BÜYÜK ZAFERİN 92. YILI KUTLU OLSUN!




Bugün 30 Ağustos. Büyük Taarruzun yıldönümü. Büyük Zaferimizin yıldönümü.

Bayramımız kutlu olsun!

Bir milletin sömürgeleşmekten, emperyalist işgalden kendini nasıl kurtardığını hemen buracıkta anlatabilmem mümkün değil. 
Ancak bunca boyutlu, derinlikli bir tarihi, birkaç dakikada ve kalbimize işlercesine anlatabilen birinin sözüne, sesine sığınabilirim: Türk dilinin büyük şairi Nazım Hikmet‘e.

 Onun dev yapıtı “Kuvayı Milliye Destanı“nın, devlet tiyatroları sanatçıları tarafından seslendirilen ve Büyük Taarruz ile zaferi anlatan kısmını (8. Bap) sizlere bayram hediyesi olarak sunmak istiyorum. 




TÜRKİYE’DE 50 BİN İNTERNET SİTESİ YASAKLI!

TÜRKİYE’DE 50 BİN İNTERNET SİTESİ YASAKLI!
Geçen gün şu haberi okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm.
50.000
Yazıyla elli bin.

50 binden fazla internet sitesi Türkiye’de yasaklı.
“Eh olsun, biz zaten porno şeylerine falan katiyen karşıyız” demeyeceksiniz, değil mi?
Zira yasaklanan sitelerin tümü öyle “şey” siteler değil.

Üstelik olsa ne fark eder? Kime ne?
Bazı internet kullanıcısı dini sitelere girerken bir başkası erzak alışverişini yapabilir, bir diğer maç izleyebilir ve saire ve saire…

sansure_hayir

İnternette bir sitenin yasaklanmasını, yaşadığımız kentte bir sokağa giriş çıkışların kapatılması olarak görmeliyiz, öyle ele almalı, ona göre tepki vermeliyiz. Nedendir, nasıldır; detaylarını İnternet’te Sansüre Karşı Ortak Platform organizasyonunun linkteki açıklamasında bulabilirsiniz. O kadar uzun metinleri okumayı sevmiyorsanız, video verelim :)

Sizi dünyayı değiştiren bir bilim adamıyla tanıştırayım!
Her internet adresindeki “www” (world wide web)’i icat eden bilginin, Tim Berners-Lee’nin TED konuşması yayınlandı, geçenlerde. Görür görmez hemen kolları sıvadım, sabahlamak pahasına altyazılarını Türkçe’ye çevirdim.

Bu büyük bilim adamını çağrısını duymak, duyurmak gerek.

Lütfen izleyiniz.
Lütfen paylaşınız.

http://www.ted.com/talks/tim_berners_lee_a_magna_carta_for_the_web?language=tr

BÜYÜK EĞİTİMCİLER: MARIA MONTESSORI (1870 – 1952)

 
Son yıllarda her köşe başında bir “Montessori Anaokulu” açılmaya başladı. Frenkçe adlı her şeye olduğu gibi bu okullara da hızlı ve iştahlı bir ilgi gösterdi, velilerimiz. 
 
Peki, kimdir Maria Montessori, nedir bu eğitim modeli, gerçekten biliyor muyuz? İşte ismini çok iyi bildiğimiz ancak nereden çıktığı hakkında fazlaca bilgi sahibi olmadığımız Montessori:
Maria Montessori, 1870 yılında İtalya’nın Chiaravalle kentinde dünyaya gelmiştir. 1896 yılında İtalya’nın ilk kadın doktoru unvanını alarak tıp fakültesini tamamlamıştır.

Üniversiteden mezun olduktan sonra asistan doktor olarak atandığı Roma Psikiyatri kliniğinde zekâ özürlü çocuklarla çalışmıştır. 1899 yılında Roma’da zekâ geriliği olan çocukların yollandığı bir okula yönetici olarak atanmıştır.

1907 yılında Roma’nın San Lorenzo bölgesinde, çalışan ailelerin çocuklarından oluşan 60 kişilik bir grupla çalışmak için üniversitedeki kürsüsünden ve tıbbî uygulamalarından vazgeçti. Burada ilk Casa dei Bambini’yi (Çocuklar Evi) kurdu. Zekâ engelli çocuklarla başlayan ve işçi ailelerinin çocuklarıyla devam eden eğitim çalışmalarını, II. Dünya Savaşı nedeniyle ülkesinden ayrılmasının ardından Avrupa’nın değişik yerlerinde devam ettirdi.
Bir eğitim emekçisi olarak, dünyanın birçok ülkesinde konferanslar, eğitimler vermiş, kitaplar yazmış, yeni okullar ve öğretmen eğitim merkezleri açmış, bir yandan da çocukları gözlemleyerek kendi eğitimine devam etmiştir. Bir dünya vatandaşı olarak yaşamıştır. Yaygın çabalarının ürünü olarak metodu, dünyanın birçok ülkesinde uygulanmaktadır.



Montessori metodu, çocuğu ön plana çıkararak eğitimde çocuğun gelişimini, ilgilerini takip eder. Bu anlayışa göre çocuk kendi duyularıyla neyi öğrenmek istediğine kendi karar vermeli ve öğretmen de çocuğa bu konuda rehberlik etmelidir.
Montessori okullarında,
  • Büyük çoğunlukla 2,5 – 3 yaşından 6 yaşa kadar çocuklar için oluşturulmuş karma sınıflar,
  • Belirlenmiş seçenekler içerisinden, öğrencinin kendi seçeceği faaliyetler,
  • İdeal olarak üçer saatlik, bölünmemiş (teneffüs olmaksızın) çalışma zamanı,
  • Öğrencilerin doğrudan eğitim (yönergeler) yerine malzemelerle çalışarak kavramları öğrenmelerine dayalı bir “keşfederek öğrenme” modeli,
  • Montessori ya da arkadaşları tarafından geliştirilmiş olan özel eğitim malzemeleri,
  • Sınıf içinde hareket özgürlüğü,
  • Montessori metoduna ilişkin eğitim almış bir öğretmen bulunur.

Bunlara ilave olarak, birçok Montessori okulu, onun yayınlanmış eserlerinde yer alan insan gelişim modelini referans alarak programlarını tasarlamakta ve Montessori’in hayatı boyunca verdiği eğitici eğitimi derslerinde tanıtılan pedagoji, ders ve malzemeleri kullanmaktadır.





Bilgiler vikipedi ve onlineanne kaynaklarından derlenmiştir. 

YALAN DÜNYA, YANAN DÜNYA


Dünyayı nasıl bilirsiniz?

Mavi gezegen…
Uygarlığın beşiği…

Mesela dünya nüfusunun %14’ünün okuma yazma bilmediğini söylesem, şaşırır mısınız? Veya toplam nüfusun neredeyse dörtte üçünün bir dereceye kadar açlık, gıda yetersizliği çektiğini duymuş muydunuz?

Ya da 7 milyarı aşan dünyalıların neredeyse yarısının, yani 3 buçuk milyar ferdin özgürlükten mahrum yaşadığını biliyor muydunuz?
Üç buçuk milyar!

Hapse atılma, tacize uğrama, işkence ve ölüm tehdidi altında yaşayan 3,5 milyar…

Dünya çok güzel bir yer değil. Yaşadıklarımız da küçücük katkılar sağladığımız, el yapımı felaketler. Hepimizin payı var, olan bitende. Oysa biz yaptığımızı inkâr etmekle kalmıyor, yaşananlara arkamızı dönüyoruz. Olmamış gibi yapıyoruz…

Mesela kimilerine göre kahraman, ama aslında tarihin en kanlı katillerinden biri, faşist Stalin demiş ki, “bir kişi ölürse trajedi, bir milyon kişi ölürse istatistik olur”. 50 milyon Sovyet yurttaşının ölümüne bu mantıkça ferman vermiş olsa gerek…

Gelin gerçeğe sırtımızı dönmeyelim, dünyaya yakından bakalım. Bir durum tespiti yapalım. Milyarlarca insanın her birine tek tek üzülemeyiz, her derde birer çare bulamayız elbette. Ama dünyayı gözümüze sığacak kadar küçültürsek belki nasıl bir yerde yaşadığımızı daha iyi anlarız.

My Modern Metropolis sitesinde rastladığım, üşenmeyip Türkçeleştirdiğim grafikleri incelemenizi rica ediyorum. Bakın, dünya 100 kişilik bir köy olsaydı kaç kişi, ne halde yaşayacaktı:
Worldof1005 Worldof1001 Worldof1003 Worldof10010 Worldof1009 Worldof1008 Worldof1007 Worldof1006 Worldof10011 Worldof10012 Worldof10013 Worldof10014 Worldof10017



EĞİTİM NE İÇİN LAZIM?


İnsan yavrusunu okul öncesi + okul çağı + mesleki eğitim ve sair, toplamda en azından 20-25 sene eğitiyoruz.
Amaç ne?
Amaç kendine yeten, türdeşlerine zarar vermeyen, toplumu ileri, yukarı, öteye taşıyacak, taşıyabilecek bireyler üretmek.

En azından amaç bu.

Ya sonuç?
Duruma göre değişiyor…


Aşağıdaki video Türkiye Cumhuriyetinde kaydedildi. Milattan sonra 2013/2014 yılına tarihleniyor.


http://www.sanalsosyal.com/engelli-asansorune-bindirilmeyen-engel/


Bu cümlenin altındaki video ise Türkiye Cumhuriyeti dışında bir yerde kaydedildi. O da milattan sonra 2013/2014 yılına tarihleniyor. 

http://youtu.be/W4jESFIbAS0 
 

Sözü dolandırmanın anlamı yok.
Eğitim, maymunu astronot yapmaktan ziyade, insanı insan yapmak için lazım…

egitim_ne_icin

10 YIL SONRA ÜLKEDE PSİKOPAT PATLAMASI YAŞANACAK!


Psychology Today dergisine yazan Dr. William Hirstein ’a göre psikopat ya da sosyopat denen kişilik bozukluğuna sahip kimselerde görülen ortak özellikler başlıca şunlar:
  • Umursamazdırlar
  • Derin duygular besleyemezler
  • Sorumluluk bilincinden yoksundurlar
  • Sözleri samimiyetsizdir
  • Bencildirler
  • Şiddete eğilimlidirler
Bu nahoş konuya neden değindiğimi yazının sonunda izah edeceğim.

*********

Sabancı Üniversitesi bünyesindeki Eğitim Reformu Girişimi (ERG) çok önemli bir rapor açıkladı: 




Temel Eğitimin Kademelendirilmesi Sürecinin İzlenmesi Raporu. Yani 4+4+4 raporu.

Hatırlayacaksınız, 2012 yılında eğitim sistemimiz 4+4+4 şeklinde düzenlenmişti. Çocukların okula başlama yaşı düşürülmüş, 8 yıllık kesintisiz eğitime son verilmiş, on iki yıla uzatılan ve zorunlu hale getirilen eğitimin sadece ilk 4 yılı örgün öğretim şartına bağlanmıştı.

Çeşitli açılardan eleştirilen 4+4+4 uygulamasının sonuçlarını inceleyen ERG uzmanlarının hazırladığı raporun tamamını şurada bulabilirsiniz. Biz dikkatimizi, gelecek için en kaygı verici bulgulara çevireceğiz.

Aşağıdaki grafikte görüleceği gibi, araştırma Türkiye’nin her bölgesini kapsayacak şekilde yapılmış.

erg_cinsiyet


Araştırmanın belli başlı bulgularına gelince: 
 
1. Kendini okulda tehdit altında hisseden, öğretmen / görevli / arkadaş tarafından hırpalanma endişesi taşıyan çocukların sayısında %30 kadar artış yaşanmış.

erg_5

2. Okulların yarısında temiz tuvalet yok. Yarıdan fazlasında kütüphane bulunmuyor. İnternet erişimi ise okullarımızın dörtte üçünde mevcut değil (hani tablet dağıtılmıştı?).

erg_6

3. Tüm derslerdeki başarı gözle görülür şekilde düşmüş.

erg_7

4. Sabahçı öğrenciler okula aç geliyor. Sadece üçte biri her sabah kahvaltı edebildiğini belirtmiş. Çünkü bazı bölgelerde sabahçı öğrenciler için okul sabah 06.00’da başlıyor. Sabahçıların derse giriş saati ülke genelinde ortalama 07.20.

erg_8

5. Seçmeli derslerden bir kısmı doğru dürüst okutulmuyor. Örneğin Kuranı Kerim ve Hz. Muhammet’in Hayatı derslerinin okutulmama oranı %3,4 ila 3,5 arasında kalırken; Müzik dersi %10,2 Zeka Oyunları dersi %11,3 ve Görsel Sanatlar dersi %9,6 oranında okutulmamış, ihmal edilmiş.

erg_9

Şimdi özetler:
  • Okullarda, eğitim – öğretimin en gerekli unsuru olan kütüphaneler ya tümden yok ya da ciddi biçimde yetersiz. İnternet erişiminin bunca az okulda bulunması da öğrencilerin bilgiye ulaşmasının önündeki en önemli engel. Kitabın ve internetin bulunmadığı bir okulda yegâne bilgi kaynağı, yüz yıl önce olduğu gibi yalnızca öğretmen. Öğretmen sınıfa girecek, çocuklar sessiz olacak ve dinleyecek.
  • Okulların çoğunda spor salonu bulunmuyor. Bazılarının bahçesi bile yok. Çocuklar, gelişimleri için hayati önem taşıyan fiziksel aktivite olanaklarından yoksunlar. Enerjilerini nerede ve nasıl deşarj edecekleri MEB yöneticilerinin öncelikli kaygısı olmalı.
  • Okul binalarının sayıca ve nitelikçe yetersiz olması, iyileştirilmemesi yüzünden çocuklar okula çok erken saatlerde gelmek zorunda kalıyor. Aç karnına, uykusunu alamadan derse giriyorlar.
Bir öğrenci, araştırmayı yapanlara aynen şunları söylemiş: “Ders saatlerimizde değişiklik oldu. İlk dönem saat 05.30’da okula geliyorduk. Sadece 5. sınıflar diğer sınıflardan bir saat erken okula geliyorlardı. O kadar erken kalkıyorduk ki uykumu alamıyordum, sabah kalkmakta zorlanıyordum ve uykum açılmadığı için kahvaltı yapamıyordum.”

Açıkçası, yıllarca derse girmiş eski bir öğretmen olarak sabahın 07.00’sinde konu anlatmaya başlayan öğretmenin performansından bile endişe ederim.
  • İlkokuldan, yani birinci 4 yıldan sonra açık öğretim ile eğitime devam imkânının verilmesi son derece zararlı ve kaygı verici bir uygulama. 9 yaşını geçen çocuklar ya eve kapatılıyor ya da çalıştırılıyorlar. Çocuk işçiler, çocuk gelinler bu ülkenin, bu toplumun utancı olmalı. 18 yaşın altındakilerin çalıştırılması, evlendirilmesi yasaklanmalı.

***************

Basit bir hesapla, 78 milyonluk nüfusumuzun 52 milyonu seçmen ise, 26 milyon yurttaş on sekiz yaşın altında demektir. Oysa TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerinde bu rakam şaibeli şekilde 16 milyon olarak veriliyor. Neyi esas aldıklarını da belirtmemişler.

Peki, varsayalım 16 milyon gencimiz var. Ne durumdalar?

TÜİK rakamlarına göre ülkemizde genç nüfusun %14,2‘si evli.

Nasıl? 

Evli.

Okul çağındaki çocuklar…

Hadi evlendirdi ana-babası. Evlilik nasıl gidiyor? Yaşamının herhangi bir döneminde eşinden ya da birlikte yaşadığı kişiden fiziksel ya da cinsel şiddet görmüş genç kadınların oranı %35,3. Üçte birinden fazlası koca dayağı yiyor. Okul çağındaki kızlar.

Peki, seslerini duyurabiliyorlar mı? Okulda değiller, rehber öğretmenden yardım isteyemezler. Anne baba zaten görevlerini yerine getirse 13-15 yaşındaki çocuğunu evlendirmezdi. Nasıl ve nerede imdat diyecekler? Kurumlara nasıl ulaşacaklar? Herhangi bir kanal var mı? Yok. Aile içi şiddet hattını arayacaklar, korkudan ödleri patlasa bile, öyle mi?

Genç erkeklerin internet kullanım oranı %80,6. Genç kadınlarda bu oran %55,4. Fakat bu ülkede sosyal medya kapkara bir sansür altında ve okullarımızda internet yok.

************

Bu kadar yeter. En başa dönüyorum. Psikopat ya da sosyopat dediğimiz kişilik bozukluğuna… Nasıl kimselerdi, bu psikopatlar?
  • Umursamaz
  • Derin duygular besleyemeyen
  • Sorumluluk bilincinden yoksun
  • Samimiyetsiz
  • Bencil
  • Şiddete eğilimli
Çocukların çoğunu okulun dışına iten, evliliğe, işçiliğe mahkûm eden bir sistemden bahsediyoruz. Okula gönderebildiklerimiz ise aç, uykusuz, spordan, sanattan ve en temel hijyenden mahrum, zihni çağ dışı safsatalarla bulanmış halde.

Bu eğitim sisteminde ısrar edildiği, mevcut şartlar çağın gereklerine uygun hale getirilmediği müddetçe okullar birer psikopat üretme makinası olacaktır. Bu yıl ilkokula başlayan çocuklar 6 yaşında. On yıl sonra 16 yaşında olacaklar. Bir çocuktan bir katil yaratan karanlığı sorgulamak istiyorsak, sanırım bir an evvel eğitim meselesine odaklanmalı, bu felaketin bir yerinden dönmeliyiz.
On yıl sonra kitlesel bir psikopatlaşma ile karşı karşıya kalmak istemiyorsak, derhal harekete geçmeliyiz. Bunlar bizim çocuklarımız. Sorumluluk hepimizin.

Kaynak

EĞİTİMCİ GÖZÜYLE SEÇİM SONUÇLARI


Cumhurbaşkanlığı seçimi, Başbakanın Çankaya’ya çıkmasıyla sonuçlandı. Hangi kesimlerin ne gibi tepkiler verdiğini zaten biliyorsunuz. Burada tekrarlamaya gerek yok.
Sadece resmi olmayan seçim sonuçlarına dair birkaç yaklaşık ve yuvarlanmış rakamı hatırlatmayı gerekli görüyorum:

Toplam seçmen sayısı                           53.000.000
R.T. Erdoğan                                          20.800.000 (toplam seçmenin %39’u)
E. İhsanoğlu                                           15.500.000 (toplam seçmenin %29’u)
S. Demirtaş                                              4.000.000 (toplam seçmenin %7,5’i)
Oy vermeyen seçmen sayısı                 13.000.000 (toplam seçmenin %24,5’i)

Temel patırtı R.T. Erdoğan’a muhalif olanlar arasında geçiyor gibi görünüyor. İktidar cephesi “milkport”.
Sandığa gidenler, oy vermeyen 13 milyonu çeşitli sıfatlarla eleştiriyor, aşağılıyor, deyim yerindeyse yerden yere vuruyorlar. İktidar veya muhalefet kanadından hiç kimsenin kendine dönüp “nerede yanlış yaptım?” diye sorduğuna tanık olmadım. Oysa bu seçimde oylarını yükseltebilen sadece Demirtaş. AKP oyları 30 Mart yerel seçimleriyle aynı. CHP ile MHP ise 30 Mart’ta toplam 19 milyonun biraz üzerinde oy almıştı, bu rakam 15 buçuk milyona düşmüş görünüyor.
İktidar kanadı artıramadığı oylara sırtını dönüp seçime katılanların yarısı bize oy verdi diyerek kutlamalara girişti. Ülkenin dörtte birinin kesif bir umutsuzluk ve küskünlük içinde olmasına hiç aldırmadı. Muhalefet ise sandığa gitmeyenleri azarlamaktan öte bir ses veremedi. Oysa daha dört ay önce seçmenin yarıya yakını bu iki partiyi desteklemişti. Dört ay içinde her ne olduysa (!) oyları muazzam bir erozyona uğradı. Onlar da hatayı kendilerinde aramadı, arayacak gibi de görünmüyor. Sandığa gitmeyen 13 milyon seçmeni “tatilci hain” ilan ederek işin içinden çıkıyorlar.

Gelelim eğitim perspektifinden tüm bu olan bitenin nasıl okunacağına? Geleceğe yönelik ne dersler çıkarabiliriz, bu seçimden? Gelecekte de bugün yaşadıklarımızın tekrarını, hatta daha fenasını yaşamamak için ne yapabiliriz? Çocuklarımızın da büyüyüp, bizler gibi birbirine hakaretler, tehditler yağdırmadan farklı görüşte olmayı beceremeyen bireylere dönüşmesini istemiyorsak tabii… Yoksa “benim oğlum / kızım büyüsün, en doğruyu kendisinin bildiğini zannetsin, farklı bir fikir duyunca ağzından salyalar saçsın, kendini yekten haklı saysın” diyebilenler, okumaya bu noktada son verebilir.

Daha iyi bir gelecek için, lütfen;
1. Çocuklarınıza mantık ve matematik öğretiniz.
Elmayla armudun toplanamayacağını bilsinler. Turizm kapasitesi belli bir ülkede 13 milyon yurttaşın aynı gün aynı saatte tatilde olamayacağını hesap etmek için dört işleme vakıf olmaları gereklidir.

2. Çocuklarınıza deyimleri öğretiniz.
Kendini dev aynasında görmek, dediğim dedik öttürdüğüm düdük, bizden olsun çamurdan olsun ve benzeri deyimlerin anlamını, insanı nasıl eleştirdiği şeye dönüştürdüğünü bilsinler. Sokak dilindeki deyimleri de atlamayınız: “Ne diyorsak o” ile başlayan konuşmanın asla diyaloğa gitmeyeceğini öğrensinler, mesela. Diyaloğun olmadığı yerde sadece çatışmanın yaşayabileceğini de…

3. Çocuklarınıza felsefe öğretiniz.
Hayatı değiştirmeye, ancak kendini değiştirmekle başlanacağını bilsinler. Mesela Carl Jung’un şu sözünü her çocuk bilmeli: Dışarı bakan hayali görür, içeri bakan uyanışı.

4. Çocuklarınıza insaflı olmayı öğretiniz.
En azından kendilerine yapıldığında rahatsız olacakları bir şeyi başkasına yapmasınlar. Kendilerine söylendiğinde öfkelendikleri bir sözü başkasına söylemesinler.

5. Çocuklarınıza dayanışmayı öğretiniz.
Hiç değilse bir karınca yuvasının yakınına götürüp küçücük karıncaların örgütlü bir çalışmayla koca koca yiyecek parçalarını nasıl metrelerce taşıdıklarına tanık olsunlar. Örgütlü ve çalışkan olmanın değerini bilsinler.

6. Çocuklarınıza sizin gibi değil, sizden öte olmayı öğretiniz.
Her çocuk ergenlik öncesi dönemde ebeveynini, aile bireylerini kendine örnek alır. Bu yüzden en azından ergenliğe kadar davranış ve sözlerinize dikkat ediniz. Çünkü ergenlikte işler değişecektir. Sizden modellediği davranışlarla size zıt görüşleri savunmaya başlar, evladınız. O zaman muhatap olacağınız gencin nasıl bir üslup kullanmasını istiyorsanız, çocukluk çağında kendi üslubunuzu öyle ayarlayınız.

Unutmayınız. Bugün dinlediklerimizin tümünü, dün bizzat biz yazdık.


İKİ ÇİFT LAF

Az önce muhtemelen ömrümce rastladığım en yaratıcı, en tatlı, en verimli, en heyecan verici eğitim projesine tanık oldum! 

Aslında eğitim projesi deyince içim sıkılıyor. Zira yıllarca öğretmenlik yapmış, eğitim üzerine kalem oynatmış biri olarak, emin olun eğitim hakkında lüzumundan fazla parlak fikre (!) ile maruz kaldım. Ama bu seferki gerçekten ve ilk defa kalbimi çarptırdı, gözlerimi yaşarttı.

iki_cift_laf

Efendim, olay Brezilya’da geçiyor. Sao Paolo’daki bir yabancı dil okulundayız. İngilizce öğrenmek için buraya gelen gençlerin derste edindiği teorik bilgiyle yetinmeleri doğru değil. Pratik yapmaları, anadili İngilizce olan birileriyle sohbet etmeleri gerek.

Ülke genelinde 580 binası ve yarım milyon kadar öğrencisi bulunan CNA adlı okulun rehberlik koordinatörü Vanessa Valença tabloyu şöyle çiziyor: “Öğrencilerimizin pek azının yurt dışına gitme imkanı var. Oysa bir yabancı dili akıcı şekilde konuşabilmenin yolu, o dilde sohbet etmekten, pratik yapmaktan geçiyor. Biz de bu sorunu nasıl çözeceğimizi düşündük ve bu yolu bulduk.”

Buldukları öyle bir yol ki!

iki_cift_laf2

ABD Chicago’da bir huzurevi ile anlaşan Brezilyalı dil okulu, iki kurum arasında görüntülü konuşma yapmayı sağlayacak bir internet ortamı oluşturuyor. Brezilya’daki öğrenciler Amerika’daki huzurevi sakinleriyle belli zamanlarda internetten konuşuyorlar. Gelişmenin ölçülemediği yerde eğitimden bahsedilemez. Dolayısıyla görüşmelerin niteliği ve dil öğrenimine katkısı da izlenmekte. Çünkü sistemin bir özelliği de görüşmeyi kaydedip youtube’a yüklemesi. Bu sayede okulun öğretmenleri öğrencinin performansını izleyebiliyor, değerlendirebiliyor. 

Hem gençlerin dil becerileri gelişiyor hem de yaşlıların morali düzeliyor, neşesi yerine geliyor. 

Nasıl? Mucize gibi, değil mi? İki çift lafla gelen yürek dolusu iyilik… 

İki çift laf edecek insanınız bol olsun efendim. Buyurun, izleyin.


AKM’Yİ ÖZLEDİM


akm6

Atatürk Kültür Merkezi…

Mimar Hayri Tabanlıoğlu‘nun simge eseri. Cumhuriyetin simgesi, sanatın simgesi ve en nihayet özgürlüğün simgesi.

Hem tek tek hem topluca, bizim neslin tarihi… 

Kapısının önünde buluşurduk, arkadaşlarla. 

Anadolu yakasından vapurla ya da dolmuşla gelir, çiçekliklerin kenarına ilişirdik. Hava yağmurluysa cam portallerin arasında, direklerin oraya geçer, omuzlarımızı kısa kısa önümüzden geçen kalabalığı izlerdik. Açsak ve harçlığımız varsa cebimizde, Gezi pastanesine otur hiç değilse bir çay içerdik. Yine yolsuz kalmışsak gişe tarafında, kaldırımdaki simitçilere dadanırdık. 

Kim bilir kaçımız ilk kez orada sanatla tanıştı, kaçımız AKM’de geçen bir akşamın gecesinde, kendinin başrolde olduğu bir tiyatro rüyası gördü.

Valeri Hristov, Alexandra Ansanelli 

Cep sahnesinde ne piyesler izlemiştik, ne dekorlar, ne oyuncular…

Büyük sahnede operadan baleye sanatın en ihtişamlı örnekleri. Estetik şahikası eserler… 

Hele bir Becht, hele bir Kafkas Tebeşir Dairesi izlemek, ya da Aziz Nesin Sahnesinde bir Nazim Hükmet eserinin büyüsüne kaptırıvermek kendini… 

akm1 

Biliyorum, yaşlarımız kırkı geçeli beri bu ergen memleketin sahibi bizler değiliz. Artık devrimiz (!) geçti. Ama keşke kendi zıpırlarımıza bir tanecik miras bırakabilseydik. 

İçinde, gözlerimizi aça aça dolaştığımız fuayeyi çocuklarımız da adımlayabilseydi. Büyük aktörlerin, aktrislerin, soprano ve tenorların, balerinlerin, virtuozların siyah beyaz portreleriyle süslü o salonda iki tur da gençlerimiz atabilseydi. 

Nesilden nesle geçen müşterek mekanımız olsaydı AKM. Cağaloğlu hamamındakinden daha anlamlı bir merdiveni paylaşabilseydik. Hani, aile yadigarı zarif bir mücevher gibi… 

Ne bileyim, siz istemez miydiniz torununuz arkadaşlarına “dedem anneannemi buraya piyese getirirmiş oğlum, böyle şapkalar falan” diye anlatsın? Hiç düşündünüz mü, torunlarınız ayak izlerinizi nerede sürecek? Çay bahçesi, kafe, tatil köyü? Kalırsa bir ev, bir de mezar taşı…

Ya o bina yıkılırsa, yok olursa Haziran 2013′ü, Gezi ruhunu nasıl anlatacağız gelecek kuşaklara? Şuradan bakamayacaklar mı?

akm2

Düşündükçe kalbim eziliyor. Kapısından ilk kez babaannemin elini tutarak girdiğim gün aşık olduğum hazinemi isterim ben. 

AKM’yi çok özledim arkadaş! AKM’mi isterim. 

akm5
Görseller şu adreslerden derlenmiştir: pegasuskitabevi.com hafifmuzik.org saadettopcu.blogspot.com haber.sol.org.tr  tiyatronline.com

TÜRKİYE’DE KADIN GÜLMEZ


Yüksek bacaklı, küçük oturaklı sandalyeler var. Halk arasında bar taburesi denir. Ben [teşbihte hata olmaz] buncağızları daima siyasi makamlara benzetmişimdir. Yükseklerde oturtup insana akıl güdüklüğünü unutturan ama bir taraftan da koca mabadını sığdıramadığı için ikidebir sallanmasına, saçmalamasına sebep olan bir taht.

Gündem diye önümüze atılan bilyelerle oynamayı hiç sevmem. İnsan aklına hakaret sayarım. Ancak şu “kadın kahkahası” mevzuu pek öyle milli gündem saptırmaca sporuna teslim edilecek türden değil. Kadının gülmesine tahammül edemeyenleri Türk psikiyatristlerine emanet ediyor, Türkiye’de kadının hâl-i pürmelalini şöyle bir sereyim istiyorum.

1. Türkiye’de kadın gülmez. Çünkü uluorta gülmek cinsellik daveti olarak algılanır. Türkiye’de nikâhsız cinsellik din ve gelenek tarafından şiddetle yasaklanmıştır ve bu yüzden erkeklerin %90’ı cinsel açlıktan sapıklaşmıştır. (Yüzde doksan çok deme. Git, Anadolu’yu kadın kılığında gez de göreyim.)

2. Türkiye’de kadın gülmez. Zaten erkek de gülmez. Kahkahası işitilen erkeğe lağım makamından “gülmesene lan karı gibi” demek, dostluk sayılır. Bunu diyene gücenmek şöyle dursun, o kahkaha anında dondurulur, ayakaltına alınıp ezilir. Türkiye’de çatık kaş, erkeklik uzvudur.

3. Türkiye’de kadın gülmez. Çünkü vakti kalmaz. Çocuk yaşta evlendirilir. Analar 13 – 15 yaşındaki kızlarına gelinlikler, bindallılar, al duvaklar giydirir. Babalar da bu esnada “kurbanlık” satmaktadır. Adına töre denir, başlık denir, berdel denir… Ayıp denmez.

4. Türkiye’de kadın gülmez. Evlendirildiği adam tarafından sevilmez, çünkü Türkiye’de erkek sevmeyi bilmez. Emretmeyi bilir, hükmetmeyi bilir, kahretmeyi bilir, sokak ortasında katletmeyi bilir ama sevmeyi bilmez.

5. Türkiye’de kadın gülmez. En kısa zamanda doğurtulur. Kaynana, konu-komşu, akraba rahat vermez. Gençlikteki “kocaya var” baskısı evlenince “çocuk yap”a evrilmiştir. Çocuk istememek dinen yasaktır. Kısırlık ise utanç, hatta boşanma sebebi…

6. Türkiye’de kadın gülmez. Çünkü kadın kapısızdır, tapusuzdur. Çoğu eğitimsiz, mesleksiz bırakılmıştır. Okula, işe gitmektense evde annesine yardım etmeyi seçen kız, makbul sayılır. Bu yüzden geçimini sağlamaktan acizdir. Baba eline bakar, koca eline bakar. Ev, dükkân, arsa, araba, daima erkeğin mülküdür.

7. Türkiye’de kadın gülmez. Çocuk büyütmekle mükelleftir. Sabahtan akşama kadar didinir, üç kuruşla evi döndürmeye, masaya yemek koymaya uğraşır. Çocukları yıka, yedir, giydir, iyileştir, yetiştir… Mesaisi uyku dışındaki her andır. Ancak devletin gözünde işsizdir. Ev kadını için sigorta masaldır, emeklilik masaldır.

8. Türkiye’de kadın gülmez. Zira eğlenmesi mümkün değildir. Düğünden düğüne gayet kontrollü şekilde parmaklarını şıklatır, o kadar. Maçlar, meyhaneler, sahiller, barlar, gazinolar hep erkeklerindir. Bu yüzden ha babam alışveriş, her fırsatta AVM, kadına eğlence olur.

9. Türkiye’de kadın gülmez. Dört – beş milyonluk üst orta sınıfta da başka kâbus görülür. Kadın, moda dergisindeki İskandinav kızlara, Latin kadınlara benzemek için kendini açlığa mahkûm eder. Hafifledikçe değerlendiğini sanma lanetine tutulmuştur.

10. Türkiye’de kadın gülmez. En tahsillisi, en maaşlısı bile gülmez. İster hekim olsun, ister üniversitede hoca ya da pilot, avukat, mühendis; hep aynı kurallara tabidir: Çocuğu kadın büyütür, yemeği kadın yapar, çamaşırı kadın yıkar… Tabii profesyonel hayat bunlara vakit bırakmayacağı için bu kadınca (!) görevler bir başka kadına ihale edilir, aylıklı bir kadın tutulur.

Hülâsa, tabureden tahtlarında oturup fetva kusanların endişe etmesine mahal yoktur. Kadın kahkahası bu toprakta yetişen bir çiçek değildir.

kadin_gulmez2

BAŞKA BİR HAYAT MÜMKÜN


Bayram tatilinin sonuna yaklaşıyoruz. Birkaç güne kalmaz sahil beldeleri boşalır. Tampon tampona tatile giden kentliler Pazar gecesine doğru kopyala – yapıştır yaşamlarına akın akın döner. Ve İstanbul’un üç günlük mavi göğü yine irin rengine boyanır. Uğultulu, yakıcı, çıldırtıcı trafiğin içine düşmemiz, su sıkıntısı başta olmak üzere her yerde ve her işi yaparken yarışır gibi gerilmemiz yakındır.

Doğduğum, tüm ömrümü geçirdiğim bu kentte yaşamaktan memnun olan biriyle henüz tanışmadım. Kime sorsam tatil bitmesin, okullar açılmasın, pazartesi gelmesin…

Pazar kahvaltısına giderken, sebze-meyve alırken, işe ulaşmaya çalışırken, doktora yetişmeye uğraşırken hep o hisse kapılırız: Kimle, neyle yarışıyorum?

Sana bir sır vereyim mi, sevgili okur: Sen gelmezsen tatil bitmez. Sen gelmezsen trafik sıkışmaz. Sen gelmezsen pazartesi olmaz. Sen gelmezsen, yaşanabilir bir hayat kurma ihtimalin var.

baska_bir_hayat_mumkun3 

7 milyarlık Dünya nüfusunun %51’i artık kentlerde yaşıyor. Tarih boyunca ilk defa bu yıl kent nüfusu kırsalı geçti. Üretici kitle azalırken tüketiciler hızla artıyor.

Elbette köy hayatı, alışmayan için zor. Çok zor. Yazın kavurucu kızılından kar beyazına, durmaksızın toprakla uğraşmak elbette belli yaştan sonra öğrenilmesi, sürdürülmesi güç bir yaşam.

Ancak unuttuğumuz bir seçenek daha var. Hayatımızı kentin tıkış tıkış yollarında ya da köyün insanı küçülten, doğaya mahkûm eden genişliğinde yaşamak sorunda değiliz. Küçük şehirler, sahil kasabaları ne güne duruyor? Ömrümüzü tüketen kent yaşamından kurtulmak için bir seçenek değil mi, bunlar?

Kentlerden uzaklaşmak için tek sebep bıkkınlık değil elbet. Çok önemli bir neden daha var: Bu hayatı daha fazla sürdürmemiz mümkün görünmüyor.

Neden mi?

Ülkemizde 1950 yılında ortalama eğitim süresi 2 yıl iken bu süre 2010’da 9 yıla kadar çıkmış. Bağlantıdaki interaktif haritada periyodlar halinde, ortalama eğitim süresindeki artışı görebilirsiniz.
Peki, yarım yüzyıl önceye göre 4-5 kat daha fazla eğitim alıyor olmamızın bize ne yararı dokundu? Şahane işlerde çalışıp inanılmaz paralar mı kazanıyoruz? Hayır. Tam tersi, işsiz kalma tehlikesi kapımızda! Onca diplomamıza, onca eğitimimize ve becerimize rağmen büyük şehrin dişlileri yakında bizi çiğneyip tükürecek.

Nerden mi biliyorum? Vallahi ILO (International Labor Organization) öyle diyor.

Dünya Çalışma Örgütünün (ILO) son raporuna göre 2014 itibarıyla dünyada 1,5 milyar insan işsiz ve bu rakam büyüme eğiliminde. Üstelik işsizlik kentlerde yoğun ve daha da yoğunlaşacak.

Uzun lafın kısası: Gelme kardeşim. Dönme. Mutlu olduğun yerde kal.
Bilmem ne müdürü, bilmem ne yöneticisi, bilmem ne analisti olacaksın da ne olacak? Hayatını GDO’lu domates yiyip, dört duvar arasında, sentetik havalandırma altında, güneşi görmeden, stres içinde boğularak, daima bir şeylere yetişmeye çalışarak tüketeceksin. Sonunda ne zenginlik bekliyor seni, ne de mutlu bir emeklilik… İşsiz kalacaksın.

Henüz gücün kuvvetin yerindeyken yeni ve sürdürülebilir bir hayata başla.

Bir ev yap. Bir iş kur.

Ne iş mi yapacaksın? En iyi bildiğin işi, elbette. Sadece küçük ölçekte ve telaşsızca. Senin onca yıllık eğitimle edindiğin, bunca yıllık iş tecrübesiyle geliştirdiğin bilgi ve becerilerine, yalnız büyük şehirde mi ihtiyaç var sanıyorsun? Mütevazı bir yaşama razı olmakla aslında “büyük” sıfatını şehirden alıp kendi adına ekleyeceksin. Sen oranın büyüğü olacaksın. Büyük bir yerin önemsiz bir ayrıntısı değil. Olgunluk çağındasın ve içinde keşfedeceğin tevazu hayatını kurtaracak, inan bana.
Dönme kardeşim.

Bodrum’da kal. Muğla’da kal. Marmaris’te kal. Şile’de kal. Sapanca’da kal. Çatalca’da kal. Eskişehir’de kal. Çanakkale’de kal. Gökçeada’da kal. Ayvalık’ta kal. Antalya’da kal.
Dönme kardeşim.

Çocuğunu temiz bir yerde büyüt. Sağlıklı gıdalarla besle. Bırak okula yürüyerek gitsin. Ders başlama zilinden yarım saat önce uyansın. Sabahın köründe servise binip 1,5 saat yol kat etmekle ne öğrenecek? Evladını okul binasından kurs binasına, oradan ev binasına tıkma. Bırak yaşasın, yavrucak. Bak, birileri yol almış bile: http://www.baskabirokulmumkun.net/ Sen işten atılmasan, evladın atılacak. Yukarıdaki tatsız öykü, onun biyografisi olacak. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde ekonomi bir tek kentin ekseninde dönmüyor. Üretim, birden fazla merkezde gerçekleşiyor. Sen gelmezsen burada da öyle olacak, olabilir.

Uzun lafın kısası: Gelme kardeşim. Dönme. Mutlu olduğun yerde kal.

baska_bir_hayat_mumkun