AÇ MISIN? BİR ŞEYLER YER MİSİN?

 
Ramazan bitiyor.
Yarın bayram.
Şeker bayramı.
Ramazan bayramı.
Eski dilde “ıyd-i fıtır” yani iftar etme, yeme bayramı. 

İnananlar bir ay boyunca irade gücüyle açlığı ve susuzluğu tattı. Beraberce iftar sofralarına oturup, gerçekten aç kalmadıklarına, bu çileyi kalıcı manada çekmediklerine şükrettiler. İslamiyetin varsıla yoksulluğu öğretmeyi hedefleyen bu uygulaması, acaba dünyayı pençesine alan sahici yoksulluk ile ilgili ne öğretti?

İnsanoğlu günümüzde, çılgınca artan bir nüfusla dünya kaynaklarını kemirmekte. 7 milyar boğaza gıda yetiştirmek için GDO’lu, hormonlu, kimyasallı, insanı usul usul öldürecek ama o zamana kadar tok tutacak bir ziraat anlayışı yerküreye hâkim olmakta. Çağımızın acıklı gerçeği, bu.

Yoksulluk siyasetin de pusulası haline geldi. Nüfus artış hızı, orta sınıftan ziyade ekonomik ve kültürel olarak alt katmanda yoğun. Yani sadece yoksulluk artmıyor, yoksullar da artıyor; cahil ve fakir halk katmanlarının, genel nüfus içindeki payı hızla büyüyor. Onların oyları da siyasetin simasını belirliyor.

Yoksulluğun yükseldiği ülkelerin hemen hepsinde halkın yarıya yakını, birbirini taklit edercesine despotlara oy veriyor. Zira insan haklarını hiçe sayan, hukuku çiğneyen zalim liderler, yoksul halk kitlelerini bir şekilde “doyuruyor”. Halk da kendini açlıktan kurtaran o liderleri oylarıyla iktidara taşıyor, iktidarda tutuyor.
Ne kadar ekmek o kadar iktidar denklemi tıkır tıkır işliyor.
Çünkü açız.
Açlık çekiyoruz.


GALLUP araştırma şirketi bir anket sonucu yayınladı. 2013 yılında OECD ülkelerinde yoksulluğun, açlığın oranını gözler önüne seren bu anketin detaylı sonuçları şurada.

Ankette yer alan aşağıdaki grafik çok hazin bir duruma işaret ediyor: İnsanlar sofraya koyacak yiyecek bulamıyorlar. 2007’de yılın 15 gününü aç geçiren çocuklu aileler (koyu yeşil), 2013’te yılın 21 gününü aç geçirmiş. Geçen altı yılda, sofraya bir soğan bir ekmek bile koyulamayan günlerin sayısı artmış. Çocuksuz aileler ise (açık yeşil) yılın 10 gününü aç geçirirken artık 15 günü bir lokma çiğnemeden sürüyor.
seker_bayrami_1

34 OECD ülkesi arasında en kötü durumda olan Türkiye. Çocuklu ailelerin yarısı ve çocuksuz ailelerin %40’ı şu soruya Evet, oldu cevabı vermiş: 2013 yılı içinde sofraya ekmek koyacak kadar para kazanamadığınız günler oldu mu?
seker_bayrami_2 

Yarın bayram. Şeker bayramı. Ramazan bayramı. Eski dilde “ıyd-i fıtır” yani iftar etme, yeme bayramı.
Aç mısın Türkiye?
Bir şeyler yer misin?
seker_bayrami_3

RESİMLİ, MÜZİKLİ ORTADOĞU TARİHİ


Gazze’de yaşanan facia malum. Hamas’ı veya İsrail hükümetini destekler duruma düşmeden, insanca kahrolmak bile kolay görünmüyor.

Tarih… Bugünü karartan bütün bulutların, şimdiyi kavuran bütün yangınların üretim merkezi…

Karikatürist Nina Paley, eşsiz yeteneğini Tarih bilinciyle birleştirmiş ve 2012′de “Bu Ülke Benim” adlı animasyonu gerçekleştirmiş. Üç dinin inananları tarafından sahiplenilen kutsal ve vaadedilmiş topraklar hakkında bilinmesi gereken bütün kara bulutları ve kızgın ateşleri, seyri mümkün hale getirmiş.

İzleyeceğiniz, Firavunlardan Asurlulara, Romalılardan Haçlılara, Osmanlılardan İngiliz sömürgecilere kadar kısa, resimli, müzikli, bu haliyle bile çok kanlı, çok ölümlü, çok hüzünlü bir Ortadoğu tarihi.




Ama çok yaşa Nina Paley, ellerin dert görmesin.

Ve çok yaşa Ortadoğu.
Kanlı topraklarında artık çiçekler açsın, ağaçlar büyüsün… 




NEDEN İMAM HATİP?

NEDEN İMAM HATİP? 

Sınavlar bitti, tercihler yapıldı bitti, nihayet bugün de yerleştirme sonuçları açıklandı. Kimileri ilk tercihlerinden birine yerleşti, kimileri açıkta kaldı…
Sınav elbette en çok aday öğrencileri ve ailelerini ilgilendiriyor. Ancak biz eğitimciler, çocuklarımızın aldığı sonuçlar kadar büyük tabloya, genel sınav çıktılarına bakmak, onları dikkatle incelemek zorundayız. Çünkü öğrencinin başarısını değerlendirirken kaçıncı tercihine girdiğine bakılır. Oysa okulların başarısı başka bir tabloda gizlidir. 
Senelerce bu işlerin mutfağında ter dökmüş biri olarak açık söyleyeyim, okulun başarı durumunu belirlemek için açık öğretim ile iki yıllıklara (meslek yüksek okulu) yerleşenleri öncelikle dikkate almam. Hemen her eğitimci, çıkarlarından azade ve samimi konuştuğunda aynı şeyi söyleyecektir: Aslolan devlet üniversitelerinin lisans (4 yıllık) programları ile vakıf üniversitelerine burslu yerleşenlerin oranıdır. Okulun başarısı değerlendirilirken evvela buna bakılır. Zira kontenjanlar arttırıldığı ve çok sayıda yen üniversite açıldığı için herhangi bir programa yerleştirilemeyen aday sayısı, sınava girenlerin üçte biri kadar. Yani üçte ikilik kısım, bir yerleri kazanıyor. Asıl %1 – %5′lik dilime giren parlak öğrenciler hangi okulda fazlaysa, o okul başarılıdır. 
Okullar bazındaki liste yakında yayımlanır. Şimdilik elimizde okul türlerinin listesi mevcut. Bu yüzden ilk sonuçlar içinde benim en çok dikkatimi çeken lise türlerine göre başarı durumu.
Malum, Öğretmen Liseleri kapatılıyor, İmam Hatip Liseleri çoğaltılıyor. Hükümetin aleni eğitim politikasının temellerinden biri bu, İHL’leştirme. Peki akademik başarı açısından bu iki okul türünü ele alacak olursak ne göreceğiz? 
Listenin tamamına şu adresten bakarsınız. Ben dikkatimi çeken kısmı kesip aşağıya koyuyorum.

Ne gösteriyor bu tablo?
Bu yıl Öğretmen Liselerinden 38.253 öğrenci mezun olmuş. Bunların 21.748′i bir lisans programına yerleşmiş.
Başarı %56,8
Bu yıl İmam Hatip Liselerinden 127.852 öğrenci mezun olmuş. Bunların 21.138′i bir lisans programına yerleşmiş.
Başarı %16,5

İlk soru: Neden başarısı daha yüksek olan Öğretmen Liseleri kapatılıyor ve İmam Hatip Liseleri çoğaltılıyor? 

İkinci soru: İmam Hatip Liselerinde gözlenen bu ciddi başarısızlığın giderilmesi için ne gibi tedbirler alınıyor?

osys_2014

GÜNDEMDEN SIKILANLAR BURAYA


Vaktiyle birörnek giyinmiş arkadaşlarımızı görünce “ne o öyle, Kızılay mı dağıttı?” der, dalga geçerdik. Herkes gibi olmak 1980’lerin başında küçümsenirdi. 
Ajda_Pekkan_supestar_83
Hatta kuaföre gidip aynı Ajda Pekkan saçını kestiren kadınlar, hemcinsleri arasında “banal”likle eleştirilirdi. Üniforma haricinde tektipliğe itibar edilmezdi. Orijinalliğe, özgünlüğe, farklılığa değer verilirdi.
Bir bakıma hala böyle. Bugün de haute couture tasarımlar en bol sıfırlı etiketleri taşıyor. Fabrikasyon, seri imalat olanın değeri düşüyor. Hakan Bıçakçı’nın yeni romanı Doğa Tarihi’nde de bu minvalde bir vurgu var mesela:
            …Bir saat kadar sonra hava dönüp sert bir rüzgar çıkınca kafe üşüyen müşterilerine şal dağıtmaya başladı. Beş dakika içinde herkesin üzerinde bordo şal vardı. Başta herkesin kendi tarzını konuşturduğu ortam şimdi birörnek giyinmiş devrim muhafızlarının karargahına dönmüştü…

GÜNDEM PİS KOKAR
Günümüzde nesnede orijinallik makbul ama düşünsel özgünlüğe ve farklılığa saygı gösterildiğini söylemek zor. Gündemin dayattığıyla ilgilenmemek, neredeyse suç sayılıyor. Artık basmakalıp sözlerle birbirini onaylamak, ezberlendiği günden beri üzerinde beş dakika olsun düşünülmemiş sloganlarla siyasi görüş bildirmek pek muteber. Günden, gündemden yükselen tiksindirici kokunun sebebi bu banallik olsa gerek.
Her yerde car car car aynı laflar, kopya paylaşımlar, öbekleşmiş ve birbirine cephe almış çatık kaşlar müfrezesi… 
Sıkılmadınız mı? Ben çok sıkıldım. Hatta feysbuka, tivitıra falan bakamaz oldum. Yarım saatten sonra midem bulanmaya başlıyor.
Neden yeni bir söz söyleyemiyoruz? Önümüze atılanla oynamaya nasıl bu kadar teşne olduk? Zihnimizi kilitleyen, aynı lakırdıyı tekrar ettiren şeyleri niçin silkinip atamıyoruz üzerimizden?

İnanmazsınız, dünyada başka şeyler de oluyor. Kısır gündemden başımızı bir kaldıralım ve başka konulara, sıradışı bir gündeme dalalım, ister misiniz?
Mesela dünyanın kaygı katsayısından başlayıp kaybolan dillere dalalım, oradan da kainata şöyle bir göz kırpalım derim. Sıradanlığı bir kenara atmaya, hatta gündeme nanik yapmaya elverişli konular, değil mi?

BATSIN BU DÜNYA! BATACAK?
Yedi milyar insanın yedide biri, yani bir milyar kişi, dünyanın sonunun geleceğine inanıyormuş. Hem de kendileri hayattayken. Kıyameti göreceğinden emin bir milyar insan… Karamsarlık grafiğini ülkeler bazında çizince ortaya daha da ilginç bir tablo çıkmış. Türkiye, dünyanın sonunu göreceğine en çok inananların ülkesiymiş. Türklerin neredeyse dörtte biri kıyameti beklermiş de haberimiz yokmuş. Yok devenin bale pabucu! Detaylı bilgiye şuradan ulaşabilirsiniz.




BAZI DİLLER YAKINDA YOK OLACAK
Hiç merak ettiniz mi, Tarih derslerinde duyduğunuz Hititlere ne oldu? Sümerler nereye kayboldu? Ya dilleri? Sümerce, Frigce, Asurca konuşanlar? Ne oldu onlara?
Başka halkların arasında eriyip gittiler. Asimile oldular. Asimilasyon, yani başkasına benzeyerek kimliğini yitirme süreci eski çağlara has değil, bugün de çalışıyor. Bütün dünya çocuklarını İngilizce konuşturacağız diye ne numaralar çevrilmekte, bilirsiniz.
İşte tümü Anadolu Türkçesiyle yakın – uzak akraba olan aşağıdaki Türki diller de Sümerce gibi, yok olmak üzere. Çoğu Rusçaya, bazıları Çinceye yenik düşüyor. Siyasi, ekonomik, kültürel  baskı nedeniyle anadiline sahip çıkamayan, anadilini konuşmayan ve nüfusu gitgide azalan, dilleri yok olma eşiğine gelen Türki halklar…
Bahsettiğim dillerin bazıları şöyle: Afşarca, Başkurtça, Çuvaşça, Dolganca, Gagauzca, Hakasça, Kumanca, Soyotça, Telengitçe, Tuvaca, Urumca, Yakutça. Daha önce duymuş muydunuz?
Bu halkların tümünü interaktif haritada görmek ve haklarında kısaca bilgi edinmek isterseniz bağlantı burada.

EN BÜYÜK DERDİNİ VER, ALTI BUÇUK DAKİKADA UNUFAK ETSİNLER
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi acayip bir iş yapmış. Gökbilimsel gözlemlerin sağladığı verilerle, bilebildiğimiz kainatın video animasyonunu hazırlamışlar. Sorunlar, hayat, ülke, ekmek eklemek, malibu şişesinden e harfi çalmak falan bir anda puf diye yok oluyor. Zira video ilerledikçe ne dünya kalıyor görüş alanında, ne güneş sistemi, ne de galaksimiz… Nefis bir psikoterapi malzemesi.
Bu astronomi bir harika dostum!


AYNAYA BAKMA TATİLİ


Bir goygoydur gidiyor. Finlandiya eğitim sistemi şöyle süpermiş, böyle şahaneymiş. Yersiz, temelsiz gaza gelmeyelim, temel eğitimin Fincesi neymiş bilelim diye kısa kısa notlar hazırladım. Okuyucular arasından Milli Eğitim Bakanı olan çıkarsa belki bir gün uygular:

 finlandiya_modeli

Ana hatları kısaca bu.

Finli öğretmenlere ödenen maaşın da abartılacak bir yanı yok: 15 yıllık ilkokul öğretmeni yılda ortalama 37.500 $ civarında kazanıyor. Bu rakam ADB’de 45.000 $’a çıkarken Türkiye’de 25.000 $ mertebesinde seyrediyor.

Şimdi yukarıda ince iğneye taktığım ipliği çekeyim: Milli Eğitim Bakanı değilseniz, eğitim ile makro ölçekte ilgilenen bir akademisyen değilseniz, eğitim sendikası mensubu veya eğitimci değilseniz, yukarıdaki rakamların sizi ilgilendiren bir yanı olmadığını biliniz.
Sosyal medyada “Finlandiya mucizesi” paylaşımlarına bir son verirsiniz artık. Anne – baba olarak çocuğunuzda tespit ettiğiniz, endişelenmenize neden olan belirtileri Fin sistemine geçmekle, Japon sistemine geçmekle falan düzeltemezsiniz. İçten içe biliyorsunuz ki, o belirtiler eğitimsizliğin değil, aile terbiyesinden mahrum kalmanın neticesi…

Eğitim ile terbiye arasındaki fark, çocuk yetiştirme sürecinin neresinde durduğunuzla ilgilidir. Eğitim okulda verilir, terbiye evde.

Örnek üzerinden gidelim: Çocuk eğitimle doğayı korumak gerektiğini, musluğu boş yere akıtmamak gerektiğini, uluorta çöp atmamak gerektiğini, başkalarını rahatsız edecek davranışlarda bulunmamak gerektiğini, başkasının eşyasını izinsiz almamak gerektiğini, kitap okumanın kültür düzeyini yükselteceğini ve sair güzel davranışları öğrenir. Bunları okulda öğrenir. Öğretmeninden öğrenir.

Peki, neden yapmaz? Okula Finlandiya’da gitmediği için değil elbet. Eğitimle kazandırılmaya çalışılan düzgün davranış mayasının tutmamasına sebep evdir, evdekilerdir.

Yaz tatili eğitimcilere, Türk tipi çekirdek ailenin toplum içindeki yeri ve önemi bakımından enteresan gözlemler yapma imkânı tanır. Deniz kıyısına yayılan aileler, yılın o eşsiz bir-iki haftasını ana-baba-çocuk, bir arada geçirirler. Yıl boyu çocuğu ya okula, ya kursa, ya büyükanneye götürmüş, bir yolunu bulup akşamları bir iki saatin dışında onunla bir arada olmamışlardır. Elli haftayı ayrı hayatlarda geçiren çekirdek aile, iki haftalığına birleşir. Böylece evin duvarları, kapalı kapıları ardına gizlenmiş nice antikalık, bu kısacık zamanda gözler önüne serilir.

Anne vardır, telefonu açar açmaz çatallanmış sesiyle, yapmacık gülüşüyle “aaaay caaanııııııııımmm, nasıl özlediiiimmmm” diye başladığı görüşme bitince eşine döner, bu görgüsüzler de geliyormuş, hafta sonuna dönsek mi? deyiverir mesela. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Bazı babalar, dünya kupasını izlerken buraya yazamayacağım ama hepinizin duyar gibi olacağı küfürler savurur. Hem de bağıra çağıra. Öksürüklü kahkahalar eşliğinde… Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Kimi anneler dinlenmekle meşguldür. İçini çeke çeke ağlayan çocuğa işaret parmağıyla “bir dakika” gösterir, dikkatle baktığı telefon ekranından başını kaldırmaz. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

Bazı babalar garsonu “hişş hüoooğp baksana” nidasıyla çağırmakta bir beis görmez. Şakalaştığı karısının omzunu, elinin içiyle ayılama stilde ittirmekte de sorun yoktur onlar için. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

İskelede göbeğini ovuştura ovuştura dolanan, sağdaki soldaki bikinili kızı göz tacizine bulayan baba bir de elindeki sigara izmaritini fıst, denize atıverir. Çocuk bu davranıştan ne öğrenir?

“Deeeeriiiiinnnnn, gel kardeşinle ilgileeeennnn” diye haykıran anne, bir yandan da bebeğin son santimine kadar doldurduğu bezini değiştirir. Bitişik masada yemek yiyenlere aldırmak, fıtratında yoktur. Derin bu davranıştan ne öğrenir?


Tamam, tamam kızmayın. Bu, siz değilsiniz. Hayali anneler ile farazi babalardan bahsediyorum.

Ama madem buraya kadar okudunuz, hiç değilse paylaşın.

Belki birilerinin işine yarar, küçücük çocukları kusurlu ilan etmekten, koskoca öğretmenleri paldır küldür eleştirmekten utanır, çekinirler.

Belki paylaşımınız sayesinde birileri, ailede atan nabzın iri bir damarla aynadakine bağlı olduğunu öğrenir.

 aynaya_bakma_tatili




ZAHMETSİZ DİPLOMALAR





Bir dönem pasif jimnastik diye bir şey moda olmuştu. Kilosundan memnun olmayan müşteriler, sedye benzeri bir yere yatırılır, bedenlerine bir takım cırtlı elektrot petleri bağlanır ve yattıkları yerden jimnastik yaparak kilo vermeyi beklerlerdi. Geçenlerde baktım, hala bekliyorlar.
Bir de uykuda yabancı dil öğretme zamazingosu vardı. Yattığın yerden dil öğrenme metodu öyle başarılı oldu ki, sokakta İngilizce, Almanca, Fransızca ve hatta Japonca konuşanlardan anadilimizi unutacak raddeye geldik…



Sözün acısını şimdi diyeyim: Ne yazık ki eğitim sistemimiz de bu yöne eviriliyor. En kolay yol, makbul sayılıyor. Üstelik sadece öğrenci değil, veliler de hazırlop diploma peşindeler. Bir okula kaydolup yeterli süreyi dolduran ve taksitleri ödeyen herkes mezun oluyor! Şaşaalı diploma törenlerinde neyin ödüllendirildiğini anlamak zor. görünüşe bakılırsa bütün öğrenciler muazzam başarılı! Her biri birer tabiat harikası!

Bu aldatmacaya bir son vermez, kendimizi kandırmaya devam edersek sonumuz iyi olmayacak. Ne çocukların ne ülkenin geleceği zahmetsizce edinilmiş diplomalarla aydınlanmayacak, emin olun.

O yüzden gelin, hazır okul seçme / tercih yapma / gelecek çizme mevsimindeyken, öğrenme eyleminin gerçekleriyle tanışalım.


Öğrenme, birinci tekil şahıs bir eylemdir. Yani ‘öğretme’ ve ‘öğretmen’ kavramları farazidir. Aslolan sadece ve sadece öğrenmedir. Kişi isterse ve uygun şartlara haizse öğrenir.
Öğrenme eylemini yapan kişinin neyi ne kadar öğreneceği, öğreticiden ziyade beraber öğrendiği gruba bağlıdır. Elbette öğreten konumundaki anlatıcı / yol göstericinin zihinsel ve mesleki kapasitesi önemlidir. Ancak bundan daha belirleyici olan, grubun niteliğidir.
Yani dünyanın en iyi hocasının karşısına da otursanız, öğrenebileceğiniz öncelikle size ve sonra da sınıf arkadaşlarınıza bağlıdır.
Öğrenme eyleminin gereklerini yerine getirmeyen (anlatılanı dinlemeyen, tavsiye edileni yapmayan, emek vermeyen) kişinin öğrenmesi mümkün değildir.
Kişinin öğrenebileceklerinin en çoğunu öğrenmesi, ne kadar zorlandığına bağlıdır. Kişinin kendisinden daha başarılı bir grup içindeyken performansı artar, daha başarısız bir grup içindeyken performansı düşer.
Yani iyi okul, iyi öğrencilerin gittiği okuldur; iyi sınıf, iyi öğrencilerin bulunduğu sınıf.
Kendinden iyi öğrencilerin arasında öğrenme sürecini gerçekleştiren bir kişi, kendinden kötü öğrencilerin arasında öğrenme sürecini gerçekleştirenden daha başarılı olacak, daha donanımlı şekilde süreci tamamlayacaktır.


O bölüm zor, o okul zor, o öğretmen zor demeyiniz. Zorlanmadan kapasitenizi en üst seviyede kullanamazsınız. Unutmayın ki, öğrencilik yaşamınızda sizi zorlayan her bir faktöre ileride şükredeceksiniz.

Mezun olunca benzerleriniz arasından sıyrılıp, işsizliğin git gide arttığı bir dünyada iş bulmaya çalışacaksınız. Yüzlerce iktisat mezunu, yüzlerce hukuk mezunu, yüzlerce mühendislik mezunu ve sair arasından sizi seçmeleri için, öğrenme sürecinizi (öğrencilik yaşamınızı) pasif jimnastik yaparak geçirmemiş olmalısınız.

Bugünden tedbirinizi alın. Sonunda elinizdeki zahmetsizce alınmış bir diploma olacaksa bilin ki, ambalaj kâğıdından farksızdır. Sandviçinizi sarıp tulumlarınızı giyebilirsiniz. İşçi olarak da bir yere kapağı atamazsanız, yıllardır tahakkümünden kurtulmaya uğraştığınız babanızın işinde, şamaroğlanı kadrosuna müracaat edeceksiniz demektir.

Bu yüzden okulun / bölümün / hocanın en zorunu seçin.
İyiliğiniz için…





ZAHMETSİZ DİPLOMALAR2 

Tatil yan gelip yatma yeri değildir.

Tatil yan gelip yatma yeri değildir.
Başarıda mucize yoktur, denklem vardır.

Çocuğun doğuştan gelen kapasitesini en yüksek seviyede gerçekleştirmek için gerekli formül şudur:
YETENEK + EĞİTİM + DİSİPLİN

Yetenekli bir çocuğun, ne yaptığını iyi bilen hocaların eğitiminden geçtiğini ve disiplinli bir çalışma temposu tutturduğunu düşünün.
Sonuç ne olur?

Hazır mevsim yaz iken, hazır spor ve sanata ayıracak zaman var iken, neden olmasın?

İşte size bir örnek:

2000 Kore doğumlu Soo Been Lee.
Bu performansı kaydedildiğinde sadece 11 yaşında.
11 yaşında ve dahi bir sanatçı.
Yetenekli, eğitimli, disiplinli ve dolayısıyla başarılı. 

http://youtu.be/DX_-76WUh9k 

SİZE AYRILAN HOŞGÖRÜNÜN SONUNA GELDİK


Hoşgörülü müsünüz? 
Hayır, okuru göremiyor tek tek tanıyomıyorum da o bakımdan sordum.

Ben pek hoşgörülü olduğumu söyleyemem. Sabırlıyımdır gerçi. Sabrımın sınırına gelince (tanıyanlar bilir) diyeceğimi der, çeker giderim. Fıtratım budur.

Necip Türk milleti benim gibi değil ama.
Acayip hoşgörülü.
Aşırı hoşgörülü.
Öyle hoşgörülü ki, kendisine ayrılan hoşgörünün sonuna gelindiğinin bile farkında değil.

Hoşgörü fazlasından ve kafayı öne – arkaya sallayarak her şeyi tasdik etme tiki yüzünden, azıcık sersemlemiş vaziyette. Bu sersemlik de gündeme cıvık gibi yayılmış bulunuyor…

Bendeniz, bütün hoşgörüsüzlüğüm bir yanda dursun, bu yaz Viral Edito okurlarını bir nebze ihmal etmek pahasına, uzun zamandır üzerinde çalıştığım kitabımı bitirmeye azmetmiş bulunuyorum, efendim. Yazılarımı bu yüzden seyrekleştirdim. Hoşgörünüze sığınıyorum.

Kimleri hoşgörmediniz ki, bana mı kıyacaksınız? Seversiniz beni, bilirim. Hele sosyal medyaya ve okur yorumları kısmına bıraktığınız övücü sözlere ne kadar teşekkür etsem azdır. Sağ olun, var olun. 

Madem maruzatımı beyan ettim, o halde sizi bu seferlik kime emanet ettiğimi de açıklayayım: Felsefenin en tatlı bilgesi Karl Popper’a! 

Karl’cığım, sizleri gündemin lağım kokusundan kurtaracak, aklın ve bilgeliğin huzurlu kollarına bırakacak. Benim gibi çalçene de değil. Tefekkürün, felsefenin üstadı, bakın birkaç cümlelik bir paragrafla nasıl açacak görüşümüzü: 

Her şeyi hoş görmenin sonu, hoşgörünün büsbütün ortadan kalkmasıdır. Hoşgörünün sınırlarını, hoşgörüsüzleri de kapsayacak kadar genişleterek toplumu hoşgörüsüzlerin saldırılarından korumayı akıl edememek, sonunda hoşgörülüleri de hoşgörünün kendisini de yok edecektir. Bu ifadeyle, mesela, toleranssız düşünce akımlarının toplum nezdinde baskılanmasını kastetmiyorum. Akla uygun bir karşı tezi üretilebildiği ve kamuoyundaki yansıması göz önünde bulundurulduğu müddetçe, elbette herhangi bir görüşü yasaklamak ya da baskılamak akıllıca değil. Ancak hoşgörüye yer vermeyen fikirlerin, gerektiğinde güç kullanılarak bastırılmasını savunalım ki, bunların bizimle akıl düzleminde karşılaşmaya ne kadar hazırlıksız olduğu çabucak ortaya çıksın. Böyleleri akıl düzleminde tartışmaya alışık değillerdir. Mantıklı bir eleştiriye yumruklar ya da silahlarla karşılık vermeleri işten bile değildir. İşte bu nedenle, hoşgörünün korunabilmesi adına, hoşgörüsüzlere karşı hoşgörülü olmama hakkını talep edebilmek gerekir. Kendini yasanın dışına konumlandıran, hoşgörüsüzlüğü bir öğreti gibi benimseyen ve yücelten herhangi hareketi, cinayetin veya adam kaçırmanın ya da köle ticaretinin yüceltilmesi kadar ciddi ve o biçimde suça teşvik saymalı ve buna göre kovuşturmaya tabi tutmalıyız.

The Open Society and Its Enemies (Açık Toplum ve Düşmanları) kitabından yaptığım bu alıntıya doyamadıysanız Mete Tunçay’ın çevirdiği Türkçesini alıp okuyunuz efendim. 

popper15