LOVE IS A BETTER TEACHER THAN DUTY - 31 Mayıs 2012



2011-2012 eğitim öğretim yılının sonuna yaklaşıyoruz. Bütün okullarda bir telaş, bir didinme almış yürümüş durumda. Herkes yıl bitmeden yeter sayıda etkinlik yapmış olmak için toplantılar, söyleşiler, paneller, gösteriler ve sair düzenliyor. 

Bir okuldan diğerine geçme aşamasındakileri de sınav stersi esir almıştır şimdi. Hele liseden üniversiteye geçecek olan son sınıf öğrencileri, kendi kaderlerinin kurdelesini kesecekleri hissiyle iki kat gergindir. Üniversite eğitimi bu, şakası yok. Sonunda hayata ne olarak, hangi kimlikle atılacağını belirliyor. 

Gerçi tercih listelerinin doldurulmasına daha epey var ama biliyorum ki, ders çalışma ve deneme sınavına girme kadar meslek, okul ve bölüm seçmek de bu vakitler adayların gündeminde. Üniversite kampüslerine geziler düzenleniyor, rehberlik servisleri öğrencilere meslekleri, bölümleri tanıtan dokümanlar dağıtıyorlar. Aile bir yandan, öğretmenler diğer yandan çekiştirip duruyor çocukları. İlla üniversite okunacak, illa o bölüme değil bu bölüme gidilecek… 

Tam da bu vaveyla mevsiminde, meslek ve bölüm seçimi döneminde doğru – yanlış kavramlarını bir daha teraziye vuralım derim. 

Yıllar önce bir öğrencim vardı. Amatör bir tiyatro topluluğunda oynuyordu. Tiyatroya tutkuyla bağlı, 18 yaşında, güleç bir kız. Üniversite sınavı yaklaştıkça kızcağızın gülüşü soldu, aydınlık yüzü karardı. Deneme sınavlarında aldığı puanlar da hızla düşüyordu. Neler olup bittiğini anlamak için çağırıp konuştum. Annesi, o küçükken boşanmış. Baba ortalarda yok. Anne tek başına, terzilik yaparak bu yaşa getirmiş kızını. Araları bozukmuş. Mesele tiyatrocu olmak istemesiymiş. Anne kesinlikle bu yolda ilerlemesini, konservatuara gitmesini tasvip etmiyor, maaşlı, garantili bir işi olmasını istiyor ve diretiyormuş. Kız, annesine büyük bir sevgiyle bağlı.  İki gözü iki çeşme ağlıyor. Annesinin yıllar içinde çektiklerini, katlanmak zorunda kaldığı güçlükleri anlıyor ve takdir ediyor. Üstelik kendi yolunu çizmenin annesine ihanet olacağına da iyice inandırılmış. Ya tiyatro okuyacak ve annesinin nazarında hayırsız evlat sayılacak ya da annesinin işaret ettiği gibi muhasebeci olacak ve ömür boyu işinden nefret ederek yaşayacak. Doğru hangisi? Yanlış hangisi?

Bir başka örnek: 50’lerinde bir adam. Son derece geçimsiz, mutsuz ve işinde başarısız. Bütün dünyayla kavgalı adeta. Eşi ve yakın çevresi yıllar önce onu “beceriksiz” diye etiketlemiş. Babası doktormuş. Anne de devrine göre ileri bir eğitim almış, 1930’larda kolej bitirmiş. İki erkek kardeşten büyük olanı, bahsettiğim. Aile çocuklarının muhakkak yüksek tahsil yapmasını istiyor. Dersleri pek parlak olmayan büyük oğlanı fen – matematik branşlarını beceremez diye (ve bunu yüzüne söyleyerek) iktisat fakültesine yazdırıyorlar. Üçüncü sınıfa kadar tek bir dersten geçemeden geldiği fark edilince, evde fırtına kopuyor. 

Kavga – kıyamet, aslında bozulan aletleri tamir etmekten hoşlandığını, mesela mühendislik okusa daha başarılı olacağını anlatıyor aileye. Tüm derslerden geçersen göndeririz diyorlar. Kaldığı tüm derslerden geçiyor ve kimya okumaya başlıyor. Hayatı boyunca övündüğü tek başarısı da bu: Okumayacağı bir fakültenin bütünleme sınavlarından geçmek. Mezun olduğunda nasıl biriydi bilemiyorum. Ancak ben tanıdığımda 50’lerini sürüyordu ve dünyanın en mutsuz adamıydı. Üniversite okuması için onca baskı görmese, mesela meslek lisesinden sonra ufak bir elektronikçi / tamirci dükkânı açabilmiş olsa, eminim mutlu ve dengeli bir birey olarak gelişecekti. Ailenin doğrusu, bir çocuğu yanlış bir adama evirmişti. 

Sadece tanıdıkların mı başına geliyor böyle zararlı “doğru”lar? 

70 yıl dünyanın süper güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği 1990’larda çökünce vatandaşlarının hayatı altüst olmuştu. Çocuk ya da hasta bakıcılığı yapmak üzere, yüzlerce Sovyet yurttaşı kadın, ülkemize ve başka ülkelere doğru yola koyuldu. Erkeklerin yurtdışında iş bulması daha zordu. Çoğu üniversite eğitimi almış, öğretmen, doktor ya da avukat olmuş ve mesleğini yıllarca icra etmiş bu hanımlar, dilini, örfünü hiç bilmedikleri bir memlekette, hiç alışık olmadıkları şartlarda yaşamak ve çalışmak zorunda kaldı. Üstelik hiçbir sosyal güvence olmadan. Siyasi bir sarsıntı kısa zamanda hayatlarını tarumar etti. 

1995’ti sanırım, Bosna savaşı sonrasında çekilmiş bir belgeselde görmüştüm. 70 yaşlarında, ince yapılı, zarif bir adam. Yüzü; simasına, ellerine kazınmış hüznü bugün gibi gözümün önünde. Kristal bir kadeh adeta, çıt diye kırılıverecek. Eski doğu bloku usulü bir kantini sığınmacılar için barınak ve aşevine çevirmişler. Orada yerleri siliyor, tuvaletleri temizliyor ve çöpleri atıyormuş. Röportajı yapan gazeteciye gözyaşları içinde anlatıyordu: Aslında kalp – damar cerrahıymış. 40 yıl başarılı bir hekim olarak çalışmış. Mesleğini de çok severmiş. Ama ülkedeki savaş hayatını altüst etmiş. Bütün ailesini kaybetmiş. Hastanesi, evi bombardımanda yıkılmış. Aç kalmamak için bu işte çalışıyormuş. ‘Buna da şükür’müş.  

Amerikalılar gibi “bana inanmıyorsan bak kimler de aynısını demiş” kıvamında, yerli yersiz alıntı yapmak hoşuma gitmiyor. Ne var ki taşla gediği buluşturan dehalara kulak vermemek de olmaz. 

Einstein meslek seçimi konusunu merkeze alarak mı söyledi, bilmiyorum ama çocuğu bu aşamaya gelmiş ana babalara yararlı bir öğüt bırakmış ardında: “Love is a better teacher than duty” demiş, yani “sevdiğin şeyi, mecbur olduğun şeyden daha iyi öğrenirsin”. 

Bir nasihat de Konfüçyüs’ten alalım: “Sevdiğiniz bir işi seçin, böylelikle hayatınızda bir gün bile olsun çalışmak zorunda kalmamış olursunuz.”

Çocuklarınız, bırakın tutkuyla sevdiği mesleği seçsin, dilediği alana yönelsin. Üniversite eğitimi, mutlu bir gelecek için yegâne seçenek değildir.  Meslek sahibi olmak için de…





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder