakmış. Kimse nedenini anlayamamış, çünkü daha önce hiç balık görmemişler. Aslında balık için bütün dersler birbirinin aynıymış.

Sincap tırmanma dersinden en yüksek notları alırmış. Ama uçma öğretmeni yerden yukarı doğru uçmasını istemiş, ağacın tepesinden aşağı değil. Bu yüzden bacakları ağrımaya başlayan sincabın tırmanma ve koşma derslerinde notu düşmüş.

En sorunlu öğrenci arıymış. Öğretmen onu Doktor Baykuş’a göndermiş. Doktor Baykuş, arının kanatlarının uçmak için çok küçük olduğunu ve yanlış yerde bulunduğunu söylemiş. Arı doktor raporunu hiç görmediğinden olsa gerek uçmaya devam edebilmiş.

Ben bir – iki arı biliyorum sanırım. Ya siz?


Peki, bu hikâyede kim kimi temsil ediyor?

Ördek, matematiği iyi, dil dersi zayıf olan öğrenciyi temsil ediyor. Sınıfındakiler matematik dersi yaparken o dil öğretmeniyle eksiklerini çalışıyor. Bu yüzden dil dersinden geçecek kadar not almak pahasına matematikteki üstün başarısını yitiriyor.

Kartalın yaramaz öğrenci sayılmasının nedeni her şeyi kendince yapması. Aslında hatalı ya da yanlış bir şey yapmıyor ama alışılmışın dışında davrandığı için cezalandırılıyor.

Ayı kim? Bilmeyen yoktur: Kampa gidildiğinde harikalar yaratan, müfredat dışı işlerde büyük gelişme gösteren ama akademik konularda ilerleme kaydedemeyen o çocuk.

Zebra o şişman, uzun, kısa veya içine kapanık çocuk. Pek az insan okuldaki başarısızlığının yetersizlik hissinden ileri geldiğini anlamıştır.

Kanguru, azmetmek yerine vazgeçmeyi seçen, cesareti kırılan ve başarısı takdir edilmediği için geleceği kaybolan çocuk.

Balık, tamamen özel bir eğitim programına konması gereken ve normal bir sınıfta asla becerilerini geliştiremeyecek olan çocuk.

Sincap, ördekten farklı olarak başarısız olmayı “başarmış” öğrenciyi temsil ediyor.

Arıya gelince, okuldakilerin başa çıkılmaz olduğuna karar verdiği ama her şeye rağmen ailesinin desteği sayesinde kendini motive etmeyi başarmış öğrenci. Hâlbuki herkes başaramayacağını düşünmüştü.

Bir sürü “arı” tanıdığıma öyle memnunum ki.

Çocuğunuz bir takım yeteneklerin, kişilik özelliklerinin ve niteliklerin, aynısını başka kimsede bulamayacağınız benzersiz bir karışımıdır.

Kimi çocuk entelektüel açıdan, kimi duygusal açıdan yeteneklidir ve bazıları da yaratıcı dehayla doğmuştur.

Her çocuk kendine özgü bir beceriler paketine sahiptir.

Çocuğunuzun kullanma kılavuzu yoktur. Etkin ana-babalar her çocuk için beklentilerini, kurallarını daima günceller, öğrenerek, çalışarak ve uyarlayarak geliştirir.


 

Sizi çileden çıkaran kişilerle nasıl baş edersiniz?

maraziOndan bahsediyoruz.
Evet, evet.
Hani sizi deli eden, bir türlü sağlıklı ve sürdürülebilir bir diyalog kuramadığınız o kişiden.
Sürekli çekişme, sürekli gerilim…
Aklınıza gelen her yolu denediniz ama olmuyor, olmuyor…
Ne olacak bu işin sonu?
Bilimsel bir çözüm ister misiniz? İşte uzman görüşleriyle dolu yararlı bir yazı:

MARAZİ İNSAN KİME DENİR, BU KİŞİLERLE NASIL BAŞA ÇIKILIR?*

Muhtemelen daha önce çevrenizi marazi kişilerle doldurmamanız gerektiğini anlatan yazılar okumuşsunuzdur. Peki, marazi insanı diğerlerinden ayıran özellikleri nedir? Ayrıca çevremizdekilerden birinin marazi olup olmadığını nasıl anlarız?

İki uzmana danıştık, marazi insanlar ve ilişkiler hakkındaki görüş ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını rica ettik. İşte konu hakkındaki uzman görüşleri:


Marazi İnsan Gerçekte Kimdir

Sydney – Avustralya’dan psikoterapist ve yaşam koçu Jodie Gale söyle diyor:

“Aslında hiçbir kişilik baştan aşağı marazi değildir. Daha ziyade bu kişilerin davranışları ve onlarla kurduğunuz ilişki marazidir. Marazi kişiler çoğunlukla, bir nedenden dolayı derinden yaralanmış ve bu yarayla, bunun getirdiği duyguyla, ihtiyaçlarla ve hayatın sorunlarıyla yüzleşecek, onlarla baş edecek sorumluluğa erişememiş kimselerdir. Kendi kimliklerine dair en çok vurguyu bu bakış açısından yaparlar. Tekrar tekrar nasıl da kurban / mazlum / mükemmeliyetçi / fedakâr olduklarını dile getirirler. Marazi insan, kimliğinin bu yanlarını öne çıkararak, son derece sağlıksız bir yoldan, istediklerini yaptırtmayı amaçlar.”

Gale’e göre marazi kişilerde sıkça görülen davranışlar şunlardır: Hadise çıkarmak ve devamlı bir sansasyon içinde yaşamak, karşılarındakini sürekli manipüle etmek veya kontrol altında tutmak, daima muhtaç taraf olmak (her şey onların başına gelir, her şey onlarla ilgilidir), taleplerini hep karşı tarafın gerçekleştirmesini beklemek (mesela narsist anne babalar), kendilerine ve başkalarına karşı aşırı eleştirel davranmak, kıskançlık duyma ve haset etme, kendi kötü talihlerinden yakınıp başkalarının iyi talihini kıskanmak ve sevdiklerinden / bir terapistten yardım istemekte yetersiz veya isteksiz davranmak.

Washington, ABD’den psikoterapist Amy Tatsumi ise, asıl marazi olanın bu kimselerle temas edildiğinde verilen tepki olabileceğine dikkat çekiyor. Tatsumi’ye göre böyle bir ilişki içinde davranışlarımız ihanete uğramışlık, küskünlük, hissizlik veya aşırı duyarlılık içerebilir. İki kişi arasındaki sağlıklı sınırlar aşıldığında veya değer yargılarımızı gözardı ettiğimizde başımıza bunun geldiğini söylüyor. Marazi bir ilişkide sorun her iki tarafın tutumundadır. Bu yüzden kendi tavrımızı da dikkatle ele almamız önemlidir. Tatsumi ekliyor:

“Marazi ilişkilerin en ayırt edici özelliği her iki tarafın, bilerek ya da bilmeyerek iletişimi, karşı tarafa yönelik yargılama, suçlama, korku üzerine kurması ve sonunda sınırların geçilmesidir.”
marazi3

Etrafınızın marazi kişilerle çevrildiğinin işaretleri:

Gale’a göre;

• Yarattıkları sansasyondan duygusal olarak etkileniyorsanız,
• Onlarla bir arada olmaktan korkuyor ve çekiniyorsanız,
• Onlarla iletişim kurunca kendinizi bitkin veya öfkeli hissediyorsanız,
• Kendinizden utanıyor ya da kendinizi kötü hissediyor, suçluyorsanız,
• Onlara karşı ‘kurtar, düzelt, iyileştir’ şeklinde bir davranış sarmalına kısılıp kaldıysanız karşınızdaki marazi biri

demektir.


Tatsumi bu listeye başka maddeler de ekliyor:

• Karşı taraf “hayır” cevabını kabul etmiyorsa,
• Böyleleriyle beraberken hep bir pot kırmaktan korkar olduysanız,
• Kendi değerlerinizi gözardı ediyorsanız,
• Duygusal olarak ilişkiden koptuysanız,
• Yönlendirildiğinizi veya karşı tarafı yönlendirdiğinizi hissediyorsanız, karşınızdaki marazi biri demektir.


Tekrar vurgulamakta fayda var, bu ilişkideki rolünüzü keşfetmeniz sorunu çözmede önemlidir. Örneğin, ne oluyor da kendi değerlerinizden ve sınırlarınızdan vazgeçiyorsunuz? Saldırıya geçmenize sebep olan yanlış anlaşıldığınızı ya da sözlerinize kulak verilmediğini hissetmeniz mi? Yoksa her eleştiri karşısındaki tutumunuz bu mu?


Marazi bir ilişki hakkında ne yapmalı?

Psikoterapist ve yaşam koçu Jodie Gale, marazi bir iletişim içindeyken yapmanız gerekenle hakkında şunları öneriyor:

“Karşınızdakine kat’i bir şekilde nasıl hissettiğinizi açıklayın. ‘Ben’ dili kullanın. Örneğin, ‘Sen ______ yaptığında / dediğinde / davrandığında ben kendimi ______ hissediyorum. Seninle bu duygularımı, taleplerimi paylaşıyorum, çünkü ______ (seni seviyorum, seninle sağlıklı bir ilişki kurmak istiyorum, vb.)’.

Sınırlarınızı belirleyin ve onlara sadık kalın.

Kendinizi kollamaya öncelik verin.

“Onun sağlıksız davranışlarından kendinizi koruyacak yöntemler geliştirin.”

İlişkinizi gözden geçirin. Bu kişiyle aranızdaki sağlıksız iletişim döngüsüne yakalanmanıza neden olan nedir, bunu bulmaya çalışın. Belki de davranışları karşısında bahaneler üretiyor veya onları iyileştirmeye, düzeltmeye çalışıyorsunuzdur. ”


Jodi Gale son olarak şunlar söyledi:

“Eğer bu kişinin marazi davranışlarında bir düzelme olmuyorsa veya bu kişi size fazla rahatsız edici geliyorsa, ona ‘yolun açık olsun’ deyin. Sevgiyle, merhametle onu kendinizden uzağa, kendi yoluna gönderin. Siz de kendi yolunuzda ilerlemeye bakın.”

Bir ilişkiyi sona erdirmek, özellikle de uzun mazisi olan münasebetlerde, üzücü, acı verici olabilir. Ancak böyle bir ilişkiyi bitirerek yaşamınızda daha doyurucu ve sağlıklı yeni ilişkilere yer açtığınızı da gözardı etmemek gerekir.

* Bu yazının İngilizce orijinali Psychcentral sitesinde yayımlanmıştır. Türkçe çevirisi Beril Devlet tarafından Evrim Ağacı için yapılmıştır.
Evrim Ağacı‘nda başka ilginç, bilimsel makaleler okumak için linke tıklayınız.

Kaynak