MUTLU FORMÜL: ÇOCUK + SANAT + SPOR


 
Sanat ve spor eğitimi her çocuğa sağlanması gereken temel haklardan sayılmalı.

Aileler, eğitimciler, eğitim yöneticileri bilmeli ki, sabahtan akşama bir masanın ardına oturtulmak, çocukluk çağında mahkûmiyetten farksızdır.

Müfredatta daha çok spor, müzik, resim, tiyatro, dans dersi olsa; daha mutlu, daha akıllı, görev bilinci, öz disiplini çok daha gelişmiş bir gençliğe merhaba diyeceğiz. Amacı, enerjisi, gülümsemesi olan evlatlar büyüteceğiz.

Her fırsatta gasp edilen, sınava, törene falan filana kurban edilen haftalık 1-2 saat değil.
Günde en az 2 saat sanat ve / veya spor,
Haktır.
Hayattır.
Hırçınlığın, tembelliğin, vurdumduymazlığın ilacıdır.
Diyeceklerim bu kadardır…








Yazının kaynağı: http://kilavuzkirpi.com/mutlu-formul-cocuk-sanat-spor/

KAHROLSUN HALKLARIN YOKSULLUĞU


Dünyanın zengin yarısında yeni bir akım ortaya çıktı: En Fazla 100 Eşya.
Tüketim azgınlığına ve mülkiyet bağımlılığına karşı bir hareket olarak, her bireyin en fazla yüz adet eşya ile yaşamını sürdürebileceği varsayımına dayalı  bir akım bu. Takipçileri, bağlantıda bir örneğini göreceğiniz şekilde listeler hazırlıyor, liste dışındaki eşyalarından kurtulmaya ve bu sırada “mutlu” kalmaya çalışıyor. Dikkatinizi çekmiştir: Örnekteki listenin en başında, her insan evladına şüphesiz çooook lazım olan (!) yoga matı var!

Gezegenimiz kapitalizme iman edeli beri, insan türünün bir kısmı en basit gerçekleri bile sıfırdan öğrenmekle mükellef kılındı. Ne yiyecekler, ne kadar yiyecekler, ne yerse kaç kilo olacaklar, kaç kilo olursa güzel sayılacaklar…

Oysa dünyada yoksulluk bitmedi.
Birinci dünya bozulan manikürüne ağlar, ikinci dünya obeziteden kurtulmaya çabalarken, üçüncü dünyada insanlar yaşama tutunmaya çalışıyor.
Açlık kapılarında vahşi bir hayvan gibi uluyor.
Yokluk canlarını yakıyor.
Diktatörlerin, despot idarecilerin zulmü de bir yandan seslerini kısıyor, dillerini bağlıyor.
Sessizce hayatta kalmaya uğraşıyorlar…

“Dünyanın en hızlı gelişen ekonomisi” listelerinde son 10 yıldır hep başlarda yer alan Çin’de, acı verici bir yoksulluk hüküm sürmekte.
Nereden mi biliyoruz?
O listelerin dizildiği son 10 yılda, Çinli fotoğraf sanatçısı Ma Hongjie kent kent, kasaba kasaba dolaşmış, sıradan, “normal” Çinli aileleri fotoğraflamış. Hem de sahip oldukları HER ŞEY ile birlikte, tek bir karede…

Mark Twain yalanları üç grupta değerlendirir: Yalanlar, kahrolası yalanlar ve istatistikler.
İşte istatistiklerde dünya devi gibi görünen Çin’in sahici, gündelik yüzü…

















Fotoğrafların kaynağı

EĞİTİM PAHALI BİR İŞTİR



Eğitim sisteminden hayranlıkla bahsettiğimiz Finlandiya'nın eğitim bütçesini merak ediyor musunuz? Dünyanın 1 numaralı eğitim sistemi için acaba kaç para harcıyor Fin devleti?

Gayrısafi milli hasılası 230 milyar avro civarında olan Finlandiya, 2014 bütçesinde eğitim ve araştırmaya yaklaşık 2 milyar avro pay ayırmış:
egitim_pahali_bir_istir 1
Bu ne demek anlamak için Türkiye'nin eğitim bütçesine bakalım:
Türkiye'nin 2015 bütçesinden Milli Eğitim'e ayırdığı pay yaklaşık 5.5 milyar TL. Yani 1 milyar 833 milyon avro  civarı...
"Eh biz de aynı miktarda para ayırmışız" diye sevinmeden önce belirtelim: Finlandiya'nın nüfusu 5.5 milyon. Türkiye'nin ise 77 milyon. Yani eğitim bütçesinden yurttaş başına düşen hisse Finlandiya'da yıllık 363 avro iken her bir Türkiye vatandaşının payına 26 avro'cuk düşüyor...


Şimdi bir kat daha çıkalım:

Dünyanın en başarılı üniversitelerinin çoğu Amerika Birleşik Devletleri'nde. ABD'nin en zengin 10 üniversitesinin her biri, bir dünya ülkesinin toplam hazinesine eşdeğer servete sahip. Aşağıdaki haritada hangi üniversitenin hangi ülkeyi satın alabilecek kadar zengin olduğunu görüyorsunuz.

top_10_unis

Sonuç?
Devletin eğitimden elini çekmemesi, aksine devlet okullarına, üniversitelerine ve araştırma kurumlarına kat kat fazla bütçe ayırması gerekir. 15 milyon öğrenciden ancak 825 bin kadarı özel eğitim kurumlarına devam etmektedir. Özel okula giden öğrencinin ailesine 3-5 bin lira teşvik vermekle eğitimin kalitesi yükselmeyecektir. Eğitim hala devletin işidir, öyle de olmalıdır.
Özetle...
Eğitim çooook pahalı bir iştir. Kendimizi dev ülkelerle kıyaslamanın zararı değil faydası var. Sonuçta gençler, küreselleşen ve teknolojiyle büsbütün kuşatılmış bir dünyada birbirleriyle rekabet edecekler. İnsan az hasta, az ölü, az eğitimli olmaz, olamaz. Eğitim ya tamdır ya yoktur. Azıyla bir yere varılamaz.
Artık dünya ölçeğinde bir eğitim sistemi için kesenin ağzını açmanın zamanı gelmiştir, hatta geçmektedir...


Kaynak: http://kilavuzkirpi.com/egitim-pahali-bir-istir/

KENAN EVREN VE KIRIK BİR KAŞIK




Bir bardak suya bir kaşık daldırın. Bardağı göz hizanıza getirdiğinizde kaşığın kırılmış gibi göründüğünü fark edersiniz. Çıkarın. Kaşık sağlam. Daldırın. Kaşık kırık. Bu göz aldanmasının nedeni, hemen herkesin bildiği gibi hava ile su arasındaki yoğunluk farkıdır. 

Hafızamız da kırılır.

Geçmişte yaşadıklarımızı sanki uzun yıllar sonra bir farklı hatırlarız. 30 – 40 yıl önceki olayları oldukları günkü gibi hatırlamak için epeyce gayret sarf etmek gerekir. Hatta bazen de hatırladıklarımız, yarı gerçeklerdir… 

***

1979 yılı benim için hafızadan çıkmayacak, ne kadar zaman geçse kırılmayacak / çarpılmayacak iki olayın takvim yaprağı oldu. 

Bir Pazar günüydü. Ertesi gün okul var, iş var diye odunlu termosifon yakılmış, gün batımına doğru aile fertleri haftalık banyo saati için sıraya girmişti. Su sıcakken önce biz çocukları yıkar, paklarlardı. Anneannem tam beni banyoya sokmaya hazırlarken birden ortalık karıştı.

İstanbul’un Asya tarafında, o zamanlar sayfiye addedilen bir semtte, iki katlı ve bahçeli bir evde otururduk. Çevredeki bütün evler bizimki gibiydi. Tek tük apartmanlar vardı. 

Bizim sokağın bir 10 kilometre ilerisinde babamın yakın arkadaşının fotoğraf stüdyosu vardı. Pazar günleri buluşur, sohbet eder, makinaları onarır, resim tabederlerdi. 

O Pazar da öyle olmuş. Babam arkadaşının dükkânına gitmiş. Sohbet – muhabbetten sonra eve dönmek için motosikletine binmiş. Bir müddet de böyle kapı önünde, motor tepesinde laflarlarken aniden silahlar patlamaya başlamış. Nereden fırladılarsa artık, sokakta beliriveren iki grup adam, yani sağcılar ile solcular birbirlerine kurşun yağdırmış. 

Babam kurşunların arasında kalmış. Motora tam siper yatarak ve var gücüyle gazlayarak aralarından sıyrılmış. Yokuşun aşağısındaki evimize vardığında hali anlatılır gibi değildi. Bahçe kapısından içeri girdi, motoru oracığa devirdi ve kendini yere attı. Koşup yanına gittik. Sapsarı kesilmişti. Bütün vücudu zangır zangır titriyordu. Birileri su verdi, birileri kollarını ayaklarını kolonyayla ovaladı. Sakinleşip konuşabilecek hale gelmesi ne kadar sürdü, hatırlamıyorum. Bereket vurulmamıştı… 


Aynı yıl, bir başka gün annemin yıkılışına tanık oldum. Annem iş çıkışı mesai arkadaşlarıyla birlikte Söğütlüçeşme’den trene binerdi. 

Bir Perşembe akşamıydı. En sondaki ev olduğumuz için her perşembe sokağa kurulan pazarın pisliği, patırtısı bizim kapının önünde yaşanırdı. Akşam saat 7 suları olsa gerek. Kamyon motoru gürültüsü, pazarcı bağırışları arasında annem geldi. 

Tıpkı daha önce babama olduğu gibi yüzü sapsarı, elleri ayakları buz kesmiş, yaprak gibi titreyerek bahçe kapısında belirdi ve oracığa yığıldı. Zaten 44 – 45 kilo bir kadındı. Kaptığımız gibi içeri aldık, salondaki kanepeye yatırdık.  Annemin toparlanması babamdan daha uzun sürdü. Onu bu hale neyin getirdiğini ancak ertesi gün öğrenebildik:

Her zamanki gibi trene binmişler. Daireden (devlet daireleri öyle anılırdı, o zamanlar) şahsen tanımadığı ama aşina olduğu birinin elinde Cumhuriyet gazetesi varmış. Tercüman sağcıların, Cumhuriyet solcuların gazetesiymiş, sonradan öğrenmiştim. Erenköy’den trene binen sağcılar, adamı gitmekte olan trenin canımdan aşağı sallandırmışlar. Bir sonraki durakta indirip 10 – 15 kişi üstüne çullanmış, dövmüş. Kurtarmak için ileri atılanların da ağzını burnunu kırmışlar. 

***

Bu anılar, benim ilkokul çağında bir çocuk olarak yüzyüze geldiğim ’80 öncesi terörün resmi. O zamanlar gün batımına doğru herkes evine çekilir, sokaklar boşalırdı. Babaannemde geçirdiğim sömestr tatillerinden biliyorum, koskoca Şişli’de bile hava kararınca dışarıda bekçilerden ve sokak köpeklerinden başka bir Allahın kulunu göremezdiniz. Büyükler korku içindeydi. Bizi de korkutup dururlardı…

Derken bir Eylül günü evde şenlik havası esiverdi. Sadece bizim evde değil. Okuldaki bütün çocukların, tüm akrabaların ve komşuların evinde bayram vardı. Asker yönetime el koymuş, Evren Paşa teröristleri kovalamıştı. İki karış boyumla tek benim anladığım değil, çevredeki bütün yetişkinlerin de anladığı buydu. Mahalledeki hacı dede[i] ile bizimkilerin ilk defa bir şeyde hemfikir olduklarını görmüştüm. Tanıdık ailelerin hepsi derin bir oh çekmişti. 1981’in baharında artık, yıllardır hasret kaldıkları akşam gezmelerine yeniden başlamış, televizyon misafirliklerine kavuşmuşlardı. 

***

Geçen cumartesi Kenan Evren öldü. 

Atatürk’ü taklit etmesine güldüğümüz bu adamın gerçek yüzünü çok sonra anladık. İdamları, infazları, tabutlukları, asılabilsin diye yaşı büyütülenleri, ev basma – aramaları, topluca tutuklamaları, bir ihbar ile işinden edilenleri, yerini yurdunu terk etmeye zorlananları, iftiraları, ithamları, bitmeyen yargılamaları ve devletin canı çektikçe bir “oğul” yok ettiğini: Cumartesi Annelerini… 

Bütün o karanlığı, insanlık suçlarını yıllar sonra öğrendik. Sansür gevşeyip gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca hafızamızın nasıl çarpıtıldığını gördük, bilmediğimiz acıları tanıdık. Terör bitecek diye yol verdiğimiz şeylerin aslını astarını, kuruyla yaşın bir ateşte yandığını sonradan bildik. Bilmemenin bedelini ödedik, ödüyoruz. Çünkü kendi gitti, anayasası hala başımızda.

Ve insan merak etmeden duramıyor: Acaba bugüne dair hangi gerçekleri bilmiyor, kim bilir nice kaşığı kırık sanıyoruz… Bir gün kaşık sudan çıkacak ve biz gerçek halini göreceğiz.   






[i] Hacı komşumuz, 9 yaşımdayken bahçelerine şortla girdiğim için beni kızılcık sopasıyla dövecek kadar muhafazakâr (!) biriydi…

ANNESİZ ÇOCUKLAR İÇİN BİR GÜN




8 – 10 yaşlarında bir çocuk.
Ben miyim, başkası mı bilemiyorum.
Kız mı erkek mi onu da ayırt edemedim.
Tek bildiğim korku ile öfke karışımı bir ifade var yüzünde.
Saçları terden sırılsıklam.
Elinde de bir kâğıt.
Bir o kapıya koşturuyor, bir bu kapıya.

Bir koridordayız. Bir binanın bilmem kaçıncı katı.
Benim durduğum yerden bakınca sağ tarafta sıra sıra pencereler. Aralarında sütun direkleri. Pencerelerin tümü, açılamasın diye çivilenmiş. Çürük ahşap ile paslı çiviler kenet olmuş. Dışarısı hem canım kirinden hem demir parmaklıklardan tam seçilmiyor.

Karşı sıra kapı kapı.
Devlet dairesi gibi gri, devlet dairesi gibi zemin karolarının süpürgelikle birleştiği kenarları yılların tozundan pisinden kefeke[i] tutmuş, macunlaşmış; pisliğin hâkim olduğu, çınlayan bir koridor.

Elindeki kâğıt bir dilekçe. Çocuk dilekçe yazmış.

Dilekçesini hangi kapının ardındaki yetkiliye vereceğini bilemediğinden her kapıya dikiliyor, tık tıklıyor, içeri girmeye, derdini anlatmaya çabalıyor. Bir kapıda koca gövdeli, kareli gömlekli bir adam alnını avuçladığı gibi geri itiyor onu. Bir başka kapıdan ayrılması içeriden şarlayan “ne arıyorsun sen burada velet” sesinden.
Haline dayanamıyor, yanına gidiyorum. Kalabalık arasında kaybolmasından endişeliyim.

Ver bakayım şunu, nereye gideceğini bulmaya çalışalım diyorum. Pencere kenarına geçip yere oturuyoruz.
Adın ne senin?
Cevap yok.
Kaç yaşındasın sen?

Annen nerde, yalnız mısın burada?
“Sen oku” diyor.
Okuyorum:



Yazım ve anlatım hatalarını düzeltmeye çalışacağım ama gözlerimin üzerini kaplayan tuzlu sulu vücut sıvısı yüzünden tam göremiyorum.
O sırada bir düdük sesi geliyor.
Bekçi bütün kahverengisiyle üstümüze doğru koşa koşa düdük çalıyor.
Nefes arasında da haykırıyor: Durun, kaçmayın!


Kan ter içinde uyandım. Gözümü açar açmaz koşmaya teşebbüs ettiğimden olsa gerek, az kalsın yataktan düşecektim.
Rüyaymış. Bunu anlamam birkaç dakikamı aldı. Bir on dakika sonra da ağlamam durdu.
Nereden çıktı bu tuhaf rüya diye hafıza kartımı tarattım, virüs bulaşmasına karşı tam sistem taramasını çalıştırdım.

Demek bu yüzdenmiş. Yılın yine “o” günü gelmiş…
Bugün böyle geçsin, yarın biz de kendimize bir gün ilan edelim diyorum içimden ve onunla konuşarak.
Neyse ki hava güneşli.




Kaynak

YAŞIYORUZ AMA HİSSETMİYORUZ


http://richardsfoodforthought.com/2014/04/13/food-for-thought-3-leadership-lessons-from-osip-mandelstam/


Şiir

YAŞIYORUZ AMA HİSSETMİYORUZ

Yaşıyoruz, ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı.
On adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.

Oysa ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri,
Kremlin'in dağcısını* anmadan edemiyorlar.

Parmakları kalın tırtıllar gibi
ve ağır kurşun gibi dökülüyor ağzından kelimeleri.

Hamamböceği bıyığı sırıtıyor
ve pırıl pırıl çizmelerinin üstleri,

İnce boyunlu adamları sarmış çevresini,
bu insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor.

Biri ıslık çalıyor, biri miyavlıyor, biri inliyor,
Yalnız o parmağını bize sallıyarak kükrüyor.

İnsan karnına, alnına, şakağına, gözüne
nal fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor.

Bu geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi
dilinin üstünde yuvarlıyor her idam kararını.


*Joseph Stalin

Osip MANDELSTAM
Çeviri: Cevat ÇAPAN




Kaynak: http://kilavuzkirpi.com/yasiyoruz-ama-hissetmiyoruz/

BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

http://en.wikipedia.org/wiki/Trade_union



Bugün 1 Mayıs.

Uluslararası İşçi – Emekçi Bayramı.

Geçimini akıl gücüyle, beden gücüyle çalışarak kazanan tüm emekçilerin bayramı kutlu olsun.

Bizim de!

Toplumumuzda insanın çarçabuk bir cephe tutması âdettendir. Öyle derin bir bilgi birikimiyle falan değil, taraf ın belli olsun yeter! En ateşli “savunucu”lar, savundukları şeyin ne olduğunu bilmez, çoğu zaman. Kimin neyi neden savunduğunu araştırmaya başladığınızda, temelsizliğin, bilgisizliğin ve gelişigüzelliğin boyutlarıyla aklınızı yitirebilirsiniz. Emekçinin hakkını savunmak kimlere kalmış, bilseniz küçük dilinizi yutarsınız. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi (hani sahip de değil ya fikre, bar bar savunur yalnız) olmak normal kabul edilir…

İşte küçük, naif, tek kişilik bir örnek:

2008’de ilk kitabım yayımlanmış, İstanbul TÜYAP kitap fuarında tantanalı bir imza günüm olmuştu. Yazarlık geçmişi benden çok daha eskiye dayanan bir arkadaşım, Kasım ortalarında telefon edip “Ayın 15’inde miting var. Artık sen de resmen “yazar” sayılırsın. Gelirsin herhalde.” demişti. Sesindeki alaycılığı bugün gibi hatırlıyorum. Davet edildiğime başta çok sevinmiştim ama arkadaş saydığım birinden gelen o kibirli üslup gururumu incitti, ben de pat diye sordum:

Neyin yıldönümü bu 15 Kasım şekerim? Neyi protesto ediyorsunuz, neyi savunuyorsunuz?
Cevap?
Eeee, işte…
Gitmedim.

15 Kasım, Dünya Hapisteki Yazarlar Günü. Uluslararası PEN tarafından 1981’den beri anılıyor, kutlanıyor. Bu özel günün amacı, görüşleri ve eserleri yüzünden hapsedilmiş yazarların haklarını korumak ve onları özgürlüğe kavuşturmak için ciddi ve etkili girişimlerde bulunmak, kamuoyunun dikkatini düşünce özgürlüğüne çekmek.

Savunusu, bu iki satırlık ansiklopedik bilgiden bile habersiz olanların eline kalmış.. Ülkemiz açısından, yazarlarımız açısından üzücü, umut kırıcı…

Peki, 1 Mayıs nereden geliyor?

Mayıs – Haziran ayları, Avrupa ve Asya’nın tarihi uygarlıkları tarafından, çok uzun zamandan beri baharın gelişi sebebiyle kutlanır. Ilıman iklim kuşağında kümelenmiş bu antik medeniyetlerin bahara aynı tarihlerde merhaba demesi, şaşılacak bir şey değil. Ziraat toplumları, karların erimesi, tohumların filizlenmesi, ağaçların çiçeklenmesi falan filan…

Ancak sanayileşme ile birlikte Mayıs’ın anlamı da bir adım öteye taşınmış. 1886’da Şikago‘da yaşananlar 1 Mayıs’ın (May Day) tarihsel gerekçesini oluşturuyor.

Sanayileşmenin ivme kazandığı, sendikaların ve işçi birliklerinin kurulmaya başladığı bu dönemde yeni doğan sosyalizm ve komünizm fikirlerinin de etkisi ile ABD’deki işçiler ayaklanır. 1 Mayıs 1886‘da 400 bin işçi toplanır ve hakları olan “mesainin 8 saat ile sınırlanması” talebini ileri sürerler. Ancak dönemin yöneticileri kirli bir plan yapar: Şehrin polis karakoluna kimliği belirsiz (!) kişilerce bomba atılır. Polis ve vali bu eylemin suçunu protestocu işçilere yıkar ve birçok eylemci tutuklanır. Bir yıl süren yargılamanın sonunda 5 işçi  idam cezasına çarptırılır, biri hücresinde intihar eder, dördü asılır.  1887 yılından itibaren, yaşamdan koparılan bu işçilerin aziz anısına 1 Mayıs günü işçi – emekçi günü olarak kutlanır, anılır.

Ya, işte böyle…

Mesela 1 Mayıs işçi bayramı ilan edildiğinde dünyada henüz Sovyetler Birliği yoktu. Komünizm ya da sosyalizm henüz hiçbir ülkede hâkim ideoloji olmamış, egemenlerce temsil edilen tüm fikirler gibi kirlenmemiş, katliamlara alet edilmemişti… Ve evet, 1 Mayıs ABD’den çıktı.

Bilgi güçtür.

Güçsüz kalmamak lazım.

İşçiler, emekçiler sadece kendi haklarıyla değil, daha zor dertlerle imtihan ediliyor. Ülkemizde sayısı bir milyona yaklaşan çocuk işçi var. Daha onların haklarını savunacağız. Bilgisiz, güçsüz, ezbere söylemlerle yürünemez bu yolda…

Ben 1 Mayıs’a, özgürlük ruhuna en çok aşağıdaki sesin yakışacağını düşünüyorum. Victor Hugo’nun anıt eseri “Sefiller”i, onun müzikal hali Claude-Michel Schönberg’in muhteşem bestesini, Türkçe sözlerle, enfes gençler seslendiriyor. Boğaziçi Caz Korosu, 2013 Haziran’ında söylüyor.
Duyuyor musun sesi
İşte bu halkın öfkesi
Olmayacak hiçbir zaman
Bir başkasının kölesi


Ben doyamam, kırk kere dinlerim şimdi. Ötesini de yazmayacağım doğrusu. Artık şarkının Fransız Devrimi ile ne ilgisi olduğunu, Boğaziçi Caz Korosunu falan kendiniz araştırısınız.
Yeter ki bilmediğiniz şeyi savunmayın :)




Kaynak: http://kilavuzkirpi.com/bayramimiz-kutlu-olsun/