Benden nefret et ama beni yetiştirme! - 16 Şubat 2012



Sanırım 1996 ya da 1997 yılıydı. Bir dershanede, o zamanki adıyla ÖSS ve ÖYS hazırlık programında Tarih dersleri veriyordum. Henüz mesleğin ilk 5 yılında, genç bir öğretmen olmama rağmen fark etmiştim: 

Öğrenciler kavramlarla konuşuyor ama neyi kastettiklerini katiyen bilmiyorlardı. Örnekse her cumhuriyeti demokratik, her meclisi ulus egemenliğine dayalı sanıyorlar, bürokrasi kelimesini tanımlayamıyorlardı.

Bu yüzden ilk dersimde genel bir terminoloji girizgâhı yapıyor, ilerleyen haftalarda bahsi geçecek kavramları tarihsel bir akış içinde açıklıyordum. Şehir devleti, Akdeniz antikitesi, ticaret kolonisi gibi eski çağ kavramları ile başlıyor, skolastisizme uğruyor, hümanizmadan geçip 20. yüzyılda gündeme gelecek kavramlara dalıyordum: Cumhuriyet, sosyalizm, faşizm, liberalizm, milliyetçilik, kongre, meclis, ulusal egemenlik, bağımsızlık, eşitlik, demokrasi gibi kavramları, time lapse[*] tadındaki 45 dakikalık ders içinde elden geldiğince netleştirmeye çalışıyordum. Tabii ki her biri için ciltlerce yazılabilecek bu kavramları, mecburen adı geçen sınavın dilinden anlatıyordum.

Böyle bir dersin bitiminde aynı sınıftan 2 öğrenci yanıma geldi ve soru sormak istediklerini söylediler. Üçümüz arasında şöyle bir sohbet gelişti:

-          Önce kızlar, sor bakalım.
-          Hocam, gözünüze o eye liner**’i nasıl çekiyorsunuz?
-          Hım. Biraz bekle. Sen ne soracaktın delikanlı?
-          Hocam, Stalin döneminde Sovyetler her ne kadar sosyalizme gittiğini iddia ediyorsa da aslında faşizan uygulamalar yapmıyor mu?
-          Güzel kızım, sen dersine gir, sonra konuşuruz. Sen de gel bakalım benimle, terasta bir çay içelim.

Bunca yıl geçmesine rağmen harfi harfine hatırladığım kadar var, değil mi?

***

Anılardan gidiyoruz, bir tane daha paylaşayım: Çok sevdiğim bir arkadaşım yeni anne olmuştu. Oğlu 1,5-2 yaşlarındayken bir sabah, bir sebeple telefon ettim:
-          Ne haber, nasılsın?
-          Sorma, saçımdan kayısı ayıklıyorum.
-          Neden?
-          Oğlana meyve püresi yedirmeye çalıştım, sonuç başarısız.

Henüz 2 yaşındaki bir bebek, annesine tercihlerini dayatıyor. Buyurun bakalım!

***

Gündem zehirli bir sarmaşık gibi. Bir haftadır “yetiştirmek” fiili zihnimde dönüp duruyor. Çeşitli vesilelerle cümle içinde kullanıyorum: Domates yetiştirmek, buğday yetiştirmek, nesil yetiştirmek, öğrenci yetiştirmek, yurttaş yetiştirmek, çocuk yetiştirmek… 

Bir insanı “yetiştirmek”, bir halden diğerine sokmak için değiştirmek gerçekten mümkün müdür? Örneğin kayısıdan hazzetmediğini 2 yaşındayken deklare etmiş birini kayısı sever olarak yetiştirmeye imkân var mı? 

Dersten çıkıp öğretmenine göz makyajını soran kızcağızı ailesi ya da öğretmenleri münasebetsiz olsun diye mi yetiştirdi acaba?

Ya da “yetiştirmek” eğitim makinasının bir görevi ise nasıl bu kadar başarısız oluyor, görevini ifa etmede? Eğer öğretmenin yaptığı yetiştirmek ise nasıl oluyor da sınıftaki öğrencilerin hepsi farklı bireylere evriliyor? Okulun veya bütün okulların, hatta eğitim politikalarının da falanca – filanca tipte bireyler yetiştirmesinin de mümkün olmadığını ortada. 

Tek bir partinin ve ideolojinin yıllardır hüküm sürdüğü Küba’da bile yüzlerce farklı görüşte birey her nasılsa “yetişmiş” bulunuyor.  Ya da “tek tip”liğin timsali Çin’de bugün yükselen devlet kapitalizmi, bir önceki dönemin “yetiştirdiği” bir anlayış olmasa gerek…

Kanımca yetiştirmek bir teşbih, bir benzetme. Hani, “gözlerinden öperim” deriz de aslında kimse kimseyi gözünden öpmez ya, öyle. 

Artık kabullenelim: Çocuk yetiştirilemez, çocuk yetişir. Ne kadar çok sevgi, ilgi, imkân, seçenek, fırsat sunulursa o kadar iyi yetişir. Ailesinden samimi ve tutarlı bir sevgi gören, okulunda nitelikli öğretmenlere ve bolca kaynağa, bilgiye ulaşabilen her çocuk kendi potansiyelini gerçekleştirecektir. Sonuçta bir bireyin büyümesine tanıklık eden ve destek olan ailelerin ve öğretmenlerin de, boş laf salatasına karnı toktur. Herkes elindeki çocuğun kendine yetecek, meslek ve itibar sahibi, mutlu ve sağlıklı bir yetişkin olarak büyümesine çalışır, işte o kadar…

Bilgeliğin sesine kulak verelim, son olarak: 

"Kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmeye çalışmada şansının ne kadar az olduğunu anlarsın"  

Voltaire







[*] Time lapse; her bir film karesinin normalden çok daha yavaş, uzun aralıklarla, çekildiği bir sinema tekniğidir. Çekim sonrası normal bir hızla oynatıldığındaysa, tam aksine hızlandırılmış, zaman atlamalı bir çekim gibi görülmektedir. (http://forum.shiftdelete.net/dijital-fotografcilik/126718-time-lapse-nedir.html)
** Eye liner: yüz makyajında kullanılan bir tür sürme, göz kalemi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder