2011-2012 eğitim öğretim yılının sonuna yaklaşıyoruz. Bütün
okullarda bir telaş, bir didinme almış yürümüş durumda. Herkes yıl bitmeden
yeter sayıda etkinlik yapmış olmak için toplantılar, söyleşiler, paneller,
gösteriler ve sair düzenliyor.
Bir okuldan diğerine geçme aşamasındakileri de sınav stersi
esir almıştır şimdi. Hele liseden üniversiteye geçecek olan son sınıf
öğrencileri, kendi kaderlerinin kurdelesini kesecekleri hissiyle iki kat
gergindir. Üniversite eğitimi bu, şakası yok. Sonunda hayata ne olarak, hangi
kimlikle atılacağını belirliyor.
Gerçi tercih listelerinin doldurulmasına daha epey var ama
biliyorum ki, ders çalışma ve deneme sınavına girme kadar meslek, okul ve bölüm
seçmek de bu vakitler adayların gündeminde. Üniversite kampüslerine geziler
düzenleniyor, rehberlik servisleri öğrencilere meslekleri, bölümleri tanıtan
dokümanlar dağıtıyorlar. Aile bir yandan, öğretmenler diğer yandan çekiştirip
duruyor çocukları. İlla üniversite okunacak, illa o bölüme değil bu bölüme
gidilecek…
Tam da bu vaveyla mevsiminde, meslek ve bölüm seçimi döneminde doğru
– yanlış kavramlarını bir daha teraziye vuralım derim.
Yıllar önce bir öğrencim vardı. Amatör bir tiyatro
topluluğunda oynuyordu. Tiyatroya tutkuyla bağlı, 18 yaşında, güleç bir kız.
Üniversite sınavı yaklaştıkça kızcağızın gülüşü soldu, aydınlık yüzü karardı.
Deneme sınavlarında aldığı puanlar da hızla düşüyordu. Neler olup bittiğini
anlamak için çağırıp konuştum. Annesi, o küçükken boşanmış. Baba ortalarda yok.
Anne tek başına, terzilik yaparak bu yaşa getirmiş kızını. Araları bozukmuş. Mesele
tiyatrocu olmak istemesiymiş. Anne kesinlikle bu yolda ilerlemesini,
konservatuara gitmesini tasvip etmiyor, maaşlı, garantili bir işi olmasını
istiyor ve diretiyormuş. Kız, annesine büyük bir sevgiyle bağlı. İki gözü iki çeşme ağlıyor. Annesinin yıllar
içinde çektiklerini, katlanmak zorunda kaldığı güçlükleri anlıyor ve takdir
ediyor. Üstelik kendi yolunu çizmenin annesine ihanet olacağına da iyice
inandırılmış. Ya tiyatro okuyacak ve annesinin nazarında hayırsız evlat
sayılacak ya da annesinin işaret ettiği gibi muhasebeci olacak ve ömür boyu işinden
nefret ederek yaşayacak. Doğru hangisi? Yanlış hangisi?
Bir başka örnek: 50’lerinde bir adam. Son derece geçimsiz,
mutsuz ve işinde başarısız. Bütün dünyayla kavgalı adeta. Eşi ve yakın çevresi yıllar
önce onu “beceriksiz” diye etiketlemiş. Babası doktormuş. Anne de devrine göre ileri
bir eğitim almış, 1930’larda kolej bitirmiş. İki erkek kardeşten büyük olanı,
bahsettiğim. Aile çocuklarının muhakkak yüksek tahsil yapmasını istiyor. Dersleri
pek parlak olmayan büyük oğlanı fen – matematik branşlarını beceremez diye (ve
bunu yüzüne söyleyerek) iktisat fakültesine yazdırıyorlar. Üçüncü sınıfa kadar
tek bir dersten geçemeden geldiği fark edilince, evde fırtına kopuyor.
Kavga –
kıyamet, aslında bozulan aletleri tamir etmekten hoşlandığını, mesela mühendislik
okusa daha başarılı olacağını anlatıyor aileye. Tüm derslerden geçersen
göndeririz diyorlar. Kaldığı tüm derslerden geçiyor ve kimya okumaya başlıyor. Hayatı
boyunca övündüğü tek başarısı da bu: Okumayacağı bir fakültenin bütünleme
sınavlarından geçmek. Mezun olduğunda nasıl biriydi bilemiyorum. Ancak ben
tanıdığımda 50’lerini sürüyordu ve dünyanın en mutsuz adamıydı. Üniversite
okuması için onca baskı görmese, mesela meslek lisesinden sonra ufak bir elektronikçi
/ tamirci dükkânı açabilmiş olsa, eminim mutlu ve dengeli bir birey olarak
gelişecekti. Ailenin doğrusu, bir çocuğu yanlış bir adama evirmişti.
Sadece tanıdıkların mı başına geliyor böyle zararlı
“doğru”lar?
70 yıl dünyanın süper güçlerinden biri olan Sovyetler
Birliği 1990’larda çökünce vatandaşlarının hayatı altüst olmuştu. Çocuk ya da
hasta bakıcılığı yapmak üzere, yüzlerce Sovyet yurttaşı kadın, ülkemize ve
başka ülkelere doğru yola koyuldu. Erkeklerin yurtdışında iş bulması daha
zordu. Çoğu üniversite eğitimi almış, öğretmen, doktor ya da avukat olmuş ve
mesleğini yıllarca icra etmiş bu hanımlar, dilini, örfünü hiç bilmedikleri bir
memlekette, hiç alışık olmadıkları şartlarda yaşamak ve çalışmak zorunda kaldı.
Üstelik hiçbir sosyal güvence olmadan. Siyasi bir sarsıntı kısa zamanda
hayatlarını tarumar etti.
1995’ti sanırım, Bosna savaşı sonrasında çekilmiş bir
belgeselde görmüştüm. 70 yaşlarında, ince yapılı, zarif bir adam. Yüzü; simasına,
ellerine kazınmış hüznü bugün gibi gözümün önünde. Kristal bir kadeh adeta, çıt
diye kırılıverecek. Eski doğu bloku usulü bir kantini sığınmacılar için barınak
ve aşevine çevirmişler. Orada yerleri siliyor, tuvaletleri temizliyor ve
çöpleri atıyormuş. Röportajı yapan gazeteciye gözyaşları içinde anlatıyordu: Aslında
kalp – damar cerrahıymış. 40 yıl başarılı bir hekim olarak çalışmış. Mesleğini
de çok severmiş. Ama ülkedeki savaş hayatını altüst etmiş. Bütün ailesini
kaybetmiş. Hastanesi, evi bombardımanda yıkılmış. Aç kalmamak için bu işte
çalışıyormuş. ‘Buna da şükür’müş.
Amerikalılar gibi “bana inanmıyorsan bak kimler de aynısını
demiş” kıvamında, yerli yersiz alıntı yapmak hoşuma gitmiyor. Ne var ki taşla
gediği buluşturan dehalara kulak vermemek de olmaz.
Einstein meslek seçimi
konusunu merkeze alarak mı söyledi, bilmiyorum ama çocuğu bu aşamaya gelmiş ana
babalara yararlı bir öğüt bırakmış ardında: “Love is a better teacher than duty”
demiş, yani “sevdiğin şeyi, mecbur olduğun şeyden daha iyi öğrenirsin”.
Bir nasihat
de Konfüçyüs’ten alalım: “Sevdiğiniz bir işi seçin, böylelikle hayatınızda bir
gün bile olsun çalışmak zorunda kalmamış olursunuz.”
Çocuklarınız, bırakın tutkuyla sevdiği mesleği seçsin,
dilediği alana yönelsin. Üniversite eğitimi, mutlu bir gelecek için yegâne
seçenek değildir. Meslek sahibi olmak
için de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder