RAKAMLARLA EĞİTİMİN 2015 TOMOGRAFİSİ

Bu yazıda herhangi bir yorum yapmayacağım. Herhangi bir çıkarımda bulunmayacağım. Bir çözüm önerisi dahi dile getirmeyeceğim. Hatta içinde hatalı soru olmayan sınav üretmekten aciz kurumları bile eleştirmeyeceğim. O konular başka yazılara kalsın.

Bu yazıda sadece şunlar var: Veriler, rakamlar, istatistikler, araştırmalar, raporlar. Kaç çocuk, kaç okul, kaç öğretmen…

Sayılardan oluşan bir tabloya bakacağız. Göreceğiniz sayılar, rakamlar hiç de anlaşılmaz değil. Gayet net ve ne yazık ki can sıkıcı bir tablo, önümüzdeki.

İşte rakamlarla eğitim dünyasında 2015:


ÖNCE MİSAFİRLER: SURİYELİ SIĞINMACILARIN EĞİTİMİ

Ülkemizin en acil sorunlarından biri Suriyeli sığınmacılar ve bunların okul çağındaki çocukları. Sorunun boyutunu ortaya koyacak bir örnek olarak, sadece Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde açılan 16 okulda 10 bin Suriyeli sığınmacı çocuğa eğitim verildiğini belirtmek yeterli olabilir.
UNICEF verilerine göre:
Türkiye’de kayıtlı Suriyeli mülteci sayısı 1.938.999 iken, okul çağındaki sığınmacı çocuk sayısı 663.138 ve bunların sadece 271.931’i okula gidebiliyor. Yani sadece 3’te biri…
Bu çocukların eğitimi ile ilgili alınan tedbirler, UNICEF’in sitesinde şöyle sıralanmış:
Geçici Eğitim Merkezi (GEM) olarak adlandırılan 31 okul kurulmuş. GEM’ler toplamda 36,720 öğrenci kapasiteliymiş.
5.600 Suriyeli gönüllü öğretmene aylık teşvik desteği sağlanmış.
2.000 öğrenciye kamplarda Türk dili kursları desteği verilmiş.



MANZARA-İ UMUMİYE: OKULLAR VE ÖĞRENCİLER

Özel okul sayısı arttı. Türkiye’deki özel ilkokul sayısı 931 idi. 2014-2015’te okul toplam sayıları 1.205 özel ilkokul ve 1.111 özel ortaokul şeklide gerçekleşti. Yani özeller iki katına çıktı.
Özel okul öğrencilerine ödenen teşvik katlandı. 2006 yılında 995 özel okula 263 milyon TL teşvik ödemesi yapılmıştı. 2014 yılında teşvik alan özel okul sayısı 1.878, aktarılan kaynak miktarı ise 1 milyar 496 milyon TL oldu. Yani devlet kasasından özel okul velilerine ödenen para 6 katına çıktı.
İmam Hatiplilerin sayısı 1 milyona dayandı. 2002-2003 eğitim-öğretim döneminde 450 okulda 71 bin imam hatip öğrencisi vardı. 2014-2015 eğitim-öğretim yılı itibarıyla okul sayısı beş katına çıkarak 2.614’e, öğrenci sayısı ise on kattan fazla artarak, 386 bini orta kısım, 546 bini lise olmak üzere 932 bine yükseldi.
Okul öncesi eğitim geriledi. 2011-2012 eğitim-öğretim yılında 28 bin 625 olan okul öncesi eğitim kurumu sayısı 26 bin 972’ye geriledi. Okulöncesi eğitim alan öğrenci oranı ise % 65,69’dan % 39,72’ye geriledi.
Açık liselerde öğrenci sayısı %35 arttı. Geçtiğimiz yıl açık öğretim lisesinde okuyan öğrenci sayısı 1 milyon 12 bin 349 iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında bu sayısı belirgin bir artışla 1 milyon 470 bin 434’e çıktı.
400 bin öğrenci okulu bıraktı. Tüm Öğretmenler Sendikasının açıklamasına göre, 2013 yılında 174 bin 625 öğrenci ilköğretim kurumlarını (ilkokul ve ortaokul) terk ederken, 2014 yılında ilköğretim kurumlarında öğrenim gören 234 bin 932 öğrenci okulu terk etti. 2014 yılında ilköğretim kurumlarında (ilkokul ve ortaokul) okul terkleri 2013 yılına göre %35 artış gösterdi. Kısacası son iki yılda toplam 400 bin çocuk okulu terk etti.



SINAV VE BAŞARI

Bu yıl YGS sınavına giren 1 milyon 987 bin öğrenciden 575 bini 180 puan barajını aşamadı. Yani dörtte biri elendi.
180 puan barajını aşanların oranı % 64’e geriledi. Bu oran 2010’da % 82 idi.
YGS’de bütün derslerde son yılların en düşük net ortalaması gerçekleşti: 2010’da 11,4 olan temel matematik ortalaması bu yıl 5,2’ye, fen bilimlerinde 4,6’dan 3,9’a, Türkçe’de 21,9’dan 15,8’e inerken, sosyal bilimler 10,7’de kaldı.
YGS’de her branştan 40’ar soru çıkıyor. Sınava giren öğrenciler sayısal derslerde soruların ancak 10’da birine cevap verebilmiş. Ortalama doğru cevaplar Türkçe’de yarıdan az, Sosyal Bilimlerde ise dörtte bir seviyesinde…
Başka bir sınavla karşılaştıralım: 2012 PISA sonuçlarına göre sınava katılan 65 ülke arasından Türkiye matematik alanında 44, okuma-anlama alanında 41 ve fen alanında 43. sırada yer almıştı.



OKULSUZ VE İŞSİZ GENÇLİK

OECD raporuna göre Türkiye’de 15 ila 29 yaşları arasındaki gençlerin % 35’i herhangi bir okula devam etmiyor ve herhangi bir işte çalışmıyor.
OECD ülkelerinde bu durumdaki gençlerin ortalama oranı % 16.
15-29 yaş aralığındaki kadın nüfusunun % 50’si işsiz ve okulsuz. Aynı yaşlardaki erkeklerin sadece % 20’si aynı durumda ama bu bile OECD ortalamasının üzerinde.



ÖĞRETMENLER

Eğitim – İş Sendikasının yaptığı anket çalışmasının sonuçları, eğitimin en önemli unsuru öğretmenlerin 2015’teki durumunu ortaya koydu.
Araştırmaya göre öğretmenlerin;
% 71’i kredi kartı borcu olduğunu söylemiş.
% 83’ü maaşının düşük olması nedeniyle toplumdaki saygınlığının azaldığını belirtmiş.
% 79’u çocuklarının tam olarak dengeli beslenemediğini ifade etmiş.
Nedeni açık: 2015 itibarıyla ülkemizde yoksulluk sınırı yaklaşık 4.500 TL iken on beş yıllık öğretmen maaşı 2.500 TL kadar. Oysa OECD ülkelerinde ortalama öğretmen maaşı 8.500 TL’nin üzerinde.

Ayrıca öğretmenlerin,
% 89’u son on yılda okullardaki eğitimin niteliğinin düştüğünü söylemiş.
% 80’i özgürce fikirlerini açıklayamadığını belirtmiş.
% 70’i siyasi baskı hissettiğini açıklamış.
% 82’si okul yöneticilerinin siyasi iktidarın etkisi ile atandığını söylemiş.

Atama demişken:
Mevcut öğretmen açığı 120 bin. Buna rağmen 2015’te ataması yapılan öğretmen sayısı toplam 37 bin. Öte yandan 400 bin civarında atama bekleyen, işsiz öğretmen bulunuyor.



HERHANGİ BİR PEDAGOJİK YARARI OLMAYAN YENİLİKLER:
  • Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 21 Ekim 2015’te sitesinde yayımladığı kararıyla 2016-2017 öğretim yılında ilkokul 2. sınıf öğretim programına Arapça dersi konuldu.
  • Her okulda mescit açma zorunluluğu getirildi.
  • Ortaokullarda ve liselerde başörtüsünün serbest bırakıldı. Böylece ailesi dileyen kız öğrenciler 9 yaşından itibaren okula başı kapalı gelmeye başladı.
  • Polis meslek yüksekokulları kapatıldı.
  • Dershaneler kapatıldı, temel liselere dönüştürüldü.
  • İlk ve ortaokullarda verilen “Değerler Eğitimi” içeriğinde ‘Ve Rabbin için sabret’, ‘Allah sabredenleri sever’, ‘Allah sabredenlerle beraberdir’, ‘Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir’ ayetleri yer aldı.
  • Sakarya Üniversitesi Esentepe Kampüs alanında bulunan cami avlusunda Aile ve Dini Rehberlik Bürosu açıldı. Sakarya İl Müftülüğüne bağlı büro, üniversite öğrencilerine hizmet verecek.


SON OLARAK

Okullarımızın, eğitim politikalarımızın durumu böyle olunca, neredeyse sevinerek vereceğim bu haberi:
Çocuklarımız okulu her fırsatta kırıyor. OECD tarafından açıklanan son araştırma gösterdi ki, Türkiye’de öğrencilerin %54,2’si (yarıdan fazlası) okulu en az 15 günde bir kırıyor. “Yea ne gidicem okula” diyen öğrencilerin OECD ortalaması ise sadece %14,5.



Kaynak: Kılavuz Kirpi

SAVAŞA ÇEYREK KALA TÜRKİYE’DE EĞİTİM


Savaşın Ayak Sesleri

Türkiye ile Rusya arasında hızlı ve emin adımlarla tırmanan gerilim korkarım ki ülkeyi savaşa sürükleyecek.
Tarihçi olarak, her iki dünya savaşından önceki durum ile güncel gelişmelerin benzerliği içimi ürpertiyor. Bir kuşak daha savaşla, ölümle, yoklukla, yıkımla tanışacak diye uykularım kaçmakta.

Zira günümüz dünyasında da tıpkı 1910’larda, 1930’larda olduğu gibi bütün melun alametler belirdi: İdeolojik radikalleşme, kitlelerin histerik nefret dalgasına kapılması, yüksek koltukların alçalan ahlakı, çıkar ve paylaşım oyunundaki tıkanma, gelir ve güç eşitsizliği…

Ne ararsanız var.
Tek belirsizlik yaklaşan kan ve pas kokusu dar bir coğrafyayı mı kaplayacak yoksa yine topyekun bir kapışmanın mı kurbanı olacağız…

Bir yandan bu ürkütücü gelecek yaklaşırken öte yandan biz yine de eğitime, aydınlık geleceğe ve gençlere yönelmek zorundayız. Çünkü dünya tarihinde bitmeyen savaş yoktur. Çünkü ihtiyarların başlattığı savaşlarda daima gençler ölür. Çünkü gençlerimizi hırstan gözü dönmüşlere yedirmemeliyiz.

Türkiye’nin Gençleri Ne Durumda?

OECD (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütü) tarafından geçtiğimiz haftalarda yayımlanan raporda tüm üye ülkelerin eğitimdeki durumu incelendi. Türkiye’de genç nüfusun ve eğitimin durumu ile ilgili bulgular ise şöyle:

20 – 24 yaş aralığındaki nüfusun %36’sı aylak. Yani ne bir işte çalışıyor ne de bir okula kayıtlı. Başka OECD ülkelerinde bu durumdaki gençlerin oranı %18. Yani bizdekinin yarısı.

20 – 24 yaş arası kadın nüfusun ise %60’ı herhangi bir okula ya da işe gitmiyor. 2014’te Türkiye’nin genç kadınlarının 5’te 3’ü bu durumdaymış. Türkiye, iş vermediği ve okutmadığı genç kadın nüfus oranı ile 34 OECD ülkesi arasında en son sırada.

Türkiye’de öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 20. OECD ülkeleri ortalaması ise 15, Avrupa Birliği ortalaması ise 14. Yani başka ülkelerde daha fazla öğretmen istihdam ediliyor. Oysa on binlerce genç öğretmen yıllardır atama bekliyor. Ve okullarımızda hala 120 bin öğretmen açığı yaşanıyor…

PISA testi uygulanan okul müdürlerinin verdiği bilgiye göre Türkiye’deki okulların %22’sinde fen laboratuvarı yok. Bu oran OECD ülkelerinde sadece %8.

Türkiye’deki okulların ancak %85’inde de bilgisayar laboratuvarı bulunuyor. Oysa OECD ülkelerindeki okulların %91’inde bilgisayar laboratuvarı var. Aynı verilere göre okullarımızda 45 öğrenciye 1 bilgisayar düşüyor. OECD ülkelerinde ise her 5 öğrenciye 1 bilgisayar imkânı sağlanıyor. Belirtmeden geçemeyelim, bu rakamlar sadece 15 yaş grubu öğrencilerin okulda bilgisayara erişimi hakkında.

Yine PISA çağındaki (15 yaşındaki) öğrencilerimizin %63’ü okulda gün boyu internet erişimine sahip değil. OECD ülkelerindeki 15 yaş grubunun ise ancak %36’sı internetsiz okullara devam ediyor.

Aslında Türkiye’de eğitimin bütçe içindeki payı artmakta. Örneğin 2006’da bütçenin %2’si eğitime ayrılırken 2014’te bütçenin %3,2’si eğitime aktarılmış. Tam buna sevinecekken kendimizi, kendimizle değil dünya ile ölçtüğümüzde ortaya çıkan rakam, eğitimdeki geri kalmışlığımızı ortaya koyuyor: Türkiye’nin öğrenci başına yıllık harcaması 3.000 USD civarındayken OECD ülkeleri ortalaması 7.500 USD’ın üzerinde.

Savaşa Girmeyelim. Eğitime Girelim, İşe Girelim!

Türkiye eğitim veremediği, iş veremediği genç nüfusunu bir savaşta kırmak mı isteyecek yoksa dünya ölçeğinde rekabet edebilecek donanıma sahip bir nesil yetiştirmek için kaynaklarını eğitime mi seferber edecek?

Soru budur.
Cevabı hep birlikte göreceğiz.
Umarım bir on yıl sonra bugünün gençlerinin yüzüne bakmaktan utanmayacak halde oluruz.



Kaynak: Kılavuz Kirpi

KİTAP FUARINDA UTANÇ


İstanbul TÜYAP Kitap Fuarında can yakıcı bir olay yaşandı. Belki haberdar oldunuz, belki bu yazı ile öğreneceksiniz.

13 yaşındaki Çağrı, geçen cumartesi günü ağabeyi ile birlikte kitap fuarına gitmiş. Can Yayınları standı çevresindeyken yayınevi çalışanları Çağrı’yı durdurmuş ve kitap çaldığını iddia ederek üzerine gitmişler.
Bununla yetinmeyip çocuğun üstünü soymuşlar ve çaldığını iddia ettikleri kitabı aramışlar. Bir yakınının sosyal medyadaki beyanı çocuğun gömleğinin çıkarttırıldığı şeklinde. Sonunda ortada hırsızlık falan olmadığı anlaşılmış. Yayınevi görevlileri haksız çıkınca da özür dilemek yerine ağlayan Çağrı’yı ve ağabeyini kovalamışlar.

Nasıl? İnsanın inanası gelmiyor, değil mi… Sonrasında yayınevinden yapılan açıklamalar olayın tam da bu şekilde olduğunu doğruluyor maalesef.

Üzüntümü aileye duyurunca bana Çağrı’nın amcasının telefon numarası iletildi. Ancak sonrasında yaşananları gözönüne alarak, aileye daha fazla rahatsızlık vermemek için aramadım.

Gazeteler, internet mecraları, bloglar… Aile ile yaptığı röportajı yayımlamayan kalmadı. Yarısı bile doğru olsa, insanların başı epey şişirildi demektir. Bu yüzden aramadım. Arayıp “geçmiş olsun”dan öte ne diyecektim? Bu yazıyı kaleme almanın ötesinde elimden gelebilecek bir şey, ne yazık ki yok…

Yayınevi ne yaptı?

Aynı günün akşamı olay duyulup ses getirmeye başlayınca önce Can Yayınları genel yayın yönetmeni imzasıyla Sırma Köksal tarafından kısa bir özür metni yayımlandı, ardından gecenin ilerleyen saatlerinde yayınevinin merhum babası Erdel Öz’den sonraki sahibi, Can Öz bir özür yayımladı.
Hatta bu özür metni o kadar beğenildi, o kadar çok adreste yer buldu ki, Can Yayınları neredeyse hiç hesapta olmayan, bedava bir reklam kampanyası yürütmüş kadar oldu.

Bir çocuğun rencide edilip ağlatılmasına (ihmal ile de olsa) sebep olanlar, “ay ne kadar da güzel özür dilemiş” diye alkışlanır mı?
Alkışlanıyor vallahi…
Menfaatçiliğin, yağcılığın, küçük hesapçılığın gözü çıksın.

Neyse. Sırma Hanımın yazdığı not da, Can Beyin özür metni de duydukları samimi pişmanlığı ve üzüntüyü açıkça ortaya koyuyor. Üç çalışanın da işine son verince, firma itibarını güzelce temizlemiş oldu.

Ancak hala ortada can alıcı sorular var:

Böyle bir olayın tekrarlanmayacağından emin miyiz?

İşten çıkarılan o kişiler hakkında “çocuk istismarı” içerikli bir soruşturma başlatılmayacak mı? Aile şikâyetçi olmasa bile çocukları korumakla görevli devletimiz bir kamu davası açar herhalde.

En azından bu kişilerin terapi / tedavi görmeden çocuklarla ilgili işlerde çalışması engellenecek mi yoksa bir başka yayınevine girip, gelecek fuarda karşı stantta aynı işleri mi yapacaklar?

Bir başka çocuğun pis bir ithamla ağlatılmayacağından, rencide edilmeyeceğinden nasıl emin olacağız?

Ve muhteremler, patronlar! Evet, size soruyorum: Çocukla iletişim gerektiren görevlere eleman seçerken, adayın talep ettiği maaşın düşük olması dışında bir kriter gözetiyor musunuz allahaşkına?

Belli ki gözetmiyorsunuz!

Zira uzun yıllardır çocuk kitapları yayımlayan, hemen her kitap fuarında stant açan bir yayınevi bile “gerekirse çocuğun gözünü oyayım da kitap çaldırmayayım” meşrebinde kimseleri işe alabiliyor, foyası meydana çıkana kadar pekâlâ çalıştırabiliyor.

Mağdur evladımızı titizlikle tenzih ederim ama her yıl kitap fuarlarında ciddi miktarda kitap hırsızlığı yaşandığı bir gerçek.

İhtimaldir ki, yayınevleri bu yüzden çalışanlara “çalınan kitapların parasını maaşınızdan keserim” minvalinde bir göz korkutma savuruyordur. Üç kuruşa çalışan personel, fuarın çılgın kalabalığı ile bunalınca ortaya insanlıktan uzak bu haller çıkıyor.

Mal çaldırmamayı önemseyen patronlar… Maaşından kesinti olmasın diye hırçınlaşan personel… Oysa fasulye – nohut satmak yerine kitap basmayı, kitap satmayı yeğleyenlerin içinde, hiç değilse bir tutam şövalye ruhu olmalıydı.

İçinde şövalye ruhu, derviş erdemi olmayan kitap işine girmesin lütfen. İçinde çocuk sevgisi, çocuğa karşı hassasiyet ve sabır bulunmayan da uzak dursun, bu mevzulardan.

Bizim gözünü para hırsı bürümüş iş adamlarına ihtiyacımız yok. Bizim çoluk çocuk demeden hoyratlık edecek ahlaksızlara ihtiyacımız yok. Onlardan istemediğimiz kadarıyla başbaşa kaldık zaten.
Bu ülkede her şeyden çok kitaba ve kitap okuyan çocuklara ihtiyacımız var.


Kaynak: Kılavuz Kirpi

ZAMANLA




Hayatı seyrettim dün.

Kendime baktım. Tepeden tırnağa inceledim gövdemi, yüzümü, kalbimi. Kendimi nerde görsem tanırım diyordum. Sanki biraz değişmiş buldum, biraz çentilmiş… 

Yaralarıma baktım önce. Kurumuş, üzeri örtülmüş, tende bir gölgelik izi kalmış başıma gelenlerin. Hepsinin iyileşmiş eski yaralar olması tesadüf değil. Yara tazeyken hayatı seyredemez insan.

Derken sertleşmiş, keskinleşmiş, sivrilmiş, silahlaşmış yerlerimi gördüm.

Ne tuhaf! Her birinin pespembe bebek kavisleri olduğu vakitler hatırımda.

Akça pakça, topalak bir bebektim önce. Herkes gibi.

Herkes kadar ağlarım, annem herkes kadar emzirir sanmıştım. Öyle değilmiş. Meğer hayat herkese ayrı bir ütü tahsis edermiş. Pembe beyaz kavislerimizi dümdüz etmek için hepimize ayrı ayrı silindirler yollarmış, cömertçe!

Pembeler kararır, beyazlar sararır, löp löp kavisler çizik çentik buruşukluklara evrilir, hayatın ağırlığı üzerimizden geçince. Bir bakmışız ezilmişiz, sinmişiz, solmuşuz.


Değişsek de hayat bizi terk etmiyor. Bu kısmını seviyorum. Hayat bizi terk edene kadar hayattayız.

Hayat eziyor, doğru ama hafifletiyor da. Dün çıktığım tepeden kendimi, kalbimi, ifademi incelerken fark ettim bunu. 

Gitgide daha az şeye, daha az kişiye ihtiyacı oluyor insanın, hayat ilerledikçe. Bir bakmışsın ağırlıkları atmışsın.

Bebekken öyle mi? Anne lazım, baba lazım, kardeş lazım, arkadaş lazım… Sonra büyürken okul, öğretmen, araç-gereç, imkân, yol, fırsat...

Ve gençlikte aşk, daha fazla aşk, seks, daha fazla seks, sonra iş, para, daha fazla para, mal, itibar, iktidar, aile, eş, çocuk, yazlık, araba, fatura, fatura, fatura…

Kirlenip kırışırken öğreniyorsun: Her şey bitebilir. Herkes gidebilir. Sen dâhil. Ve hayat sensiz de devam eder. Hem de ne devam etmek!

Yaşamak için hayata bile bağımlı olmuyorsun, bir yaştan sonra. Her şafağa gelişine geriniyor, her mehtaba gelişine esniyorsun.  

Zamanla sadeleşiyor hayat, hafifliyorsun. 



 

İSTİSNA KURALDAN İYİDİR


Bu makale Tatarca olarak Azatlık Radyosunda yayımlanmıştır.





Türkçede “istisnalar kaideyi (kuralı) bozmaz” diye bir söz vardır. İngilizcesi “every rule has its exception”. 

***

Tatarlar ile tanışmaya 1999’da başladım. İlk tanıdıklarımdan birinden duyduğum söz o günden beri aklımdadır: “Üç Tatarın olduğu yerde beş parti / fraksiyon kurulur.”

Zaman geçip, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Tatar dostları, cemaat yapısını, dernekleri ve diğer sosyal organizasyonları yakından tanıdıkça bu sözün ardında yatanı kavramaya başladım. 

Tatarlar zamanın nezaketli elinden nasip alamamış, çok zulüm çekmiş ve çekmekte olan bir halk. Tatar tarihi adeta bir sürgünler, savrulmalar, kaçışlar, sığınmalar destanı. İpi kopmuş tespih taneleri gibi yeryüzüne saçılmışlar. Farklı ülkelerde yetişip yaşayan soydaşlar, akrabalar, hatta kardeşler birbirine yabancı olmuş. Birbirleriyle kalıcı ve yakın ilişkiler kuramamaları bundan. Aynı halk, aynı dil, aynı din ama yüzlerce farklı mantalite, yüzlerce farklı hayat görüşü… 

İster beğenelim ister beğenmeyelim Tatar gerçeği bu. Tatar dünyası bir farklılıklar mozaiği.


Ama her kuralın bir istisnası var. Ankara Kazan Kültür ve Yardımlaşma Derneği de böyle. Üç Tatarın beş görüşe ayrılması, anlaşamaması, geçinememesi kuralını bozan bir cemiyet. 

Üç yüzden fazla Tatar 7 Kasım 2015 gecesi hep birlikte Tatarca şarkılar söyledi, folklor oynadı, dans etti, yedi, içti, güldü. Hepsi 50 yıl önce uzak doğudan Türkiye’ye gelen muhacirler. Çocukluklarında oralarda, yetişkinliklerinde Anadolu’da bir arada olmuş, aynı toprağın üzerinde yaşamışlar. Dertleri paylaşmışlar, kaderi paylaşmışlar, hayatı paylaşmışlar. Farklılıkları derin değil. Ortaklıları ise yaşamları kadar uzun ve geniş.

Anavatanından koparılmış bir halkın sonradan bulunmuş ve benimsenmiş bir vatanda yaşamasının nasıl iyileştirici, nasıl birleştirici olduğunu gözlemlemek için, adeta bir laboratuvar deneyi gibiler.


Ankara Kazan Kültür ve Yardımlaşma Derneği sadece Tatar realitesinin değil, Türkiye koşullarının da istisnası. Binlerce yıllık tarihi olan bu coğrafyada müze gibi ziyaret edilen kilise / cami / saray / köprü ve benzeri yapıların dışında, hala aktif durumda 200 – 300 yıllık okulların, hastanelerin, tiyatroların sayısı utanılacak kadar azdır. Türkiye’de 50 yıl yaşamış bir firma, bir marka bile bulmak zordur. 

Ankara KKYD hem kendi halkının kaderine, hem yerleştiği coğrafyanın standartlarına inat; birliğin, kardeşliğin, dostluğun muhteşem bir örneği olarak yarım asırdır yaşıyor. Derneği kuran ve yaşatan herkes gönülden bir teşekkürü, parlak bir “aferin”i hak ediyor.

Kural ayrılıksa istisna kuraldan iyidir. Ayrılmayınız. 


İNSANLIK ADINA PARLAK BİR IŞIK: KİRON ÜNİVERSİTESİ



İnsanlık nedir…
İnsanı herhangi bir etobur memeli olmanın ötesine taşıyan nedir…
Ali Şeriati’den Tolstoy’a, hatta Che Guevara’ya kadar çeşitli düşünürlere atfedilen bir söz var. Kim söylemişse söylemiş ama ne de güzel söylemiş:
Kişi acı duyabiliyorsa canlıdır. Ancak başkasının acısını duyabiliyorsa insandır.
Milenyum bireyleri olarak hiç tanımadığımız insanların acısını duyabiliyor muyuz, tartışılır. Duyanlar var, ama. İyi ki var.

Dünya çapında ve bedava eğitim veren mülteci üniversitesi

Almanya’da bir grup insan orta doğudan savrulup dünyaya saçılan mültecilerin acısını duymuş. Sıcak evlerinden, sağlam işlerinden ve dolgun maaşlarından başlarını kaldırıp, insanlığın ne olması gerektiğini örneklemişler.
Berlin’deki Kiron Üniversitesinden bahsediyorum.
Kurucularından Markus Kressler, geçen yıl İstanbul’da Suriyeli mültecilerle görüştüğünü, çoğunun yüksek eğitim alacak nitelikte gençlerden oluştuğunu anlatıyor, CNN’e…


Mülteci gençlerin durumunu dert edinen bu girişimci grubu, kısa zamanda 100 gönüllüye ulaşıyor ve “crowd-funding” yani geniş katılımlı bağış toplama etkinliği başlatıyor.
Başlangıçta amaçları 120 bin Euro toplamak. Bu meblağın bir üniversite kurmaya yeteceğini düşünüyorlar. Önümüzdeki Cuma günü sona erecek kampanya ile şu ana kadar 230 bin Eurodan fazlası toplanmış durumda.
Kiron’da eğitim internet üzerinden, yani uzaktan. Kaydolmak için mülteci olduğunuzu belgelemeniz yeterli. Tamamen ücretsiz olan ve 3 yıl süren eğitim için aralarında Harvard, Yale, Cambridge ve MIT gibi süper starların da olduğu çeşitli üniversitelerden çevrimiçi dersler alınıyor. Öğrencilere bilgisayar vs. gibi eğitim araç gereci de temin ediliyor. Geçtiğimiz Ekim ayında derslere başlayan üniversitenin 1.200 öğrencisi var.


Siyasetin hediyesi (!) olarak, orta doğuda her gün 42 binden fazla insan mülteci olmak, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalıyor.
Buna karşılık insanlığın hediyesi büyük darbe yemiş o hayatları onarmak, çaresizlik içindeki mültecilere bir seçenek, bir umut sunmak…



Tolstoy diyor ki, “Tarihçi sağır gibidir. Kimsenin sormadığı sorulara durmadan cevap verir”.
Üstünüze afiyet, Tarihçiyim. Düşünmeden edemiyorum:
Neden bizim toplumumuzdan böyle girişimciler çıkmıyor? Hani Türkler misafirperverdi, yardımseverdi… Neden Türkiye şehirlerinde mültecilerin dilencilikten başka şansı yok da, Almanya’da bir üniversite diploması bile mümkün? Biz kendi vasıflarımız hakkında kendimizi mi kandırıyoruz yoksa?

Mesela, bu girişimi başlatan Markus Kressler olmasaydı da, atıyorum Mert Keskin olsaydı. Başına neler gelirdi?
  1. Öncelikle para toplamak için yetkili makamlardan izin alması gerekirdi. Türkiye’de kamuya açık şekilde para toplama izni almak hiiiiç kolay değil, belirteyim.
  2. Para verecek samimi insan bulmakta zorlanırdı, Mert kardeşimiz.
  3. TV canlı yayınına telefonla bağlanıp “ben de bir milyon bağışlıyorum” diye sallayan niceleri var ki, ortadan kaybolmaları 1 nano saniye sürüyor.
  4. Sıradan yurttaş ise “Ben mi bakacağım Suriyelilere? Kim getirttiyse o baksın. Zaten ay sonunu zor getiriyoruz” der, telefonu suratına kapatırdı Mert’in.
  5. Haydi, parayı buldu diyelim. Peki, üniversite nasıl kurulacak? Bu ülkede üniversite kurmak için yasa çıkartmak gerek. Koskoca TBMM Mert meşhur olsun diye kanun çıkarır mı sizce?
  6. Velev ki kanunu da çıkarttırdı Mert. Kim yönetecek üniversiteyi? Tabii ki cumhurbaşkanının atayacağı rektör. Hım. Anladınız siz onu…
  7. Son olarak yurdumuzun “aydın” kesimi Mert’i hedef tahtasına oturtur “Suriyelilerden başka derdi mi yok ülkenin? Öz be öz Türk çocuklarına yardım etseymiş ya” diye başlayıp vatan hainliği falan filan her türlü çukurluğa kadar ilerleyen saldırılar düzenlerdi.

Netice?
Ne zaman başkasının acısını duymaya kalksak başımız öyle çetrefil dertlere girmiş, öyle bir öğrenmişiz ki insandan korkmayı, insanlığımız “canlı” seviyesinde kalmış.
İyilik başkalarının, dayanışma başkalarının, insanlık başkalarının, utanç bizim olmuş.




Kaynak: Kılavuz Kirpi

SALINCAĞA AYAKTA BİNEN ÇOCUK

Çocuk önce salıncağa binmeyi öğrenir. Birkaç zaman düz biner.
Sonra hızlanmayı gözüne kestirir. Hızlanır da.
Ardından başını azar azar geri yatırmaya cüret eder.
Derken sıra, salıncağa ayakta binmeye gelir. Dizler kırılır, sonra ayağa kalkılır.
Öylece sallanmaya başladığında kendini bir süper kahraman gibi görür, salıncağa ayakta binen çocuk. Nasıl da cesurdur öyle! Nasıl da akıl etmiştir bu hinliği! Bu iş onun ilk büyük keşfidir. Çünkü bu kadar değişik bir salıncağa binme tekniği olsa olsa onun gibi birinin aklına gelebilir. O halde sadece cesur değil aynı zamanda dehşetli zekidir de.
Anne babasına koşar. Tiz sesini çınlatarak buluşunu ve nasıl da “hiç korkmadığını” anlatır. Anne babası inanır ona. Aferin der. Aslanım der. Sen bir tanesin der. Salıncağa ayakta binmek öyle her çocuğun altından kalkabileceği bir iş değildir, ne de olsa! Salıncağa ayakta binen çocuk, yakınlarının nazarında bir dâhidir. Bir cesaret timsalidir. Benzersizdir. “Bildiğin gibi değil”dir. Başka çocuklardan farklı ve üstündür. Çünkü salıncağa ayakta binen çocuk, onların çocuğudur. Ve salıncağa ayakta binmek, öyle her çocuğun altından kalkabileceği bir iş değildir…


Ama zalim zaman başka şeyler öğretir.
Salıncağa ayakta binen çocuk bir müddet sonra yaptığının öyle pek de matah bir iş olmadığını fark eder. Bir de bakar ki, bütün çocuklar onun geçtiği evrelerden geçmiş. Önce hızlanmayı sonra kafayı arkaya yatırmayı keşfetmiş ve en son merhalede de salıncağa ayakta binmişler.
Salıncağa ayakta binen çocuk bu bilgiyle sarsılır. Kendisi kadar zeki, kendisi kadar cesur bütün o “öteki” çocuklara öfke duymaya başlar. Hatta yaşı ilerledikçe gerçekten zeki, gerçekten cesur, gerçekten yetenekli çocuklar da olduğunu öğrenir. Ortada tek bir salıncak yokken salıncağı icat eden, mesela. Ya da salıncak deneyimini yamaç paraşütüne çeviren…
İşte asıl nefret ettikleri onlar olur. Onun aklına bile gelmeyen fikirleri bulan, sonunda dünyaları verecek olsalar cüret edemeyeceği işleri güle oynaya yapan, neye el atsa başaranlardan tiksinir.


Salıncağa ayakta binen çocuk öyle bir dünya ister ki, yalnız kendisi “en” olsun.
Kendinden yetenekli, kendinden cesur, kendinden zeki olanları çevresinde istemez. Onlarla aynı sokakta yürümeye cesaret edemez. Onlarla aynı mekânlara girip çıkmaya çekinir. Dünyasını ayırır ve en fazla kendi gibi, kendi kadar olanlarla takılmaya, hayatı “getto”sundan yaşamaya başlar.


Kıskanma nefrete, nefret hiddete dönüşür.
Hak ettiği şeyleri elde etmesine engel hep “onlar”dır. Onlar olmasa daha iyi bir işte çalışabilecek, daha iyi bir maaş alabilecek, daha iyi okullara girebilecektir. Onlar yüzünden eğitimsiz kalmıştır, ailesi okula göndermediği için değil. Onlar kendini ne sanmaktadır ki, güzel evlerde oturup pahalı arabalara binmektedirler?


Salıncağa ayakta binen çocuk artık büyümüştür.
Gerçekten cesur olamamıştır. Gerçekten zeki de değildir. Ama ne gam! Haklıdır ya, o yeter.
Asla kuyrukta beklemez. Bir yolunu bulup diğerlerinin önüne geçer. Hak verilmez, alınır diye inanmıştır. Ve zorbalıkla, kurnazlıkla, utanmazlıkla aldığı her şeyi kendine hak sayar.
Asla yetinmez. Hep talep eder. Devletten yardım ister, patrondan zam ister, arkadaştan borç ister. Hiç birini hak edip etmediğini düşünmez. Hiç birini geri ödemez.
Salıncağa ayakta binen çocuk daima şampiyon olacak takımı tutar. Daima iktidara gelecek partiye oy verir. Her defasında başaranların etrafında olmayı seçer.
Hayattan, bundan öte bir başarı söküp alamayacağını bilir. Zeki olmadığını, yetenekli olmadığını, cesur olmadığını ve olanlara saygı duyacak kadar uygar da olmadığını, en iyi kendi bilir.


İlginç olan, salıncağa ayakta binen çocuklar dünyanın her yerindedir. Her ülkenin, her şehrin, her mahallenin irice kalabalığını onlar oluşturur.
Sadece kendi acılarına ağlarlar. Onlardan olmayan ölebilir, önemli değildir. Sadece kendi haklarını savunurlar, hakları olmasa bile. Kendilerine benzemeyenlerin haklarını yüzsüzce çekip almaktan zerre utanç duymazlar.
Sürekli bir kıyaslama ve kıskanma içindedirler. Onlara orta sınıf diyenler çoktur. Sıradan yurttaş, sade vatandaş, orta direk veya sokaktaki adam diye anıldıkları da olur.

Ama dünyanın rezilliği, bana sorarsanız, asıl salıncağa ayakta binmekten ileri gelir.


Kaynak: Kılavuz Kirpi

sür sürün sürdür

Sürdürülebilir hayatlar kursun çocuklar

Sürdürülebilir gülüşler taksın saçlarına


Süregiden çamurdan çığlar sürümesin sevincini

Sürüp, önüne katıp macunlaştırmasın gökkuşaklarını


Gökkuşağı olmadan nasıl

Yaşayabildiğimizi bilmesin çocuklar, gizleyin

Ve süründüğümüzü görmesin sürüngenler

NOBELLİ AZİZ SANCAR’IN OKULU BUGÜN NE DURUMDA?

Kimilerine göre “Türkiye bir Aziz Sancar daha yetiştirebilir mi?” sorusu gereksiz bir soruymuş. Gerekli sorunun ne olacağını açıklamadan bu soruyu gereksiz ilan ettikleri için meseleye hangi açıdan baktıklarını, neyi öncelikle önemsediklerini anlamak mümkün olmadı.
Ömründen çeyrek asırlık bir zamanı eğitim ile uğraşarak geçiren benim gibiler için ise, Aziz Sancar’ın Nobel ödülü almasından bile daha önemli bir soru, eğitimin bugünkü durumu nedir sorusu…

Çünkü hayat devam ediyor. Çünkü hayat hep ileriye doğru akıyor. Bugün sadece dünün kazanımlarıyla meşgul olursak yarın ne edeceğiz?

Mesela Birinci Dünya Savaşında Çanakkale cephesinde kazanılan efsanevi başarıyı hepimiz biliyoruz. Madem bu kadar şahaneydik o halde neden savaşı kaybettik? Neden topraklarımız işgale uğradı? Çanakkale’yi kazanan Osmanlıydı da, Yemen, Süveyş, Kafkas, Irak, Suriye, Basra, Hicaz cephelerinde on binlerce askeri ölüme süren, rezilliğin dibini bulan, ağır yenilgiler alan Madagaskar sultanlığı mıydı?

Özetle kompleksli Osmanlıcılar gibi davranmanın, Aziz Sancar gibi münferit başarıları parlatıp, hezimetleri sümen altı etmenin kimseye bir faydası yok. Aziz Sancar ile övünmek hakkımız ama gençlerimize Aziz Sancar kadar başarılı olabilecekleri bir eğitim ortamı sunmak da görevimiz.

Bu iç dökme söylevinden sonra esas meseleye gelelim. Aziz Sancar bugün öğrenci olarak Çapa Tıp Fakültesinde girse, ne ile karşılaşacaktı?

Geçen hafta bir grup Tıbbiyeli ile sohbet ettim.

Onlara okullarının bugünkü durumunu sordum. Fiziksel koşulları, derslerin işlenişini, araştırma imkânlarını öğrenmeye çalıştım. Aralarında Erasmus programı ile misafir öğrenci olarak Avrupa’ya gidenler vardı. Karşılaştırmalarını istedim. İsimleri bende gizlidir. Anlattıkları ise aşağıda.

Varın, siz karar verin. Türkiye’den bir Aziz Sancar daha çıkar mı çıkmaz mı:

Hocam öncelikle bir bilim yuvası olması gereken okulumda bilimsel fonlara ayrılacak bütçe dar hatta yok gibi bu yüzden birçok öğrencinin hevesi kursağında kalıyor.

Dönemler çok kalabalık. Amfi dersleri oluyor 500 küsur kişilik. O yüzden 2 gruba ayırıyorlar.

Hastane ve bizim eğitim gördüğümüz ortamlar, kampüs demiyorum çünkü öyle bir şey yok, iç içe ve çok çok çok büyük bir kalabalık var.

Ben kampüsün derdinde değilim doktor olacağım! Hastaya ne kadar yakın o kadar iyi ama o insanların halini görünce çektikleri rezillikleri, organizasyon eksikliğine bağlı zorlukları gördükçe lanet ediyoruz.

Okulun fiziki yapısı içler acısı. Ben spor yapan bir insanım 4 saat oturup ders dinlediğim yer omurga yapımı bozmaya niyetlenmiş bir halde ve eğer olur da o derse o dersi alma hakkı olan herkes gelirse oturacak yer kalmayabiliyor.

İntörnlerden (6 yıllık fakülteyi bitirip 4 yıllık uzmanlık eğitimine başlamış doktor adayı) duyduğum kadarıyla şartlardan memnun değillermiş. En basitinden yemekleri bile sorunluymuş. Yemekhaneye yetişemiyorlar ve onun dışında okulun sağladığı bir yemek imkânı yokmuş. Bu da organizasyon eksikliğinin bir parçası.

“Çapa’ya köpek bağlasan geçer” diyorlar, doğru bir cümle. Gerçekten geçer. Kaldın mı, final var. Yetmiyor mu, finalin oranını yükseltiriz. Yetmiyor mu, bütünleme. O da mı olmadı ek bütünleme. O da mı yok, ek ders sınavı. Olmadı mı alttan al. Alttan aldın ama 1 senede alacak kredi limitin mi doldu. Olsun, sen yine kalma. Alabildiğin kadarını al, alamadığını seneye alttan alırsın.
Bu olayı bir arkadaşım birebir yaşadı. Şu an 116 kredisi var. Limiti aştığı için kaldığının bir kısmını 4. sınıfta alacak. Çünkü devlet doktor istermiş. 300 kontenjan 500’e çıkmış. Fiziki anlamda buna yönelik gelişme yok. Tam aksine çocuk hastalıkları binası yıkılıp otopark yapıldı ve orası artık bir otopark.

Hocalar deseniz küçük bir kesim var ders anlatıyorlar. Onların dersi sabah 6’da olsun 5’te gidip yer tutarız ki bir şeyler kapalım diye. Bir kesim daha var ki dersleri slayt yazıdan oluşuyor ve o yazıyı bilgisayar ekranına bakıp okuyor. Bugün o cinsten biri okuma yaparken duyacağı şekilde “okuma biliyoruz” dedim kendimi gizleyerek, duydu ama takmadı.

Randevu sistemi yalan. İnsanlar (hastalar) koyun gibi sıra bekliyorlar ve yine de işleri olmayabiliyor. Personel (hademe falan) dayısını bilmem nesini muayeneye getirerek imkânları sömürüyor. Yasaya göre sadece 1. dereceden akrabaları baktırabilirlermiş.

Hastane denen yerin her köşesinin bir rehabilitasyon ögesi içermesi gerekir. Osmanlıya bakıyorum bir bahçe, bir müzik, bir güzellik… Bizim hastanemize gelen normal bir hasta, öleyim de buraya düşmeyeyim psikolojisine giriyor. Bizi bu çöplüğe terk edenleri Allah gözümün önünde çarpmıyorsa ben de ahirette hesap soracağım!

Sağlık sistemini bitirdiler hocam. Doktorlar umutsuz. Ben bir akrabamla ilgili nöroloji uzmanıyla görüşmeye gittim, 5 dakikanız var mı dedim. Kibarca 3 dakikan var dedi…

Sağlık elemanları (temizlik işçilerini kastediyor) taşerondan. Bir hastane düşünün ki sağlık elemanına dışkı ve kimyasal atık temizlettiler, adam zehirlenip öldü. Birinin de bacağına iğne battı hastalık kaptı…

Bizim yemekhanede sıvı yağ kullanılıyor. Ulan k…k, senin yetiştirdiğin Prof. bu yağ zehirdir diyor!

Avrupa bizden çok çok daha zengin. Misafir öğrenci olduğumuz okul her yıl en iyi 8 öğrencisini tam burslu Amerika’ya yolluyor, daha iyi öğrensinler diye. İnsana ve öğrenciye verilen değer bambaşka.
Biz yabancı, misafir, bir daha adını duymayacakları öğrenci olmamıza rağmen anatominin en büyük Prof.’undan bir küçük ricada bulundum. Ki, gittiğim okulun en baba dalı anatomiydi. Bize kişisel asistanlarını tutor (etüt öğretmeni) olarak ayarlayıp özel ders verdirdi. Sadece 2 kişilik 15 saat özel ders aldık, yalnızca istediğimiz konulardan. Bize, yabancıya bunu yapıyorsa kendi öğrencisine nasıl bakıyordur. Benim okulumdan hiçbir Prof. benim adımı bilmiyor.

Mesela ben ileride oldu da Prof. oldum, nerede imkân oraya kaçıp Türkiye sorulduğunda “bir şanssızlıktı” diye anlatırım.








Kaynak: Kılavuz Kirpi

RÜYA DEĞİLMİŞ, KÂBUS DEĞİLMİŞ.




Haziran 2013’ten beri mecbur kalmadıkça açmadığım televizyona bakıyorum. Euronews, Ankara’daki bombalı vahşetin yakın tanıklarından biri ile konuşuyor.
20-25 yaşlarında, kısa dalgalı saçlı, duru, güzel yüzlü bir kadın, donmuş bir ifadeyle anlatıyor:
“Sabah uyandığımda dün yaşananların gerçek olduğunu fark ettim. Rüya değilmiş, kâbus değilmiş. Arkadaşlarımı, yoldaşlarımı bir daha göremeyeceğimi düşündüm.”
Deyip, sessizleşiyor. Bakışları sabit.
Muhabir soruyor: Ne gibi duygular içindesiniz, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Cevap kalbe saplanan bir diken gibi acıtıcı: “Bomboş”

***

10 Ekim 2015 Pazar sabahı Ankara’daydım.
Ulusal Liderlik Konferansı (ULEK) tarafından düzenlenen “Çocuklarda ve Gençlerde Liderlik Eğitimi” başlıklı toplantıda konuşuyordum. Saat 10.00 civarıydı.
Karşımda salon dolusu ışıl ışıl genç öğretmenler… Y kuşağından, çocuklarımızın her isteğimize “neden” diye diklenmesinden, bununla nasıl başa çıkacağımızdan bahsediyorum. Gülüşmeler, kocaman açılmış zeki bakışlı gözler, alkışlar…
Bu nefis toplantıda, heyecan verici meslektaşlar arasında güzel saatler geçiriyorum. Sevinçliyim. Heyecanlıyım. Dört başı mamur bir mutluluk içindeyim.

***

Eşimin ısrarına kulak asmadığım için hızlı tren yerine arabayla geldik başkente. Bu yüzden toplantıdan erken ayrılıyor, dönüş yoluna koyuluyoruz. Karanlığa kalmadan İstanbul’a varalım diye.
Cinnah’tan Or-An tarafına ilerliyorum. Doğrusu ilerleyemiyorum. Korkunç bir trafik. Sağdaki soldaki araçların içinde yüzler bir tuhaf. Çevrede ambulanslar, TOMA’lar, polis araçları… Var bir melânet ama anlayamıyorum.
Bir saati aşkın süre trafikle cebelleştikten sonra bizi Ankara’da konuk eden dostumuzun evine ulaşıyoruz. Televizyon açık. “Ankara tren garı önündeki Barış mitingine bombalı saldırı” diyor… Böylece öğreniyoruz olan biteni.

***

Akşam vakti. Evdeyim.
Televizyonda o güzel, duru yüzlü kadın “rüya değilmiş, kâbus değilmiş” diyor, “kendimi bomboş hissediyorum”.
Anlıyorum.


Kaynak: Kılavuz Kirpi