ELEKTRİK KESİNTİSİ VE SOĞANIN BAŞI





Bugün memlekette 7 saat süreyle elektrikler kesildi ve ben en çok Müveddet teyzeyi düşündüm.


Anneannemin ahretliği Müveddet teyze, onu tanıdığım zamanlar 80 yaşlarındaydı.
Pazen entarisi, döşemelik kumaştan mantosu, kara lastik meshleri ile yaşadığı yere başka bir gezegenden düşmüş gibiydi. 

Sırtındaki kamburu uzun beyaz namaz örtüsünün altına saklar, bastonuna yaslanarak pitipiti gelirdi, evimize. 

Konuşurken insanın yüzüne bakabilmek için omurgasının aşağı eğdiği başını var gücüyle yukarı iter, göz göze gelebilmek için de kaşlarını iyice kaldırırdı. 

Söylediklerinin kulağa çok önemli şeylermiş gibi gelmesini, bu kalkık kaşlara bağlardım.
Yanılmışım. 

Müveddet teyze beni her gördüğünde Balkan muhacirlerine has aksanı ile aynı nasihati verirdi: 

Allağ ziyin açıkları versin kızanım. Oku da baş ol. Bu memlekette bi baş ol da, istersen soğan başı ol. İyi oku kızanım. Bak, ben şindi bi mığtar olaydım başka olurudu.


Müveddet teyzenin hayatı kolay geçmemişti. Bulgar zulmünü yaşamış bütün kadınlar gibi o da buraya, memlekete dönebildiğine sevinir, Türkiye’ye sığınmalarına izin veren 1940’lı yılların iktidarına hayır dua ederdi. 

Ancak yine Bulgar zulmü görmüş başka muhacir kadınlar gibi Müveddet teyze de eğri oturur, doğru konuşurdu. 

Memlekette “baş”lara asla dokunulmadığını bilirdi. Kendisi de vaktiyle muhtar olmak istemiş, tahsili yeterli gelmediği için başaramamıştı. Bu yüzden beyaz yaka - kara önlüklü, sırık boylu bu arkadaş torununa ne yapıp edip bir yerlere “baş” olmasını öğütlüyordu…

***

Bugün Türkiye’de 40’tan fazla ilde elektrik kesildi.
Elektrik kesintisi 7 saatten fazla sürdü.
Kimse neden olduğunu bilmiyor.
Resmi makamlardan bir açıklama yapılmadı.
Mühendis odası şeysi, “tesisatımız dökülüyor, ondan olmuştur” demiş.
Başbakan da “terör saldırısına uğramış da olabiliriz” açıklamasını yapmış.

Kaç hasta ameliyat masasında can verdi, bilmiyoruz.
Kaç tüp aşı, kaç şişe serum, kaç kutu ilaç kullanılamaz hale geldi, bilmiyoruz.
Yarın yine kesinti olur mu, bilmiyoruz.  
Elektrik kesintisinin tam olarak kaç ilde meydana geldiğinden bile emin değiliz.
Zaten ana akım medyada dişe dokunur bir haber yok. Elektriği kesilmemiş yöreler varsa, muhtemelen bu olaydan haberdar olmayacaklar. Belki sosyal medya kullanan gençler akşama ev halkına anlatır, darbımesel gibi…

Velhâsıl Müdevvet teyze büyük insanmış.
Meseleyi o yaşına rağmen çözmüş.
Bugün daha iyi anlıyorum değerini.
Çünkü biliyorum ki yine “baş”lara hiçbir şeycik olmayacak.
75 milyonluk koca ülkede tüm gün elektrikler kesilecek, devlet milyonlarca dolar zarara uğrayacak, insanlar perişan olacak ama “baş”lar olağan yaşamlarını ve “baş”lık etmeyi sürdürecekler.

Soğanın başı dâhil, bütün başlar biliyor: Yine kimseden hesap sorulmayacak, sorulamayacak…







YÜZ GÜLDÜREN BİR EĞİTİM PROJESİ

Muhtemelen bugüne kadar tanık olduğum en yaratıcı, en tatlı, en verimli, en heyecan verici eğitim projesinden söz etmek istiyorum.

Aslında eğitim projesi deyince içim sıkılıyor. Zira yıllarca öğretmenlik yapmış, eğitim üzerine kalem oynatmış biri olarak, emin olun eğitim hakkında lüzumundan fazla parlak fikre (!) ile maruz kaldım. Ama bu seferki gerçekten ve ilk defa kalbimi çarptırdı, gözlerimi yaşarttı.

Efendim, olay Brezilya’da geçiyor. Sao Paolo’daki bir yabancı dil okulundayız. İngilizce öğrenmek için buraya gelen gençlerin derste edindiği teorik bilgiyle yetinmeleri doğru değil. Pratik yapmaları, anadili İngilizce olan birileriyle sohbet etmeleri gerek.

Ülke genelinde 580 binası ve yarım milyon kadar öğrencisi bulunan CNA adlı okulun rehberlik koordinatörü Vanessa Valença tabloyu şöyle çiziyor: “Öğrencilerimizin pek azının yurt dışına gitme imkânı var. Oysa bir yabancı dili akıcı şekilde konuşabilmenin yolu, o dilde sohbet etmekten, pratik yapmaktan geçiyor. Biz de bu sorunu nasıl çözeceğimizi düşündük ve bu yolu bulduk.”

Buldukları öyle bir yol ki!

ABD Chicago’da bir huzurevi ile anlaşan Brezilyalı dil okulu, iki kurum arasında görüntülü konuşma yapmayı sağlayacak bir internet ortamı oluşturuyor. Brezilya’daki öğrenciler Amerika’daki huzurevi sakinleriyle belli zamanlarda internetten konuşuyorlar.

Gelişmenin ölçülemediği yerde eğitimden bahsedilemez. Dolayısıyla görüşmelerin niteliği ve dil öğrenimine katkısı da izlenmekte. Çünkü sistemin bir özelliği de görüşmeyi kaydedip youtube’a yüklemesi. Bu sayede okulun öğretmenleri öğrencinin performansını izleyebiliyor, değerlendirebiliyor.

Hem gençlerin dil becerileri gelişiyor hem de yaşlıların morali düzeliyor, neşesi yerine geliyor.


Nasıl? Mucize gibi, değil mi? İki çift lafla gelen yürek dolusu iyilik…

İki çift laf edecek insanınız bol olsun efendim. 
Buyurun, izleyin.



http://vivahiba.com/article/show/yuz-gulduren-bir-egitim-projesi/

O Türkiye Bir Gün Sana Gelecek!

http://www.resimler.co/cocuk/


Türkiye'nin aydın insanları! Eğitimle değil, kozmetik konularla uğraşıp duruyorsunuz, haberiniz olsun.

Özel okul ve dersane patronları, bir sahil beldesinin 5 yıldızlı otelinde toplanmış da eğitim sorunlarını görüşmüş. Ay hepsi çok zor durumdaymış!

Velilerin de hali harap (!). Aman efendim, neymiş?

Çocuğu vereceğimiz anaokulunun kendi havuzu olmasa olmaz mıymış da, falan kulüple anlaşması olan öteki okula versek miymiş...

İki yaş buhranını ağır geçiren Berkecan annesine ayakkabı, dadısına helikopter fırlatmış...

14 yaşındaki Mervesu ise sınıfta kendisinden önce ayfon bilmemkaç alan Derin'in saçını başını yolmuş, şimdi her ikisi de psikoterapi görüyorlarmış...

---

Hanımlar, beyler!
Kafanızı gömdüğünüz saadet adası battı batacak, haberiniz var mı?
Üstünüze Türkiye sıçrayacak, az kaldı.
Tırnak boyanızın bozulması, kravatınızın gevşemesi pahasına bir zahmet dönün de bakıverin.
Eğitim bu değil arkadaş!
Eğitimin sorunları bunlar değil!

Eğitimin GERÇEK sorunları var:

Geçen eğitim öğretim yılı kapanırken yazmıştım.
Okul sistemi dışına itilmiş, kaderine terk edilmiş 1 milyon 800 bin çocuk var!
Türkiye'de ilkokul, ortaokul ve liselerde toplam öğrenci sayısı kabaca 15 milyon.
Bu rakama okul öncesini de katarsak sayı 17 – 18 milyona yaklaşıyor.
Öte yandan Türkiye’deki bütün özel okullara devam eden öğrencilerin toplam sayısı sadece 563.007, yani devede kulak kadar.

Bırakın şimdi parayla hendek atlattığınız kıymetlilerinizi!
Okul dışına itilmiş, bilgiden mahrum bırakılmış o 2 milyon çocuk bir gün büyüyüp karşınıza çıkmayacak mı?
Eğitimsiz, bilgisiz, sevgisiz, beyni yıkanmış ve hayata ilkel, cinsiyetçi, ayrımcı, dürtülerle bakan oğullar, kızlar...
Kendinizi uzak tuttuğunuz, içinde yaşamadığınızı sandığınız "o Türkiye" gelip karşınıza dikilmeyecek mi?
Masum bir bebekten bir canavar yaratan karanlık sandığınız kadar uzak mı?

Bakın, tekrar veriyorum istatistikleri:
2012 – 2013 eğitim öğretim yılında Türkiye genelinde ilkokullar toplam 1.252.147 mezun vermiş.
2013 – 2014 eğitim öğretim yılında ortaokullara kaydolan öğrenci sayısı ise sadece 500.000 civarında.
2012 – 2013 eğitim öğretim yılında Türkiye genelinde ortaokullar toplam 1.265.507 mezun vermiş.
2013 – 2014 eğitim öğretim yılında liselere kaydolan öğrenci sayısı ise sadece 160.000 civarında.
Toplamda 1 milyon 800 bin öğrenci bir üst okula kaydını yaptırmamış.
İdi.
Geçen yılın sonunda...

Bakın, bugünkü habere göre Türkiye’de kız çocuklarının yüzde 40’ı liseye ulaşamadan okulunu terk etmiş bile!
Okul bırakma oranı kızlarda %40'a erkeklerde %35'e kadar çıkmış ve Türkiye bu oranlarla açık ara Avrupa birincisi olmuş...

Şimdi tekrar soruyorum:
Ülkenin 9 – 15 yaş aralığındaki 1 milyon 800 bin çocuğu neden okulda değil?
Nerede bu çocuklar?

12 yıllık temel eğitimi zorunlu kılan yasa (4+4+4) değişikliği, 9 yaşından sonra okula dışarıdan devam imkânı  veriyor. Eğitim konularına eğilen ve kalbinde zerre kadar vicdanı olan herkes “çocuk işçiliğe, çocuk evliliğine davetiye çıkaran” bu yasayı eleştirmişti, ta ilk günden beri. Ve yetkililerin dikkatini çekmeye, 12 yılın tamamını örgün eğitimde geçirtmeye çalışmıştı.
Olmadı.
Yasa geçti.
Şimdi aile isterse 9 yaşındaki çocuğunu okuldan alabiliyor, eğitimine dışarıdan devam ettirebiliyor. Vicdanla, mantıkla girişilen her iş gibi, bu çaba da başarısızlığa uğradı.

Çünkü sen kardeşim, evet sen. Oralı bile olmadın!
Kendi çocuğun güvende olduğu müddetçe eğitim meselelerine hiç ilgi göstermedin, destek vermedin.
Yaşadığın ilçede kaç çocuk maddi zorluklar nedeniyle okutulmuyor, bilmedin. Bilmek istemedin.
Vereceğin 200 - 300 lira aylık bursla kaç çocuğun okuyabileceğini merak bile etmedin.
Evine temizliğe gelen "kadın"ın okuma yazma bilmemesine ses etmedin ama 13 yaşında kızını evlendirince "cık cık cık" demeyi bildin.

Bugün itibarıyla on binlerce çocuğun okuldan alındığını öğrenmiş bulunuyorsun.
Sana dokunan bir yanı var mı bu haberin?

Bak, dosdoğru söyleyeyim.
Bu sene 9 - 15 yaşlarında olan bu okulsuz gençler, on yıl sonra hem senin hem çocuğunun hayatını cehenneme çevirecek.
Görünce başını öteye çevirdiğin bu insanlar, on yıl sonra hepimizi bin pişman edecek.
Sen baksan da bakmasan da felâket geliyor.
Haberin olsun.


MARİA MONTESSORİ KİMDİR, MONTESSORİ METODU NEDİR?

Son yıllarda her köşe başında bir "Montessori Anaokulu" açılmaya başladı.

Frenkçe adlı her şeye olduğu gibi bu okullara da hızlı ve iştahlı bir ilgi gösterdi, velilerimiz.
Peki, kimdir Maria Montessori, nedir bu eğitim modeli, gerçekten biliyor muyuz? İşte ismini çok iyi bildiğimiz ancak nereden çıktığı hakkında fazlaca bilgi sahibi olmadığımız Montessori:
1870 yılında İtalya'nın Chiaravalle kentinde dünyaya gelmiştir. 1896 yılında İtalya’nın ilk kadın doktoru unvanını alarak tıp fakültesini tamamlamıştır.

Üniversiteden mezun olduktan sonra asistan doktor olarak atandığı Roma Psikiyatri kliniğinde zekâ özürlü çocuklarla çalışmıştır. 1899 yılında Roma’da zekâ geriliği olan çocukların yollandığı bir okula yönetici olarak atandı.

1907 yılında Roma’nın San Lorenzo bölgesinde, çalışan ailelerin çocukları ndan oluşan 60 kişilik bir grupla çalışmak için üniversitedeki kürsüsünden ve tıbbî uygulamalarından vazgeçti. Burada ilk Casa dei Bambini ’yi (Çocuklar Evi) kurdu. Zekâ engelli çocuklarla başlayan ve işçi ailelerinin çocuklarıyla devam eden eğitim çalışmalarını, II. Dünya Savaşı nedeniyle ülkesinden ayrılmasının ardından Avrupa’nın değişik yerlerinde devam ettirdi.

Bir eğitim emekçisi olarak, dünyanın birçok ülkesinde konferanslar, eğitimler vermiş, kitaplar yazmış, yeni okullar ve öğretmen eğitim merkezleri açmış, bir yandan da çocukları gözlemleyerek kendi eğitimine devam etmiştir. Bir dünya vatandaşı olarak yaşamıştır. Dünya genelindeki çabalarının ürünü olarak metodu dünyanın birçok ülkesinde uygulanmaktadır.

Montessori metodu, çocuğu ön plana çıkararak eğitimde çocuğun gelişimini, ilgilerini takip eder. Bu anlayışa göre çocuk kendi duyularıyla neyi öğrenmek istediğine karar vermeli ve öğretmen de çocuğa bu konuda rehberlik etmelidir.
 
Montessori okullarında,
  • Büyük çoğunlukla 2,5 - 3 yaşından 6 yaşa kadar çocuklar için oluşturulmuş karma sınıflar,
  • Belirlenmiş seçenekler içerisinden, öğrencinin kendi seçeceği faaliyetler,
  • İdeal olarak üçer saatlik, bölünmemiş (teneffüs olmaksızın) çalışma zamanı,
  • Öğrencilerin doğrudan eğitim (yönergeler) yerine malzemelerle çalışarak kavramları öğrenmelerine dayalı bir "keşfederek öğrenme" modeli,
  • Montessori ya da arkadaşları tarafından geliştirilmiş olan özel eğitim malzemeleri,
  • Sınıf içinde hareket özgürlüğü,
  • Montessori metoduna ilişkin eğitim almış bir öğretmen bulunur.
Bunlara ilave olarak, birçok Montessori okulu, onun yayınlanmış eserlerinde yer alan insan gelişim modelini referans alarak programlarını tasarlamakta ve Montessori'in hayatı boyunca verdiği eğitici eğitimi derslerinde tanıtılan pedagoji, ders ve malzemeleri kullanmaktadır.





Bilgilerin bir bölümü için vikipedi ve onlineanne kaynaklarından yararlanılmıştır.  

BİR TAS ÜZÜM HOŞAFI, BİR MEKTUP VE ÇANAKKALE

Birinci Dünya Savaşında (1914 – 1918) Kafkas, Çanakkale, Yemen, Irak-İran, Basra-Bağdat, Galiçya, Kanal (Mısır) gibi cephelerde çarpışan Osmanlı ordusunun yenilgi almadığı tek muharebe sahası Çanakkale (Gelibolu) oldu.
Diğer tüm cephelerde ağır şekilde mağlup olan Osmanlı, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesini imzaladı ve yenilgiyi kabullendi. Osmanlı’nın imzasıyla “Çanakkale geçilmez” düsturu çiğnendi. İngiliz donanması, üç yıl savaşarak geçemediği Çanakkale Boğazı’ndan, 13 Kasım 1918’de galip kuvvet olarak geçti ve İstanbul’u işgal etti. 250 bin şehidimiz ve müttefikler adına savaşıp ölen 250 bin Yeni Zelandalı, Avustralyalı, daha 1918’de artık bir anı oldu...
Muharebeye ilişkin çeşitli anılar var. Belki aralarında en çarpıcı olanı, 1917 senesine ait bir yemek listesi. Ülkedeki yokluğun, devletteki çöküşün bir özeti adeta…

yemek listesi


Sonuçta 250 bin can pahasına cephede kazanılıp masada kaybedilen Çanakkale Savaşı ne işe yaramıştır?
Osmanlı iktidarı ve padişah ile halk arasındaki ilk büyük kopmanın Çanakkale ile olduğunu söylemek, yanlış olmaz.
Halk bu zaferi sahiplenir, onunla umutlanırken, İstanbul Hükümeti ve padişah Vahdettin’in teslimiyeti ve yabancı himayesine girme konusundaki tasasızlığı Osmanlı tebaasından Türk milletine dönüşümün de işaret fişeğini ateşlemiştir. Osmanlı padişahının imza koyduğu başka antlaşmalar sonucunda Müttefikler (İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan) bu defa Anadolu topraklarında işgallere girişince, Türk direnişi şiddetlenmiş ve Milli Mücadele başlamıştır.
Mustafa Kemal’in, sömürgeci İngiliz iktidarının emriyle sürüklendiği Çanakkale’de yaşamını yitiren ANZAC (Australian and New Zealand Army Corps / Avustralya ve Yeni Zelanda Askeri Birlikleri) askerleri anısına kaleme aldığı 1934 tarihli şu mektup, bugün, 21. yüzyılda özlenen bir olgunluğu temsil ediyor:

Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.



Üzerinden 100 yıl geçmiş bir zamanı, o zamanda yaşananları, devrin şartlarını anlamak kolay değil. Sinema tam da böyle durumlarda işe yarıyor, zihnimizde canlandıramadığımız 1915'i gözlerimizin önüne getiriyor:


http://kilavuzkirpi.com/canakkale/

JOHN DEWEY VE EĞİTİMDE MERKEZİLEŞME


John Dewey , 1859’da ABD’de, Burlington, Vermont'ta dünyaya geldi.
Kısa bir öğretmenlik kariyerinin ardından felsefe alanında doktora yaptı ve sonra Michigan Üniversitesi’nde felsefe bölümünün başkanlığını üstlendi.
Daha sonraları Chicago Üniversitesi'ndeki görevi esnasında kamu eğitimiyle aktif olarak ilgilenmeye başladı. Burada 1896-1904 yılları arasında, çocuk eğitimi üzerindeki gözlemlerini derinleştirdiği meşhur “laboratuvar okul”u kurmuştur. Akademik kariyerinin geriye kalan uzun bölümünde Columbia Üniversitesi’nde profesör olarak çalışmıştır.
Dewey’e göre demokratik toplumun temel kriteri bireyin kendi yaratıcı potansiyelini toplumsal yaşama gönüllü katılımı suretiyle ve toplumun iyiliği için çalışarak açığa çıkarabilmesidir.
İnsan doğasının yaratıcı potansiyeline ve bireyde tesis edilmesi gereken katılımcı bir karaktere dayalı, aşağıdan yukarıya bir demokrasi ideali söz konusudur. İnsanın bireysel-psikolojik temelinden hareketle geliştirilen bu ideal bireyi toplumun iyiliği adına toplumsal bir çalışmaya davet etmek suretiyle birey ve toplum arasında bir denge arayışındadır.
Dewey’in eğitim reformuna olan ilgisi ABD ile sınırlı kalmamıştır. 1920’lerde Çin, Meksika, Japonya, Türkiye ve Rusya gibi modernleşen ve eğitim altyapılarını oluşturmaya çalışan ülkeleri ziyaret etmiş ve reform çabalarına destek vermiştir.
Dewey 1924 yazında, iki ay gibi sınırlı bir zaman aralığında Türkiye’ye gelmiştir. Bu ziyaretin hemen ardından yazdığı rapor on beş sene boyunca, 1939’a kadar Türkçe’de yayımlanmamış ve İngilizce orijinali ise ölümünün ardından, toplu çalışmalarının yayımlanması sayesinde ortaya çıkmıştır.
Dewey’in İstanbul, İzmir, Bursa ve Ankara’da, okulların kapalı olduğu yaz aylarında yaptığı incelemelerin sonucunda Türkiye’nin eğitimde reform çabalarına sıcak yaklaştığı, Ankara’da mahrumiyet koşulları altında altyapısı kurulan cumhuriyet idealinden etkilendiği ve bu ideale sempatiyle baktığı görülmektedir.
Yazdığı raporda, Türkiye’yi eğitimde “ aşırı merkezileşme ” çabalarına karşı uyardığı, maarif vekâletini “çeşitliliğin” esas alınması yönünde uyardığı dikkati çekmektedir. Ayrıca, köy enstitüleri fikri konusunda da Dewey’in esin verici olduğu ifade edilmektedir.
Dewey'in eğitim ile ilgili özdeyişleri arasında, takvimin bu sayfasında, haritanın bu parçasında yaşayan bizler için üzerinde öncelikle  düşünmeyi gerektireni belki de şudur:

Daha geniş bilgi için kaynak 

http://vivahiba.com/article/show/john-dewey-ve-egitimde-merkezilesme/ 

KİTAP: Bir Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişinin Not Defteri


Çok iyi bildiğimizi sandığımız şeyler vardır. Bir gün aslında ne kadar az bilgimiz olduğunu fark edince sarsılırız. Aşağı yukarı 5 yıl önce bir kitap okudum ve şiddetle sarsıldım, şaşırdım, etkilendim.
Yıllarını Milli Eğitim bünyesinde çeşitli idari görevlerde geçiren Erhan Avunduk Hocanın, Bakanlık müfettişi olarak ülkenin dört bucağını adımladığı dönemin tanığı kitabı, Bir Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişinin Not Defteri.

Biz öğretmenlerin zihninde "müfettiş" sözcüğü pek de olumlu yankılanmaz.
Bizim durduğumuz yerden bakınca müfettiş, sınıfa girmeyen, ders anlatmayan, emek vermeyen ama bizlere, bu işi bilfiil yapanlara işimizi öğretmeye kalkan, kahverengi takım elbiseli ve daima asık suratlı bir figürdür. Müfettişi sanki başka bir yaşam gayesi yokmuş da, sırf bizi tedirgin etmek, imtihana çekmek ve azarlamak için dersimize giren, dosyalarımızı karıştıran bir öcü gibi görürüz.
Ne kadar eksik, ne kadar defansif bir bakışmış meğer...

Erhan Avunduk, teftiş meselesinin öğretmen gözüne görünmeyen tarafını görünür kılıyor, bu kitabıyla. Kitaptan, bir bakanlık müfettişi olmanın nelerle mücadele etmek demek olduğunu enine boyuna öğreniyoruz.
Müfettiş, sıcacık evinden çıkıp memleketin ücra köylerini, unutulmuş bucaklarını, adeta hep bulutlu ve kasveti bir iklimde yaşamaya mahkûm edilmiş yörelerini dolaşıyor. O gitmese merkezden, ülkenin kalbinden hiç kimse oralara gitmeyecek gibi, oradakiler birbirlerinden başka bir ses duymayacak gibi...

Doğdukları yerde ölenler Milli Eğitim müfettişinin gelişi ile kendi dar dünyalarından dışarıya bakma, başka bir yaşamdan haberdar olma şansını yakalıyorlar. Yalnız ve güzel ülkemizin çocuklarını kime emanet ettiğimizi, müfettiş raporlarından öğreniyoruz. Öğreniyor ve dehşete kapılıyoruz.

Evliya gibi dağı taşı gezmek, kar kış demeden oradan oraya savrulmak, müfettişlik mesleğinin en zor kısmı da değil üstelik. Merkeze her dönüşte başka bir Bizans oyununa silah kuşanmak gerekiyor. Bürokrasinin ayak oyunları belki de mahrumiyet bölgelerinde geçen haftalardan, aylardan daha çok yoruyor, aşındırıyor müfettişi...

İşte bu yüzden bu kitabı tavsiye etmek istiyorum. Eğitim meseleleri ile yakından - uzaktan ilgilenen herkesi benim gibi iki omzundan tutup silkeleyeceğinden eminim çünkü. Hem bugün içinde yaşadığımız hazin eğitim tablosunun ne zaman, nasıl ve kimler tarafından resmedildiğini öğrenecek hem de eğitim makinasının öğrenci - öğretmen - veli üçgeni dışında kalan kısımlarına yakından bakacaksınız.

Tanıtım bülteninden:
Yıllar bitiyor, yollar ve turneler bitmiyordu. Bir turnenin sonuna gelmeden bir başka turnenin haberi ulaşmakta gecikmiyor, turneler birbiri arkasına sıralanıyordu... "Ömür biter, turneler bitmez" diyorduk. Müfettişlik buydu, müfettişin kaderi buydu. Yollar, denetimler, soruşturmalar, koşuşturmalar ve su gibi akıp giden zamanla yarış... Bazen geciken bir aracın üzüntüsü, bazen nezle virüsü ile mücadelenin bîtaplığı ekleniyordu günlük yaşama ve geriye acı tatlı anılar kalıyordu.
Bazı yerler ulaşılması, gidilmesi gerçekten çok meşakkati gerektiren uzak birimler oluyordu. Ama görev yapılacaktı, yapılıyordu. Göreve bağlılığın güzel ve unutulmaz örnekleri veriliyordu. Çok kısıtlı süreye karşın genellikle girdikleri kurumlardan olumlu izler ve yankılar bırakarak çıkıyorlardı müfettişler.
Denetimlerde bir şeyler verilebilmiş, hatalı bir uygulamanın düzeltilmesi sağlanmışsa, yorgunluklar zevk oluyor, unutuluyor, anılar yumağına bir turne daha ekleniyordu...
Karla, kışla, soğukla birlikte girdiğimiz il kapılarından çoğu kez aynı iklim koşullarında çıkıyor, ancak denetlediğimiz okullara bahar sıcaklığını, bahar güzelliklerini vererek, taşıyarak, okullarımızın iklimini değiştirerek, denetimin olumlu damgasını vurarak ayrılmanın iç huzurunu yaşıyorduk. Müfettişlik zordu, yorucuydu, sıkıntılıydı belki ama görev sevilerek yapılınca tüm zorluklar siliniyor, unutuluyordu...
bir_milli_egitim_bakanligi_mufettisinin_not_defteri_2010_1_22_0



http://kilavuzkirpi.com/kitap-bir-milli-egitim-bakanligi-mufettisinin-not-defteri/


BİR KADIN HASTALIĞI: TÜRKİYE



“Şey”lerin adı önemlidir. Adlar çok şey fısıldar, kulak verene.
Mesela kentlerin, köylerin, derelerin sırrı adında gizlidir. Binlerce yıllık tarih kurumuş, bir ismin kabuğuna sığmıştır.
Anadolu, bu hap yapılmış tarihler bakımından zengindir. Nereye el atsanız kurumuş, küçülmüş ama asla silinmemiş acılar, anılar, insanlar bulursunuz. Örnek mi? Kayseri adının Caesarea (Kayzerya)’dan geldiğini, Yunanca olan bu ismin Türkçe hançereye (söyleyişe) uydurularak zamanla Kayseri haline geldiğini bilmeyen, pastırmanın çemeninden öteye gidemez.

Dilimize yerleşmiş adlar, hep bu toprağın eski (kovduğumuz) sahiplerinin dilinde değil. Bir de Osmanlı zamanı Türkçesi var. Onu da anlayamıyoruz. Onun da sırrına eremiyoruz.

nisaiye

Kaybettiğimiz Osmanlıca adlardan biri, Nisaiye.
Sözlük anlamı kadına dair.
Ancak uygulandığı yer hastanelerin  nisaiye servisleri. Artık Türkçeleşti bu isim. Kadın Hastalıkları diyorlar. İlginçtir, hiçbir hastanede "Erkek Hastalıkları" isminde bir bölüm yok. Düşünce arka planımızda kadınlık hastalıkla bir tutuluyor, adeta.
Gerçi kadınların hasta olması o kadar doğal ki bu ülkede! Bu ülke bizzat, bir kadın hastalığına dönüşmek üzere…

Söze adlardan girmem boşuna değil.
Malum, bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Neresinden tutayım, hangi kesiğine merhem basayım? Günün adı bile acıyı çağrıştırır oldu. Zira bugün Türkiye’de kadın olmak, hasta olmak demek, yaralı olmak demek.
Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok çağını geride bırakalı çok oluyor. Kadının artık huzuru yok, güvenliği yok, sağlığı yok...

Bugün kadının bakışında hiç kurumayan bir gözyaşı, sırtında düzelmez bir kambur, avcunda dolmayacak bir boşluk… Eliniz sadece sevmek için kalksaydı gözyaşı kururdu hâlbuki. Bir diploması, bir mesleği olsaydı öyle iki büklüm yaşamaz, belini doğrulturdu. Seveceği, yan yana yürüyeceği kişiyi kendi seçebilse avcundaki boşluk dolardı.

Peki beyler, siz ne yaptınız?
Kızlarınızdan bir kara önlüğü bir beyaz yakayı esirgediniz, onları okutmadınız.
Kızlarınızı daha çocuk yaşta, koca denen köle sahiplerine sattınız.
Kızlarınızı mesleksiz, seçeneksiz, çaresiz bıraktınız.
Yetinmediniz, kızlarınızı katlettiniz, yok ettiniz.

  • Bu ülkede okur yazar olmayanların çoğu kadın. Yaklaşık 900 bin erkeğe karşılık 4 milyon kadın okuma yazma bilmiyor. Kara cahil erkek nüfusunun dört katından fazla sayıda kara cahil kadınımız var…
  • Bu ülkede kadınların işgücüne katılma oranı erkeklerin üçte biri. İş güç sahibi erkeklerin oranı toplam erkek nüfusu içinde % 69,2 iken, çalışan kadınların oranı toplam kadın nüfusu içinde sadece %25,9.
  • Bu ülkede nikâhların yaklaşık %30’u çocuklara “kıyılıyor”. El kadar kızlarınıza bir tas çorba bir defter bir kitap veremediniz, sırtına tekmeyi vurup “koca”ya verdiniz, onları.
  • Son yedi yılda erkek şiddetinden ölen kadınların sayısı toplam 1.147. Kendi kızlarını katleden erkekler de var bu sayının içinde, başkasının kızlarını da katledenler de...

Kadın – erkek eşitliğinde dünyanın en berbat ülkelerinden biri haline geldik. Zambiya’nın 119. olduğu listede, Türkiye 125. sırada!
Haberiniz oldu mu eserinizden?
Övündünüz mü?
Bayram kutlayacak günde neleri konuşur olduk...

BİR KADIN HASTALIĞI

Yılbaşından bu yana, sadece 65 günde 55 kadın, erkek şiddetine maktul oldu. 2014'te ise tam 294 kadının canını aldı, hayatlarındaki "erkek"ler...
Lise öğrencisi bir kıza tecavüz eden sekiz yaratık, daha dün tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı! İnanabiliyor musunuz? Şu anda Adana sokaklarında sekiz arsız, ahlaksız, rezil tecavüzcü dolaşıyor!

8 Mart'ta bu kez emekten, eşitlikten önce sorulacak sorular var:
Devlet şimdiye kadarki hafife alma tavrını terk edip, gözle görülür şekilde yükselen "kadın katletme" modasına dur demeyi düşünüyor mu?
Ciddi bir tedbir alınana kadar daha kaç kadın öldürülecek, daha kaç tecavüzcü himaye edilecek?
Ne zaman adı Türkiye olan bu kadın hastalığı iyileşecek ve biz kadınlar taburcu olacağız, nisaiye servisinden?
Müsaade var mı beyler, pis ellerinizi çekecek misiniz hayatlarımızdan?
Yaşattığınız kabus bitecek mi?
Biz kadınlar, sağ salim yaşayabilecek miyiz biz bu ülkede?

Woman Being Kidnapped And Abused


Görseller
http://kilavuzkirpi.com/bir-kadin-hastaligi-turkiye/

TÜRKÜN TARİHLE İMTİHANI

Halide Edip ne müthiş bir yazarmış… Türkün Ateşle İmtihanı romanını okuyanlar bilir, Milli Mücadele dönemini ondan daha güçlü anlatan çıkmamıştır.

Geçtiğimiz yıl Birinci Dünya Savaşı‘nın başlangıcının 100. yıldönümüydü.

1914’te dünya devletleri büyük bir kavganın içine girdiler. Küresel çıkar çatışmalarının çeşitli düğüm noktaları vardı ve bunlar arasında önde gelenlerden biri, artık çökmek üzere olan Osmanlı coğrafyasıydı.

Çeşitli olasılıklar öngörülse de kesin olan, Osmanlı Devleti’nin bu büyük hesaplaşmadan sağ çıkamayacağı idi. Dönemin büyük güçleri, İstanbul’daki Sultan’ın sesi sedası kesildiğinde, onun pek çok yönden zengin topraklarına ne yapacaklarını planlamaya başladılar.
Cenazesi kalkmadan mirası paylaşıldı, Osmanlı’nın…

Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile sonuçlanacak Milli Mücadele başlatılamasa ve kazanılamasaydı, iki örneğini aşağıda göreceğiniz, onlarca paylaşım planından biri mutlaka hayata geçecekti. Anadolu ve Orta Doğu halkları bugün, bu haritalardan birine göre yaşıyor olabilirdi, olabilirdik…

Yüz yıl öncenin hesaplaşmasına dair haritalardan ilki, The Atlantic gazetesi tarafından, her nedense yakın zamanda, 13 Şubat 2015’te yayımlandı.

antlasmalar_haritalar_2 
İkinci harita da neredeyse 100 yıl öncesinden. Üstelik bu defa bir paylaşım planı olmaktan öte. Dönemin Osmanlı padişahı Vahdettin’in kabul edip imzaladığı bir barış, Sévres Antlaşması.
Osmanlı’nın 1920’de razı olduğu, Türk milletinin ise karşı çıktığı antlaşmaya göre Türkiye, açık sarı ile gösteriliyor:


antlasmalar_haritalar_1

Bu konuyu niye yazdım?

Ömründen çeyrek yüzyılı Tarih öğretmeye vakfetmiş bir yazar olarak, müsaadenizle münasip yerlere ikişer Osmanlı tokadı aşketmek lüzumunu görüyorum da ondan.

Son yıllarda halk arasında -sanki çok Tarih bilirlermiş gibi- mevcut Tarih bilgisini aşağılamak, “resmi tarih” yaftasıyla aklı
sıra yalanlamak, ipini koparan meczubu Tarihçi diye alkışlamak moda oldu.

Topluca girdiğimiz bir delirme yarışının etaplarından olsa gerek…


Ancak gözümüzün önünde yakın tarihin en açık gerçekleri çarpıtılırken bizim de elimiz armut toplayacak değil elbet. 

Resmi Tarihin söylemediği, söylememeyi seçtiği, başka türlü ifade ettiği şeyler, öyle propagandası yapıldığı kadar çok değil,. Evvela bunu bilesiniz. Tarihte devletin halkına karşı bir yerde saf tuttuğu ahmaklık dönemleri var, evet. Örnekse, Osmanlı azınlıkları bahsinde bu gibi örneklere rastlamak mümkün. Osmanlı Tarihini yazanların anlattığı ile Ermeni Tarihini yazanların anlattığı birbirini tutmuyor, mesela.

Ancak bu gibi belli başlı 3-5 konu dışında, tarihte gayet net ve açık gerçekler var ki, onları da çürük bilgi sepetine attırıyor birileri, dikkat edesiniz.

Tarihçi kisvesi altına gizlenmiş şarlatanların elinde sersem tavuğa dönmemek için 2 şeye dikkat ediniz:

Bir:
Karşılaştırma yapınız. Söz konusu olay hakkında o dönemde yazılmış farklı kaynaklar ne diyor? Örnekse Osmanlı Sévres Antlaşmasını imzaladı mı imzalamadı mı? İmzaladı. İngiliz, Fransız, Osmanlı arşivleri bunu doğruluyor. Yetmedi, dönemin basınında da bu yönde haberler var. Öyleyse bu bilgi artık çürük sepetine girmesin, kesin bilgi olarak kenara konsun.

İki:
Bir üniversitenin 4 yıllık fakültesinden alınmış Tarih diploması olmayanların lafına kulağınızı tıkayınız. Gazeteci gazetecidir, tarihçi de tarihçi. Hele hele Osmanlıca bilmeyenin Tarihçi afrasına gülüp geçiniz. Bir de, Fatih ya da Kanuni devrinin Osmanlıcasıyla II. Abdülhamit, İttihat – Terakki devrinin Osmanlıcası arasında sıradağlar var, bilesiniz. 1870-1880’lerden öncesine ait Osmanlıca bir evrakı öyle her babayiğit okuyamaz, onu da unutmayın. Elinize aldığınız her tarih kitabında dipnot / sonnot arayın. Tarihçi yazdıklarını, afedersiniz, yere yakın bir yerinden uydurmaz. Kaynak gösterir. En azından kitabın arkasında kapsamlı bir kaynakça olmalıdır. Yoksa, elinizdeki safsatadan ibarettir. Her ne kadar duymak istediklerinizi söylüyor olsa da oltaya gelmeyin, kaldırın atın.

İnsan hafızasının Tarih ile enteresan bir ilişkisi vardır. Toplumsan hafızanın yitimi, Tarih bilgisinin erozyona uğraması, başlı başına tarihsel bir dönemeçtir.  Mesela bu haritalar bugün yüz yıllık arşivlerden iş olsun diye çıkarılmıyor, değil mi? Tam bu noktada taşı gediğine en güzel, George Orwell koymuş.

Akıllı olalım, bilgili olalım efendim…