LİDERLİK EĞİTİMİNDE ZAMANLAMA

 

"Çocuklarda ve Gençlerde Liderlik Eğitimi"

10 Ekim 2015 

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi – Ankara


ÖZET

Liderlik eğitimi verilirken dikkat edileceklerin başında, liderlik vasıflarından hangilerinin mevcut kuşakta eksik olduğu hususu gelmektedir. Y kuşağında zaten bulunan özgüven ve özgünlük nitelikleri yerine, onlara adaletli ve insaflı olmanın öğretilmesi ve bunun okul öncesi eğitim süreci içinde gerçekleştirilmesi önem arz etmektedir. Böylece geleceğin aktif hayat kurucuları olan gençlerde hâlihazırda eksik olan anlam ve tatmin duyma ihtiyaçları karşılanmış, mutlu ve verimli bireyler yetiştirilmesi sağlanmış olacaktır.

Anahtar kelimeler: Liderlik, eğitim, genç, Y kuşağı, okul öncesi,

 

Eğitim ediminde rol alan öğretmen - eğitim yöneticisi - öğrenci üçlüsünden, öğrencinin liderlik eğitimi üzerine konuşmak için buradayım.

Eğitim eşsiz bir faaliyet alanı, çünkü çıktısı “insan” olan bir edim. Ve aslında eğitim süreçlerini, gitgide karmaşıklaşan toplumsal örüntümüzün ihtiyaçlarına göre geliştirirken ‘Liderlik’ gibi, sektörel gereksinimlerle yaratılmış bir kavramı tedavüle sokmanın ciddi bir tehlikesi var: Sektör diliyle konuşmak, eğitimin bir iş kolu sanılmasına yol açabilir. Oysa eğitim, herhangi bir ticaret alanından farklı olarak, yekdiğeriyle ikame edilemez. Çünkü eğitim bir iş değil, insan türünün devamı için yaşamsal bir varoluş mücadelesidir.

Ancak tüm tehlikelerine rağmen ‘Liderlik’ konseptinin, eğer dikkatle ve temel ilkeler gözardı edilmeden ele alınırsa, eğitim süreçlerinde işe yarama, hatta eğitime “level atlatma” olasılığı, hızla ve durmaksızın değişen dünyada ayakta kalabilecek bireyler yetiştirme hedefine katabilecekleri vardır.

Örneğin ABD’li tanınmış eğitimci Phillip Schletchy[1] , hem eğitim süreçlerinin hem de toplumsal yaşamın geliştirilmesinde ‘Liderlik’ kavramının nasıl işlevsel olabileceğini şöyle dile getirmiştir: “Değişim ister küçük ister büyük olsun, bir kişinin yapabileceğinden fazla liderlik gerektirdiğinden, güçlü lider ne kadar yetenekli olursa olsun liderliği paylaşmayı ve katılımcı yönetimi sağlamayı öğrenmelidir.”[2]

Eğitim araçlarını çocuklara, gençlere “katılımcılığı” öğretmen amacıyla kullanmak… Harika bir fikir! Peki, nasıl?

Lider kimdir?

Mesleğe başladığımda 21 yaşımdaydım. Öğrenci sıfatıyla karşımda oturanlar arasında yaşı benden büyük olanlar az değildi. Öğretmenliği, neler anlatmak gerektiğini bilmek sanıyordum. Sonradan fark ettim ki asıl bilmem gereken, karşımdakilerin neyi anlamadığıydı.

Liseyi bitirmiş, üniversite giriş sınavında ülke çapında ilk 500’e girmiş ve birinci tercihlerine yerleşmiş gençlerin, “egemenlik” nedir, “devlet” neye denir bilmediklerini, hatta cumhuriyet ile demokrasi arasında bir fark görmediklerini anlayınca, onca yıllık Tarih derslerinin suya dökülen mürekkep gibi dağıldığını, boşa gittiğini kavradım.

Bu uyandırıcı tecrübeye saygımdan, öncelikle “Lider” kime denir, liderlik vasıfları[3] nelerdir, sıralamakta fayda görüyorum:

Liderlik Vasıfları:

·       Güvenilir olmak

·       Özgüvenli olmak

·       Öz bilinç sahibi olmak

·       Cesaret

·       Yaratıcılık

·       Değişime ayak uydurabilmek

·       Kavramsal düşünebilmek

·       Sisteme değil, insana odaklı olmak

·       İdare eden değil, yenilikçi olmak

·       Tekrar eden değil, orijinal olmak

·       Kabullenen değil, kafa tutan olmak

·       Başkalarını harekete geçirebilmek

·       Başkalarını bir amaç için motive edebilmek

 

Genel ve bağlamdan ayrık algılandığında, bir liderde görmeyi bekleyeceğimiz nitelikler aşağı yukarı bunlar. Her ne kadar liderlik becerilerine sahip gençler yetiştirmek için aynı vasıflarla donanmış bir öğretim kadrosu önkoşul değilse de, “öğretmende liderlik” bahsine değinmeden geçememek yararlı olur.

Lider bir öğretmenin özellikleri nelerdir, bir de ona bakalım. Hemen tüm kaynaklarda aşağı yukarı tekrarlanan bu listenin bana göre en etkileyici versiyonunu Roland Barth kaleme almıştır.

Phi Delta Kappan adlı eğitim dergisinde 2001’de yayımlanan makalesinde, ABD’li tanınmış eğitimci Roland S. Barth “sadece öğretmen” olmakla yetinmeyip, “lider öğretmen” olanlarda tespit edilen 10 temel niteliği şöyle sıralıyor[4]:

Lider öğretmen,

1.     Eğitim materyalini ve ders kitaplarını seçer.

2.     Müfredatı biçimlendirir.

3.     Öğrencilerden beklenen davranış standartlarını belirler.

4.     Öğrencilerin özel bir derse / eğitime ihtiyacı olup olmadığına karar verir.

5.     Personel gelişimi ve hizmet içi eğitim programlarını tasarlar.

6.     Sınıfta kalma – geçme kararlarını alır.

7.     Okul bütçesini tayin eder.

8.     Öğretmen performansını değerlendirir.

9.     Yeni öğretmenleri seçer.

10.  Yeni yöneticileri seçer.

 

Merkeziyetçi, piramit formlu bir yönetim kültürüne sahip olduğumuz, herkesçe bilinen tarihsel ve toplumsal bir gerçek. Aileden siyasete tüm örgütlenme şemamız ve düşünce arka planımızdan farklı olmayan Milli Eğitim yapılanması içinde, Roland Barth’ın aktardığı niteliklerde, gerçek anlamda “lider” öğretmenler üretmemiz ya da barındırmamız ne derece olasıdır? Bu hacimli soruyu bir başka konferansa havale edip, asıl soruya geçelim.

Verili koşullarda liderlik vasıflarına sahip öğrenciler yetiştirebilir miyiz? Ve günümüz gençleri, liderlik eğitiminden hangi eksende yararlanabilir?

Bu aşamada, liderlik eğitiminin anaokuluna başlayan her çocuğu geleceğin lideri yapmayı amaçlamadığını belirtmeye gerek var mı, bilemiyorum. Eğitim süreçlerine aşina olan herkesin bildiği gibi temel eğitimin amacı, verilen her bir dersin profesyonelini yetiştirmek değildir. Nasıl ki Beden Eğitimi dersi bütün çocukları atlet yapmak için verilmiyorsa ya da Müzik eğitiminin amacı bütün öğrencilerin besteci / yorumcu olması değilse, liderlik eğitimi de nihai bir çıktı olarak on binlerce “Lider” yetiştirmeyi hedeflemeyecektir.

Liderlik eğitimi, başta belirttiğim gibi gençlere, bu hızlı ve sürekli değişim çağında, gittikçe karmaşıklaşan toplumsal örüntü içinde anlamlı, mutlu ve verimli bir yaşam kurabilme gücü, donanımı, olanağı sağlayacak; en azından bu bağlamda ellerini güçlendirecektir.

Eğitimcinin neyi öğrettiğini bilmesi kadar, o şeyi kime öğrettiğini bilmesi gerekir demiştik. Hedeflenen sonuca varamamış eğitim – öğretim uygulamalarının pek çoğu; hedef kitlenin, yani öğrencilerin özelliklerini, ihtiyaçlarını dikkate almadan hazırlanmış, sürecin “alıcı” ucunu yeterli derecede tahlil edememekle malûl kalmıştır.

Günümüzde okul / eğitim çağında bulunan genç nüfusun bir takım ortak paydaları var. Her ne kadar genelleme yapmak, yüz binlerce özgün kişiliği kümeleyecek varsayımlarda bulunmak yanıltıcı olma riski taşıyorsa da, her bireye özel bir paket program üretmenin imkânsızlığı karşısında; dogmalaştırmamak kaydıyla, Y (why / neden) kuşağının ortak özelliklerine teleskopik bir bakışa ihtiyaç olduğu açıktır. “Teleskopik” bir bakış olacak sıralayacaklarım, zira uzak mesafeden ve ana hatlarıyla bir kuşak portresi çizecek[5].

Y Kuşağının Ortak Özellikleri:

·       İlham verici ve narsist eğilimlidirler. Önlerine gelen herhangi işi bilindik yollardan geçerek yapmaktansa kendi yöntemlerini, kendi tarzlarını seçerler.

·       Bireyci ve girişimcidirler. Karşılaştıkları bir soruya yanıt aramak için fazla zahmete girmeyi istemezler. İnternete bakıp her sorunun cevabını bulacaklarını düşünürler ve her şeyin nedenini bilmek isterler.

·       Müstehzidirler. Sıkıntı veren durumlar karşısında iyimser ve hafife alan bir tavır takınırlar. Gün boyu yapıp ettikleri arasında mizah – alaycılık – eğlence öne çıkar. İnternet diline çeşit çeşit yüz ifadesi simgesi ve söz öbeği kısaltmasının girmesi tesadüf değildir.

·       Evrensel normlara göre düşünürler. Yaşamlarını ekran ardında geçiren bu kuşak için bölgesel / etnik / tarihsel / coğrafi farklılıklar yok denecek kadar önemsizdir. Örnekse “Occupy Wall Street” eylemleri ile Ukrayna’daki “Euro Maydan” eylemleri onlar için aynıdır ve köşedeki bakkal kadar yakındır.

·       Aynı anda birden fazla işle / işlemle meşguldürler. Tek işlevli cihazlara ilgi duymazlar. Örnekse bir kol saati onlar için ihtiyaç değildir. Bir yandan müzik dinleyip bir yandan ödev yapmak, aynı esnada arkadaşlarıyla mesajlaşmak isterler.

·       Otoriteye karşı çıkma refleksine sahiptirler. Yasaklar, kurallar onlar için değersiz, anlamsızdır. Hoşlarına gitmeyen bir iş ortamında kalırlarsa derhal istifa eder, giderler. Kuruma ya da organizasyona sadakatleri yoktur. Tek sadık oldukları kendileri ve yaşam tarzlarıdır.

 

Karşımızda kim var?

  1. Teknolojiyi etkin şekilde kullanan, teknoloji kullanmadan yapabilecekleri hakkında pek fikri olmayan, adeta internette yaşayan ve her cevabı, tüm bilgiyi orada bulacağına inanan bir kuşak.
  2. Enerjik, özgür, yaratıcı ve nev’i şahsına münhasır olanı yeğleyen, basmakalıplıktan uzak duran bir kuşak.
  3. Mesafe, farklılık ve “öteki” algısı bizimkine benzemeyen, fiziksel olarak yer değiştirmese de ‘dünya vatandaşı’ olma idrakiyle yaşayan bir kuşak.
  4. Kendini beğenen, özgüveni yüksek, rahatına düşkün, mizaha ve eğlenceye yatkın bir kuşak.

 

Liderlik eğitimi böyle bir kuşağa ne verebilir?

Kitleleri harekete geçirme vasfına zaten sahipler. Özgüven deseniz, mebzul miktarda. Çağdaş yaşamın gerektirdiği teknolojik becerilerin tümüne sahipler. Sadece iki eksikleri var:

·       Tatmin

·       Anlam

Açalım. Bu kuşak öncekilere göre çok daha tatminsiz. Her şeyleri var ama hiçbir şey onları doyuma ulaştırmıyor. Yönlendirici nasihatlerin hemen hepsine direniyor, kendilerine yönelik telkinlere daima şu soruyla karşılık veriyorlar: Neden?

Benim görüşüme göre Y kuşağına verilecek liderlik eğitiminin en önemli kompartımanı bu sorunun cevabında gizli. Açıklayabilmek için eski bir öyküyü sandıktan çıkarmalıyım:

Tahta Çanaklar öyküsünü hatırlıyor musunuz? Sadece kendi yaşlılığını rahat geçirmek için evdeki yaşlıya iyi davranan anne babanın öyküsü. Neydi ana fikri bu öykünün? Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma.

Bu çıkarcı ahlak doktrini yüzünden sadece ucu kendisine dokunan konularla ilgilenen, dünyaya menfaat zaviyesinden bakan ve toplumsal meselelerde “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” atasözüne göre tavır alan kuşaklar yetiştirdik. Hâlihazırdaki liderlerimiz de böyle, gelecekte yetiştireceğimiz liderler de böyle olacak korkarım.

Üç yaşındayken kendi giysilerini seçmek isteyecek kadar bireyci, özgüvenli çocuklarımız var. On iki yaşına geldiğinde, dünyanın tüm bilgisini cep telefonunda taşıdığını sanıyor, bu arkadaşlar. Kendilerine görünür ve yakın bir fayda sağlamayacak hiçbir şeye elleri kalkmıyor. Ucunda çıkar görmedikleri hiçbir işe tenezzül etmiyorlar.

Deyim yerindeyse faydacılıktan katıp kalmış durumdalar. Tweet atarak politika yaptıklarını, Wikipedia okumakla bilgilendiklerini sanıyorlar. İçten, derinden bir sezgi ile tüm bunların ötesinde, gerçek ve somut bir hayat olduğunu hissediyor ancak bu tatminkâr hayata nasıl erişeceklerini, hangi sapaktan çıkacaklarını kestiremiyorlar.

Psikolog Kevin Dutton’un Olağan Psikopatlar[6] adlı kitabında suça bulaşmış birçok psikopat ile yapılan görüşmelere ve bu kişilerle ilgili gözlemlere yer veriliyor. Bunlardan bir tanesi biz eğitimciler için gerçekten sarsıcı bir örnek. Görüşmeci, sosyopat teşhisi konmuş ve rastgele seçtiği onlarca kurbanını vahşice katletmiş mahkûma bunca cinayeti neden işlediğini soruyor. Caninin cevabı yalın ve net: Because I can (çünkü yapabildim).  

İnsan düşünmeden edemiyor: Hepimiz yapabildiklerimizi yapmıyor muyuz zaten? Bizi bir seri katilden ayıran becerilerimiz değil, tercihlerimiz. Kimliğimiz, yaşantımız neyi yapmayı, neyi yapmamayı tercih edişimize göre şekillenmiyor mu?

 

Son söz olarak

Y kuşağına liderlik eğitimi verirken özgüven aşılamamıza pek de gerek olmadığı aşikâr. Y kuşağına ilginç, orijinal olmayı öğretmekle de vakit kaybetmemize gerek olduğunu sanmıyorum. Hatta bu iki hususta onlardan öğreneceğimiz çok şey olduğu kanısındayım.

Ancak geleceğin liderleri, aktif hayat kurucuları olacak gençlere çok önemli bir vasfı katmakta ya tembel ya da ihmalkâr davranıyoruz.

Gençlerde eksik olan anlam. Gençlerde eksik olan vicdan. Onlara sırf yapabildikleri için iyilik yapmayı, hiçbir yarar sağlamasalar da doğru davranmayı öğretmeliyiz. Üstelik diğer tüm liderlik vasıflarından daha erken bir yaşta, mümkünse en geç 3 yaşından başlayarak. Zira yaş ilerledikçe çevresel faktörlerin etkisiyle benlik bilinci ve yararcılık yükseliyor ve insaf, adalet duygularına gelişecek yer bırakmıyor. 

Tüm canlıların yaşama hakkına saygılı, var olanı paylaşarak çoğaltacağını bilen, çok değer verdiği yaşam tarzının içine “yarar elde etmek” yerine “yarar sağlamak” bilincini yerleştirebilmiş bir kuşak yetiştirmeliyiz. Sırf yapabildiği için bir bitkiyi koparmak yerine, sırf yapabildiği için bir bitki yetiştirmek, bir ağaç dikmek mesela…

Çevreniz insaflı bireyler, insaflı liderlerle dolsun.

 


 



[1] Şlekti okunur

[6] Dutton, K., Olağan Psikopatlar – Ermişler, Casuslar ve Seri Katillerden Hayat Dersleri (Orijinal adı: The Wisdom of Pshychopaths), İstanbul: Domingo

APTAL SANANLAR, APTALA YATANLAR.

Ünlü komedyen Charlie Chaplin ile aşk ilişkisi sona eren Zsa Zsa Gabor’a magazin gazetecileri sorar: Bay Chaplin ayrılığınızda sizin yüksek zekânızın etkili olduğunu ima ediyor, ne diyeceksiniz? Hollywood’un bir dönemki süper starı öyle bir cevap verir ki, unutmak ne mümkün: Gerçekten Bay Chaplin’in ima ettiği kadar zeki olsaydım onu aptal bir sarışın olduğuma ikna edebilirdim.

 

Uzun süredir bu aptala yatma ve karşısındakini aptal sanma halleri üzerine kafa yoruyorum. Kimler kimleri aptal sanıyor, aptal yerine koyuyor… Üstelik bunu bir an bile tereddüt etmeden, akıl almaz bir kendinden eminlikle yapıyor.

En yaygın olanı yoksulları aptal sanma takıntısı. Maaşla, yevmiyeyle yani emekle çalışıp varsıl olma ihtimali epeydir sıfırlanan yalnız ve güzel ülkemde, cebine hasbelkader üç beş milyon koymuş olanlar kendi döndürdüğü dolapları beceremediğine göre, kuş kadar maaşa talim eden ve yoksulluk içinde yaşayan herkesi kapasitesiz, akılsız, yetersiz zannediyor. Yardım derneklerine bakın, apaçık göreceksiniz. “Sen benim türkümü söyle, ben avcuna birkaç lokma koyarım” anlayışı her ideolojiden, her türden yardım ambalajının altından sırıtıyor.

Bana oy ver, elektriği olmayan köyüne buzdolabı indireyim…

Bana oy ver, sana ada gezisi yaptırayım…

Bana oy ver, kışlık kömürünü getireyim…

Bana oy ver, çocuğunun kırtasiye masrafını ödeyeyim…

Bana oy ver, evine bulgur makarna yığayım…

 

Halbuki yoksulluğun norm haline getirildiği bu toplumda yoksullar sadece hakkı yenmiş, derdest edilme korkusundan yahut efendilikten sesini çıkarmayan ve fakat gayet aklı başında, zeki ve çalışkan insanlar. Üstelik ahlâklılar. Zekâlarını başkasının hakkını gasp etmeye değil, işlerine güçlerine hasrediyorlar. Cebi dolu kalbi bomboşlar da yoksulsan aptalsın diye gerine gerine dolaşıyor. Bunlar bilmez, bunlar anlamaz, bunların evi küçük, bunlar çok çocuk yapar, bunlar şöyle giyinir, bunlar böyle yaşar… Birbirine zıt siyasi kesimler bile aslında birbirinin aynını yapıyor. Yoksulları aptal sayıp eziyor, lütfedip bir lokma verirse hükmedecek sanıyor.

 

Aptal sanma küstahlığının bir başka kurbanı şişmanlar. Yalnız bu sadece kadınlar üzerinde tatbik edilen bir zulüm çeşidi. Erkeklerin diledikleri kadar şişman, bakımsız, şekilsiz, kılıksız ve çirkin olma hakkı var. Ama kadınsan ve şişmansan bittin ki ne bittin. Bir defa idareci olamazsın. Hiç şişman patron olur mu? Yahut satış danışmanlığı, turizmcilik, bankacılık hatta hocalık gibi “prezantabl” görüntü gerektiren meslekleri aklından bile geçiremezsin. Kafan çalışsa o kadar yemezdin, böyle şişman olmazdın elbet…

Saygı görebilmek için kendini mütemadiyen aç bırakan sinirleri bozuk mağaza çalışanlarının, mesela pantolon soran kilolu müşteriyi “markamız 44 üstü çalışmıyor, büyük beden mağazalarına bakın” diye dükkândan püskürtüşüne tanık oldunuz mu hiç? Gözlerinize inanamazsınız. Satıcı sadece 50 kg. olduğu için dâhi, müşteri sadece 100 kg. olduğu için embesil yerine konur. Üstelik her ikisi de kadın ve her ikisi de ikna bu duruma. Şişman güzel olamaz, şişman zeki olamaz, şişmansa aptaldır, hastadır, yetersizdir, şişmansa muhakkak bir psikolojik sorunu vardır… Uzar gider. Kimsecikler “yahu yaratılış, genetik, tip diye bir şey var” demez. Şişmanlık suçunu (!) işlemiş, güruhun aksine damak zevkinden nasiplenmeyi seçmiş kadınları düşürüldükleri bu derin çukurdan çıkarabilecek tek şey vardır: Para! Kimse Güler Sabancı’dan 36 beden olmasını beklemez mesela. Zenginler şişman bile olsalar itibarı hak eder. Zekidirler çünkü. Nerden mi belli?  Cüzdanından elbet. Para zekânın tartışmasız kanıtıdır. Zenginde zarif beden de aranmaz yüksek ahlâk da… Nasıl olmuşsa olmuştur zengindir, bitti.

 

Tahsilsizler de aptal sanma hadsizliğinden nasipleniyor. Doğduğu köyde okul yokmuş, olanı da ateşe vermiş birileri, çifte çubuğa gidecek amele lazım demişler, “kız çocuk okursa evlenemez” demişler, ev işlerini, tarlayı tapanı küçücük bedenine yıkmak için kara önlüğü beyaz yakayı söküp almışlar… Kimse bunlara bakmaz. Uğradığın haksızlıklar hiçbir hesaba katılmaz. Tahsilin yoksa aptalsındır, o kadar. Yekten yok sayarlar seni. Covid vaka sayılarını saklarlar, enflasyon oranını saklarlar, işsizlik rakamlarını saklarlar, idolleştirdikleri isimlerin hatasını günahını saklarlar. Nasılsa senin aklın ermez, nasılsa anlamazsın. Bunca çok olup, böyle milyonlarca olup da bu kadar kolay aptal yerine konan başka kimse yoktur.

Adam oğluna 100 bin 200 bin okul parası ödemiştir ya, elbet onun evladı zekidir. Adam kızına dükkân açmış, iş kurmuştur ya, muhakkak başaracaktır güzel prensesi, hiçbir şüphesi yoktur. Sana yer silmek, klozet ovmak, yük taşımak düşer çünkü emindirler, aklın başka şeye ermez. Kimse çıkıp yahu ister misin orta – lise diploması almak, üç gün evi temizle bir gün de ders çalışalım beraber demez. Nasılsa başaramazsın. Atar tutarlar, fütursuz. Kimse düşünmez “salladım bir yalan ama yedi mi acaba” diye. Yiyeceksin elbet, ne de olsa aptalsın!

 

Netice? Bunca önyargı, bunca hak gaspı, bunca adaletsizlik, kibir ve küstahlık arasında kendini pek çok ama ne kadar desem o kadar çok akıllı sananlar, sinsi telefon dolandırıcıları tarafından yolunur, çiftlik bank ecinnisi parlak oğlan çocukları tarafından yolunur, bitcoin çakalları tarafından yolunur durur…

Oysa meritokrasi ne güzeldir, liyakat ne şerefli bir düzendir. Yapabilen kalsın, beceremeyen yallah gitsin. Sırf böyle doğdum, şöyle oldum, madem sen dezavantajlısın o halde tepene binmeliyim diyen, kendini bir halt sananlar yüzünden alavere dalavere içinde boğulacak hâle geldik. Karşısındakini aptal sayanlar yüzünden sığ kurnazlığa battık, el mecbur aptala – anlamaza yattık.

Neyse ki Gezi gençliğine şahit olduk, yeryüzü sofralarına diz kırdık da bir nebze umut buluyoruz bir yerlerde. Belki bir gün sahiden de giyimine, gelirine, cüssesine ve tahsiline bakmayı bırakır, birbirimizin sözüne – gözüne döneriz. O zaman ilk kez görüşmüş, tanışmış olacağız çünkü. 

"Bazen seni aptal yerine koyan aptal karşısında aptala yatmaktan başka çare yoktur." İngiliz atasözü 

"Bazen seni aptal yerine koyan aptal karşısında aptala yatmaktan başka çare yoktur."

İngiliz atasözü

AKIL İLE AHLAK ARASINDA: ÖTEKİ

Mevlana’nın meşhur sözüdür: Geçmişte akıllıydım, dünyayı değiştirmeye çalıştım. Şimdi bilge oldum, kendimi değiştirmeye çalışıyorum.

Ben bu sözden ‘dünyayla alakayı kes, kendine kapaklan, kişisel gelişim zırvalarına gömül’ anlamı çıkarmıyorum. Bana kalırsa büyük Rumî yahut bizdeki adıyla Mevlâna kendini değiştirmezsen dünyayı hiç değiştiremezsin demek istiyor. Diğer öğütlerinden de besbelli. Mesela “okyanusta bir damla değilsin, bir damla halindeki okyanusun ta kendisisin” sözünde, yine o bütüncül varoluşu işaret etmekte.

Şarkta ve garpta, yakın çağlarda ya da uzak geçmişlerde, neredeyse tüm büyük ve yüksek felsefî kavrayışlar insanı, hayatın görülen ve görülmeyen bütünlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak tasvir ediyor. Canlı cansız her şey, hepimiz, topyekûn tek bir varlığı oluşturuyoruz diyorlar. Dolayısıyla bireysel varlığımızı ehlileştirmeden dünyanın toplam varoluşunu da iyileştiremeyiz çıkarımına işaret ediyorlar. Bertolt Brecht, “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyor misal.

İçtenlikle katılıyorum bu fikre. Anlaşılmamış, tam aksi yönde inat edilmiş, nefes kadar kıymetli bir hayat felsefesi bu. Milenyumla iyice keskinleşen insan türünü önceleme ve yüceltme takıntısı, tüm dünyanın insan türü için olduğu zannı, çağımızın en büyük yanılgısı. Bu yanılgı yüzünden iklim krizine koşuyoruz mesela. Susuzluktan milyonlarcamız yerinden yurdundan olacak, sersefil kalacak, yakındır. Bu yüzden bütün diğer türleri tükete tükete gezegeni istila ettik ve şimdi doyuramayacağımız, koruyamayacağımız, en fenası insan edemeyeceğimiz sekiz buçuk milyar homo sapiens ile kalakalmış haldeyiz. Toprak yetmiyor, hava yetmiyor… Aç kalmamak için gıdanın genetiğiyle oynamayı akıl ediyoruz da doğanın yetişemeyeceği şiddetle üremekten kaçınmayı düşünemiyoruz nedense.

Bu kesif insan kalabalığı artık birbirini yok etme raddesine geldi. Herkes haklı. Son derece haklı üstelik. Kusur, ateşten gömlek gibi; kimse sırtına geçirmiyor. Herhangi kuyrukta öne geçmeye kalkıyor, kavgaya tutuşuyoruz. Trafikte hakkımı savunayım derken canından bile olabilirsin. İş o raddeye gelmeden kimse durup düşünmüyor, gerçekten haklı olmak için ne yaptım?

Ormanı kesemezsin, üstüne beton dökemezsin sözlerini, hakkının gasp edilmesi gibi algılıyor birileri. Allem kallem edip kitabına uyduruyor ve yeşilin, mavinin gözüne çirkin binalar dikiyor. İstilaya karşı itirazsız duran ağaçlar can taşıyor halbuki, hatta içinde milyonlarca başka canı barındırıyor. O canlar yaşamayı, katleden kadar hak etmiyor sanki. Oysa herkes biliyor, insanın yaşaması ağaca bağlı, suya bağlı, arıya böceğe çiçeğe bağlı. Yüzlerce yaşındaki ağacın hayat hakkındansa kendi 40-50 yıllık dandik hayatını kıymete bindiriyor birileri. Bunu da ahlakla açıklamaya girişiyor.    

Buraya kadar kafa sallayarak, onaylayarak okuyan kimileri de hazin hatalar yaptığından habersiz. Birazdan kızacaklar bana, hatta kalplerinden saldırmak, susturmak geçecek. Olsun, bütüncül hayatın hayrı için bugünü ağzımızda kekre bir tatla bitirelim.

Bu ülkenin laik, aydın, okumuşları, “ötekileri” akılsız sanıyor mesela. Onların yoksulluğunu kendine üstünlük yazıyor ve “o da benim kadar hayat hakkına sahip” demiyor. Merak etmiyor mesela, yüz binlerce insan neden son elli yılda şehre göçtü? Buzdolabı bomboşken, eve temizliğe çağırdığı kadının gözü önünde kendine yemek sipariş ediyor. Emeğinden yararlandığı “öteki” aç kalmış, aldırmıyor. Ziraatı baltalayan, toprağı çölleştiren, taşrayı okulsuz bilimsiz bırakan on yılların siyaseti yüzünden köyünden ayrılmış, şehre gelip sana hizmetkâr olmaktan başka çare bulamamış milyonlar... İnsanca yaşama imkânı ellerinden alınmış, kendi ülkesinde mülteci edilmişler. Akılsız değil, çaresizler. Ve “ötekiler” hakkındaki bu apaçık gerçek, pek akıllı saydığın sana malûm olmuyor nedense.

Bahsi geçen “ötekiler” de laik, aydın, okumuşları ahlaksız zannetmekte. Kıyafetine iki metre kumaş ekleyince farklı olanı ahlak dersinden sınıfta bırakıp, kendi mikro evrenindeki ensest, tecavüz, çocuk yaşta evlendirme, pedofili facialarını bir kalemde temize çekiyor, başkasının şortuna tişörtüne nefret kusuyor. Yoksulluğun intikamını “öteki” hayatı yok ederek alacağını sanıyor.

Bir yanda tek ve biricik doğrunun kendi bildiğinden ibaret olduğunu zannedenler, öte yanda kendine benzemeyeni cehennemlik ilan edenler… Her iki kümeden kaç defa tanık oldum “bunlar” diye başlayan aşağılayıcı cümlelere, kaç defa elinde etiket önüne geleni yaftalayanlara… Kendinde hata arayan, ben neyi yanlış yapıyorum diyen? Samanlıkta iğne bulmak daha kolay...

Kendini eleştirmekte veya karşıdakini anlamakta inatla başarısız olan her iki küme, başka her konuda çatışmakta gayet mahir! Üstünü örttüğünü sandığı çorap kaçıkları, sonunda gerçek kötünün elinde büyütülüp, çarpıtılıp atmosferi zehirliyor. Canla başla eleştirdiği “ötekilere” dönüştüğünü, bizzat kendisinin o “yalancı, sahtekâr” profile evrildiğini görmüyor hiçbiri. Herkes kendi doğrusunun bayrağını sallıyor, gerçeğin güneşi gölgede kalıyor.

İki küme, elinde yarı gerçekler ve başını kuma gömmüş ayıplarla dövüşüp durmakta. Oysa herkes herkesin ayıbını da eksiğini de hatasını da apaçık görüyor. Ekran üstünden izlenen hayatın nesi gizli kalabilir ki zaten. Elinde cep telefonu bulunan hiç kimse aptal kalmaz, aptala yatmak ancak bir tercih meselesi çağımızda.

Asıl kötü, şehirlinin semtinde köylünün tarlasında kendince ve mutlu ve müreffeh yaşaması için görevli olduğu işi yapmayanlar oysa. Bunu herkes biliyor ama kötüye değil, yanı başındaki “öteki”ye saldırıyor. Üç paraya evini süpüreni veya bilgisayar önünde oturup kürekle para kazananı karalamak kolay geliyor.

Yanlışı görmemekte, kolaya odaklanmakta hepimiz nasıl da ısrarcıyız. Oysa önce kendi ayıplarımızı, eksiklerimizi, hatalarımızı görmek zorundayız. Bütün faturayı ötekine kesmekten vazgeçip toplumu geçirdiğimiz o ince elekten kendimizi süzmedikçe hayat da değişmeyecek. Hep aynı şeyleri yaparak farklı bir sonuç elde edeceğini sanmak, aklın da ahlakın da alacağı şey değil zira. Mevlana’nın öğütlediği gibi artık kendimizi değiştirmeye başlasak, özeleştiri gözlüğünü bir taksak. Akıl ile ahlakı hakça paylaştırsak en azından. Hepimizde her ikisinden azar azar bulunduğuna ikna olsak ve kendi eksiğimizi tamamlamaya odaklansak. Dünya, içindekiler değişmeden değişmeyecek, bir anlasak.