1999’DA NE OLMUŞTU?


Geçtiğimiz günlerde NepalKatmandu‘da insanlık tarihinin tanık olduğu en korkunç, en yıkıcı depremlerden biri meydana geldi. İki bin yıllık şehir harabeye döndü, 500 yıl önce inşa edilen tarihi Patan meydanı yerle bir oldu, bölgenin önemli noktalarından ve dünyanın en yüksek dağı olan Everest‘te çığ faciası yaşandı. Binlerce can kaybı var. Yıkımın boyutları tam olarak ortaya çıktığında, bu sayının on binlerle ifade edileceği tahmin ediliyor…

25 Nisan’da öğle saatlerinde yaşanan, 2 dakikaya yakın süren 7.9 şiddetindeki depremin artçı şokları bile ürkütücü. The Guardian bu sarsıntılardan birinin video kaydını yayımladı:


Hindistan plakası tarafından yılda 45 mm. kuzeye itilen Avrasya plağının, bu gibi dev depremlerle tetiklenip tetiklenmeyeceğini bilemiyoruz. Yani işin ucu bize dokunacak mı, belli değil. Ancak olmuştan yola çıkalım, 1999 yılında dünyada olan bitene bir bakalım: Papua Yeni Gine’de Ocak ayında 7.0, Nisan ayında 7.4 ve Mayıs ayında 7.1 şiddetinde depremler olmuştu. Hint Okyanusu ve civarındaki tektonik hareketlilik açısından bu depremlerin bizimkinden hemen önce meydana geldiğini hatırlamakta fayda var.

Marmara bölgesinde yaşayan bizler için 1999 yılını unutmak pek mümkün değil.

17 Ağustos 1999’da 7.5 şiddetinde Gölcük – İzmit merkezli ve 12 Kasım 1999’da Düzce merkezli 7.2 şiddetinde, iki dev deprem ile dünyamız altüst olmuştu. Yıkımın yaşandığı yerlerde mahalleleri saran toz ve ceset kokusu hatırdan silinecek gibi değil. Yıkım olmayan yerlerde ise milyonlarca insan aylarca bitmeyen iç titremesi, korku ve panik yaşamıştı…


Uzmanlar İstanbul’un güney sahiline yakın geçen fay hattında, pek uzak olmayan bir zamanda ciddi bir deprem olasılığından söz ediyor. Bilimsel makalelerden anlaşılan şöyle böyle 10 ila 50 yıl içinde 7’den büyük bir deprem yaşanacak.

Binaları güçlendirmek, kendimizi arama – kurtarma çalışmalarına omuz verecek hale getirmek, en azından kendi yaşamımızı deprem sırasında ve sonrasında koruyabilmek için yapmamız gerekenler var.

Şiddeti 7’den büyük ve 30 saniyeden uzun sürecek bir depremde hayatta kalabilecek miyiz? Öncelikle evimiz, iş yerimiz, devlet daireleri, çocuğumuzun okulu, hastaneler, alışveriş merkezleri, tiyatro, sinema, gösteri salonları sağlam mı? Her yerde aynı inşaat yönetmeliği uygulanıyor, oysa bazı ilçeler diğerlerine göre daha riskli ilan edilmiş durumda. Deprem zamanı kalabalık halk öbeklerinin toplanması, çadır kurup bir süre yaşaması için yeterli açık ve güvenli alan var mı, daha doğrusu kaldı mı?

Bunlar hayati sorular. Deprem hayat memat meselesi. Nepal’deki deprem bizim için adeta geleceğe yolculuk. Aklımızı başımıza alsak, tedbirleri sıkılaştırsak, riskli bölgelerden ve binalardan uzaklaşmaya başlasak iyi olacak sanki…

Bakmadan, üzerini tıklamadan gitmeyin:

http://www.radikal.com.tr/cevre/cevre_bakanligi_istanbulun_risk_haritasinda_tahrifat_mi_yapti-1305687



http://www.turkiyedepremvakfi.org.tr/page_detail.aspx?id=2138&lang=tr


http://www.resimbul.com/istanbul/istanbul-deprem-haritasi.xhtml

http://www.csb.gov.tr/iller/istanbulakdm/index.php?Sayfa=sayfa&Tur=webmenu&Id=10462

İYİ BAYRAMLAR!

Nietzsche demiş ki,
Tanrının büyük yanılgısı: Birkaç büyük adam için değersiz kalabalıklar yaratmak .

En az yirmi yıl önceydi. Meslekte 3-4 yılı yeni doldurmuş, genç bir öğretmendim. Bir sürü kitap okuyor, özellikle Nietzsche’ye ve Aforizmalarına hayranlıktan ayılıp bayılıyordum…

Çok sevdiğim bir öğrencim ile Nietzsche’nin yukarıdaki özlü sözünü paylaştım. Kendimden ve Friedrich’ciğimden son derece emin, mikrofonik bir tonlamayla “yaaa, bak ne kadar etkili ve haklı Nietzsche, değil mi?” dedim.

Aldığım cevap beynime atılmış bir şaplak gibi geldi: “Yooo. Bence çok saçma. O değersiz kalabalıklar olmasaydı, birkaç büyük adam neye göre büyük olacaktı?”

Beni sersemleten, ezberimi bozan, emin olduğumu katlayıp çöpe atan kişi, bunları söylediğinde sadece 18 yaşındaydı. Lise sona gidiyordu ve üniversite sınavına hazırlanmak için benim Tarih öğretmeni olduğum dershaneye devam ediyordu. Devam ediyordu dedimse, babasının zoruyla orada bulunmaktan ibaret bir durumdu, gelişi. Yoksa ne sınav ne de üniversite umurunda değildi. Varsa yoksa bilim kurgu, varsa yoksa FRP, varsa yoksa resim, çizim… Yani pek öyle öğretmen nazarında muteber, öğrenci lügatinde “inek” tabir edilenlerden değildi.

Bu şahane delikanlı gibi nice öğrencilerim oldu. Kendimce anıtlaştırdığım filozofları, ulemayı, tarihi karakterleri birer – ikişer cümleyle yıkıp geçtiler.

Mesela bir defasında senenin ilk dersinde, ölsem unutamayacağım bir evlat ile karşılaştım.

Sene başında Tarihe giriş mahiyetinde bir ders yapardım. Devlet türleri, yönetim türleri, hangi cumhuriyet demokratiktir hangileri değildir, tarih boyunca iz bırakmış siyasi akımlar falan…

Böyle bir dersin sonunda yanıma geldi ve “Hocam, Stalin dönemi Sovyetler Birliği her ne kadar komünizmle idare ediliyormuş gibi görünse de aslında yapılan sürgünler, çalışma kampları, sansür falan… Hep faşizm değil mi?”

Nasıl ama?

İnsanın bir büyük açıp, karşısına oturtup, uzun saatler boyu sohbet edesi gelmez mi? Oysa bu soruyu soran da Anadolu’nun boynu bükük bir taşrasından İstanbul’a gelmiş, 17 yaşında bir lise son öğrencisiydi…

Bu ve benzeri nice deneyim, hemen her öğretmenin hafızasına kayıtlıdır. Bir sürü saçmalığın yanında oksijen çadırı gibi çocuklar gelir elinize. Sevmeye kıyamazsınız. Ne öğreteceğini, nasıl öğreteceğini şaşırtırlar insana. Tiyatrocu için oyunun sonunda patlayıveren alkış neyse, öğretmen için de bu klasta öğrenciler odur: Mesleki hazzın şahikaları.

Böyle çocuklar, böyle çocuklarla yaşadığım hocalık zevki bana önemli bir ders öğretti:
Hepimiz zıddımıza muhtacız.

Mesela öğretmen. Her şeyi bilen, bildiğini sanan. Neye ihtiyacı var? Temiz zihne. Öğretilerle karalama defterine döndürülmemiş, algıları çarpıtılmamış, temiz bir dimağa. Yani bilmezliğe.

Doktor? Hastalıklar olmasa tıbba ne hacet…

Hırsızlar, katiller ise bir bakıma avukatın, yargıcın ekmek kapısı…

Ya da yalancılar olmasa kime, neye göre dürüst diyeceğiz?

Veya tembeller olmasa kim çalışkan, aptallar olmasa kim akıllı addedilecek ve neye göre…


Listeyi uzatmak mümkün ve bir o kadar da gereksiz.

Bugünlerde şöyle bir durup yaşadıklarınıza farklı bir gözle bakmaya ne dersiniz? Ne de olsa bayram. Çocuk bayramı… Çocuklardan, pırıl pırıl gençlerden öğrenecek bir şeylerimiz olsa gerek…

Sevgili kardeşim. Sen, sen olabilmek için zıddına muhtaçsın. 
Yalancılara, aptallara, sersemlere, uğursuzlara, düzenbazlara muhtaçsın. Onlar var diye sen dürüst, akıllı, becerikli, güvenilir ve namuslusun.

Çocuğun için de aynısı olacak. O da ahlaksız, uğursuz, işe yaramaz, berbat kimseler arasında büyüyecek, yetişkinliğe geçecek. Bil ki, o da bu çirkinlikler sayesinde “iyi” olacak. O da senin gibi zıddına muhtaç olacak…

Defterdeki karalamaları iyice temizle, mutlaka sen de göreceksin. Gördüğünde, çocuğuna da göster.
Ancak o zaman dünyayı bütünüyle sevmeyi ve bağrına basmayı öğrenecektir. Ancak o zaman dünyayı bir bütün olarak, tüm güzellikleri ve bütün çirkinliği ile sevmeyi ve bağrımıza basmayı öğrenebiliriz…
Bu bayram bunu denemeliyiz. Çünkü kendine benzemeyenden nefret edenler, hayat boyu mutsuzluğa mahkûmdur...

İyi bayramlar.


http://vivahiba.com/article/show/iyi-bayramlar/

HAYIRSEVERLİKTE SON SIRADAYIZ

Dünya hayırseverlik endeksi açıklandı.

Kırmızı ile gösterilenler, yurttaşları hayır işlerine en çok kaynak ayıran ülkeler. Sarılar, bejler orta derecede kaynak ayıranlar. Maviler ise en az. Türkiye‘nin de arasında olduğu koyu mavi ülkelerde ise neredeyse hiç hayır işi yapılmıyor. 



Hayır işi nedir – ne değildir?

Kişinin kendi rızası ve isteği ile parasından, zamanından, emeğinden ya da bilgisinden bir bölümü, düzenli ve sürekli olarak ihtiyacı olan başkalarına aktarmasıdır. Sadaka vermek bu bağlamda hayır işlemek sayılmıyor. Çünkü anlık bir eylem. Sürekliliğini sağlamadığımız bu gibi eylemlerimiz her ne kadar vicdanen bir işe yarıyor gibi görünse de aslında yardıma muhtaç kimse için kalıcı ve güvenilir bir yardım anlamı taşımıyor.

Devlet eliyle yapılanlar da hayır işleri kapsamında değerlendirilmiyor. Zira devletlerin yoksul vatandaşlarına destek olması, yardım etmesi olağan görevi. Devlet vatandaşa hizmet etmeyip ne yapacak zaten…

Hayır işi özetle, evrensel kabule göre bireylerin gönüllü olarak parasından, zamanından, emeğinden ya da bilgisinden bir bölümü, düzenli ve sürekli olarak ihtiyacı olan başkalarına aktarması. Zorunlu değilsin ama yapıyorsun. Zorunlu değilsin ama veriyorsun… Böyle.


Hayırsever nesil?

Hem kendisi mutlu olan hem başkalarını mutlu eden çocuklar yetiştirebilsek ne güzel olurdu. Hayırseverlik endeksindeki yerimiz böyle utanç vericiyken, gelecek nesillerin bizden daha hayırsever bireylerden oluşmasını sağlamamız gerek.

Peki nasıl?
İşte hayırsever bir çocuk yetiştirmek için bazı ipuçları:
  1. Sözlerimizle eylemlerimizin birbirini tutması gerekir. Çocuğa öğüt verip, ihtiyacı olanlara yardımcı olmalıyız derken bu yönde hiçbir şey yapmıyorsak, çocuk öğüdümüzü değil, eylemimizi model alacaktır.
  2. Ailece yapılan hayır işlerine çocuğu dahil etmek gerekir. Her hafta mesela 1 saati dezavantajlı çocuklar için atkı-bere örmekle geçiren bir anne / büyükanne tarafından yetiştirilmiş bir çocuk, bu güzel davranışı hayatına katacaktır.
  3. Çocuğu iyilik yaptığı / hayır işlediği sırada tespit etmek ve ödüllendirmek gerekir. Her çocuk aslında doğuştan hayırseverdir. Örnekse bisikletini arkadaşına kullandıran bir çocuğa söylenecek “aferin” onun kişiliğinde paylaşmanın erdemini yeşertecektir.
  4. Hayır işlemek, hayırseverlik konusunda çocukla konuşurken nutuk atmaktan kaçınmak, çocuğun anlayacağı düzeyde yalın ve basit ifadeler kullanmak gerekir.


Peki, ne yapabiliriz?

Basit şeyler…
Örneğin örgü örebiliriz.

İşte bir uygulaması:
İyi Kalpli Eller adı altında yürütülen çalışma, hem yetişkinler için harika bir ortam sunuyor, hem de küçükleri hayır işlerine alıştırmak için güzel bir fırsat yaratıyor.

İhtiyacı olan çocuklar için atkı – bere ve benzeri eşyaları ören kadınlar, hepimizin yerine ülkeyi, dünyayı güzelleştiriyorlar. Var olsunlar!

Dilerim bu güzel insanlar yardımlaşmayı unutan zihinlerimizi açar, iyiliğin ve hayırseverliğin yaygınlaşmasına katkı sağlar. Dilerim kara kalplere örnek olurlar, ibret olurlar. Onların bu mütevazı girişimine bakarak biz de bencilliğimizden utanır, bir işe yaramaya çalışırız umarım…



http://kilavuzkirpi.com/hayirseverlikte-son-siradayiz/ 


1971’e YOLCULUK


Amerikalı ünlü gazeteci – yazar Franklin P. Jones demiş ki:
Hafızanızın ne kadar güçlü olduğunu, bir şeyi unutmaya çalışmadan bilemesiniz.


1971’de doğmuşum.

Ben doğduğum için mi, çok uzakta kaldığı için mi, yoksa yaşla gelen nostalji hissinden mi bilinmez, sanki o zamanlar hayat bugünden güzelmiş gibi geliyor. Eski bir arkadaşım yakın geçmişte telefon açmış, hepi börtdeylerin olsun canım demişti. O gün bu gündür “ne oldu bize böyle, eskiden iyiydik” düşüncesi aklımdan çıkmıyor.

Unutmaya çalıştıklarım hafıza ağına takılıp canımı sıksa da, aslında o yıla dair bilmediğim, hatırlamadığım öyle çok şey var ki. Belki bu yüzden cennetten gelmiş cehenneme düşmüş sanıyorum kendimi ve akranlarımı… Bu naif zan, muhtemelen çocukken dünyayı, olan biteni bilmemekten kaynaklanıyor. Yoksa dün de bugünden pek farklı değilmiş.

Bunları enikonu düşününce 1971’de neler olduğunu ciddi  ciddi merak ettim. Çünkü son günlerde içimdeki bir his daha git gide güçleniyor: Çok şey oluyor ve biz fazla hızlı unutuyoruz. Unutmaya çalıştığımız şeylerden ziyade, aklımızda tutmaya çalıştığımız şeyler belirliyor, hafızamızın kaç gigabayt olduğunu.

Neyse.
Benimle doğduğum yıla gelir misiniz?

1971 yılının belli başlı olayları bunlarmış. Bir kısmını biliyordum, bir kısmıyla yeni müşerref oldum.
Ha, 44 yıl önce hayat daha mı güzelmiş, o kararı da siz verin.



























GURUR KIRILMASI...





Haberi görünce gözümden yaşlar boşaldı…

Olay, Yalova Fen Lisesinde olmuş. Vali okulu ziyaret etmiş. Matematik öğretmeni Halil Serkan Öz’ü adamakıllı azarlamış. 

Sebep?
Sakalı uzunmuş, giysileri eski ve ütüsüzmüş.
Bu yüzden bir öğretmen azar işitmiş.
Öğrencilerinin önünde.
Bir hafta - on gün sonra da kalp krizi geçirerek ölmüş.
Hastalanmak değil, üzülmek değil, basbayağı ÖLMÜŞ!
Göçüp gitmiş. Artık yok.

On gün önceki stresin kalp krizine neden olup olmadığını belgeleyecek bir tıbbi tespit yöntemi var mıdır bilemiyorum.
Yalova valisi vicdan azabı çekiyor mudur, uyku uyuyabiliyor mudur bilemiyorum.
Öğrenciler böyle bir olayın anısıyla bir günde çocukluktan çıkıp yetişkinliğin, o ağızda pas tadı bırakan sevimsizliğine geçmiş midir bilemiyorum.

Bildiğim tek şey, gururlu birinin üzüntüden ölebileceği…
Bildiğim tek şey, 2.700 lira maaşla ancak o kadar “prezentabıl” olunabileceği…
Bildiğim tek şey, eline azıcık yetki geçen her yöneticinin öğretmene mobbing yapmayı kendine hak görmesi…
Bildiğim tek şey, kırılan gururun kırılan kemikten bin kat daha fazla acı verebileceği…

İlk kitabım “Okul Dediğin – Çocuğunuz İçin Uygun EğitimOrtamını Bulma ve Oluşturma Kılavuzu” 2008’de çıkmıştı. Okul kapısının ardında neler olup bittiğini, bunların çocuğun eğitimine etkisini anne babalara göstermek amacıyla o kitabı yazmıştım. 

İşte o kitaptan bir bölüm: 

Disipliniyle ünlü bir lise. Öğretmenler odasındayız. Konu, bir arkadaşın az önce ders yaptığı sınıftaki bir öğrenciyi haksız yere azarlaması. Hararetli bir tartışma sürüyor. Konuşulanları sizin için özetleyeyim. Öğretmen iki saat önce koridorda okul müdürüyle karşılaşıyor. Okul müdürü hem idari hem akademik konulara son derece hâkim, iyi bir eğitimci. Ancak tüm yetkileri elinde toplamış, ‘okul hayatımdır’ felsefesiyle hareket eden, gerekli gereksiz her şeye karışan ve üslubu son derece sert biri. Öğretmenlerle diyalogu neredeyse sıfır. Mecbur kalmadıkça kimseye selam bile vermiyor. Her zaman çok meşgul ve gergin bir yapısı var. Adeta elektrik saçıyor etrafına.

Söz konusu öğretmenle koridorda karşılaştıklarında fikir alışverişi bir yana, sene başından beri iki çift laf etmiş değiller. Müdür öğretmeni görünce aniden duruyor ve azarlarcasına “Şu kılık kıyafetini bir düzelt artık! Pazardan mı giyiniyorsun arkadaşım? Üstün başın dökülüyor!” deyiveriyor. Bu sözlerle başından aşağı kaynar sular boşanan öğretmen de hazırcevaplıkla “verdiğiniz maaşla ancak pazardan giyinebiliyorum” yanıtını patlatıyor. Bu gergin diyalogdan kısa süre sonra da derse giriyor. Tabii kabak sınıftaki bir öğrencinin başına patlıyor ve öğretmen çocuğu fındıkkabuğunu doldurmayacak bir nedenle adamakıllı azarlıyor. Sonunda sinirleri laçka olmuş, müdüre kızgın, öğrenciye çıkıştığı için üzgün bir halde, öğretmenler odasında dert yanıyor.


Ne yazık ki öğretmene mobbing yeni icat edilmiş bir ayıp değil.
Ne yazık ki Halil Serkan Öz, öğretmene mobbingin son kurbanı olmayacak.
En cahil TC vatandaşından en okumuşuna, en fakir TC vatandaşından en zenginine, en güçsüz TC vatandaşından en yetkilisine kadar hepimiz “ayıp” tarifimizi düzeltmedikçe, bir başkasının onurunu paramparça etmeyi kendimize hak görmekten vazgeçmedikçe bu acı hadiseler bitmeyecek.

Mekânın cennet olsun Serkan öğretmenim. Biz burada itilip kakılmaya, tacize uğramaya ve aşağılanmaya devam ediyoruz. Huzur içinde uyu. Yalnız değilsin.