Hayatımıza son 15-20 yılda giren teknolojik teçhizatın
acayip bir özelliği var: Fabrika ayarları. Ne demek bu? (İyi niyetle açıklamaya
başlamadan önce okumaya devam) Farklı ülkelerde, farklı şehirlerde satın
alınmış cep telefonları, bilgisayarlar, şunlar bunlar neden tıpatıp aynı
fabrika ayarlarına sahip?
Bir süredir aklımı buna taktım: Fabrika ayarları ve
varsayılan özellikler. Platon’un idealar dünyasını düşündürüyorlar. Sanki her
şeyin, herkesin bir ideal hali varmış da istenirse sonradan o “normal” hal
üzerinde değişikliğe gidilebilirmiş gibi. Sanki aynı fabrikada üretilmişler
gibi.
Mesela neden elimize hiçbir ayarı yapılmamış,
biçimlendirilmemiş halde gelmiyor o akıllı telefonlar? Neden “default” yani varsayılan bir ekran
görüntüsü var? Neden o simgeler kare biçiminde? Sadece hangi işlere yapacağını
ve nasıl çalışacağını açıklayan basit bir kullanma kılavuzu eşliğinde gelse
bilgisayarımız, kimseden yardım dilenmeden fişe taksak, çalışsa mesela? Bir
devrin güzelim televizyon makinaları gibi…
Teknoloji tanrılarının önümüze attığı ve “budur” dercesine
dayattığı standart ve ortak bir hal sahiden var mı? Bu varsayımla hareket eden mucitler
gerçek hayatta bir şeyi referans alıyor olmalılar. “Varsayılan” halin yaşamda
bir karşılığı olabilir mi?
Adamakıllı saçma gelen bu düşünceleri, elimle sigara
dumanını dağıtırcasına kovalıyorum. Tam rahatlamışken bu defa Rakel Dink’in o
dokunaklı sözleri aklıma geliyor: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlık”.
Zavallı öğretmen aklım iyice karışıyor: Bebeklerin tamamen
masum, tertemiz, tümü olumlu duygulardan oluşan bir varsayılan donanımla doğduğunu
nereden biliyoruz?
Daha ilk günden dedesinin kulaklarını, dayısının
bakışlarını, annesinin gülüşünü ve babasının saçlarını almış vaziyette dünyaya
gözlerini açtığına ikna oluyoruz da, mesela falanca akrabası gibi vicdansız,
filancası gibi akılsız olacağına ihtimal vermiyoruz.
İnsanın fabrika ayarları var mı? Hepimizin iki kolu iki
bacağı olması gibi ortak bir kişilik varsayılanımız da var mıdır? İnsanı eğiteceksek,
yetiştireceksek bunu bilmemiz gerek. Yoksa tek tip, eşit ve standart bir eğitimin
adaletli olduğunu nasıl savunuruz?
***
İnsanın doğduğu gün pür iyilikten oluştuğunu kabul edersek
yanılırız. İnsan yavrusu gözlerini, onu dünyaya getirenlerin genetik mirasıyla
açar. Bu yüzden her bebeğin “fabrika ayarları” farklıdır.
Kimileri insanları binalara kapatıp ateşe vermeyi normal
addeder, kimi de isteklerini gerçekleştirmek için en yakınlarına azap
çektirmeyi. Onun fabrika ayarlarına göre bu varsayılan bir özelliktir. Bu
derece dehşet verici olabilir, fabrika ayarları. Yoksa bunca katliam, soykırım,
sürgün, eziyet niye var dünyada?
***
İster mizaç deyin, ister natura. 3 yaşını tamamlamış bir
çocuğun temel kişilik özellikleri oluşmuştur. Bundan sonra çevresel faktörlerin
etkisi, eğitim ve sair ile yapılabilecek değişiklikler sadece değerler ve
tutumlar üzerinde olacaktır. Sadece değerler ve tutumlar.
Üstelik eğitim süreçlerini tümüyle kontrol edebileceğimizi
de sanmayalım. Beynin nasıl öğrendiği, kalıcı öğrenmenin nasıl cereyan ettiği
hala bilim adamlarını uğraştıran sorular. Örnekse 9. sınıfa giden bir çocuk 10-15
kadar değişik ders görür. Bunlardan bazılarını diğerlerinden daha fazla sever,
bazılarında durumu idare ederken bazılarında daha başarılıdır. Türkçe dersini
seven bir öğrenci İngilizce dersini sevmeyebilir. Ya da aynı öğrenci, öğretmeni
değiştiğinde Türkçe dersinden nefret eder, düşük notlar alır hale gelebilir.
Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Sadece şu kadarını düşünelim:
Sıradan bir gününüzü aklınızdan geçirin. Gün boyunca yaptığınız işleri yapmayı
nerede öğrendiniz? Ne kadarı ilk ve orta öğretim okullarında öğrenildi?
Eğitim süreçleri içinde okul yalnızca etkenlerden biridir.
Aile, akraba ve arkadaş çevresi, medya, sokak, kitaplar, sanat gösterileri,
atölyeler, iş yerleri, otobüs durakları… Her an size bir şey öğretebilir. Bizi
fabrika ayarlarımızdan çıkaran, çıkaramasa da varsayılan halimizden farklı
değerler ve tutumlar geliştirmemizi sağlayan ne çok faktör var.
***
Büyük Alman filozof Goethe “İnsanlara oldukları gibi muamele edersek, onları daha kötü kılarız.
Eğer onları olmaları gerektiği gibi ele alırsak, olabilecekleri kadar iyi
yaparız” demiş.
Demek ki “fabrika ayarları böyleymiş, ne yapsak boş” demek
olmaz. Kaç yıla kaç yıl kattığımızın, okulun kapısına nasıl bir tabela
astığımızın, öğretmen sıfatıyla derse kimleri soktuğumuzun aslında pek bir
kıymet-i harbiyesi yok. Unutmayalım ki Rönesans’ı
da, Reform’u da, Fransız Devrimini de, yıktıkları sistemlerin içinde ve o
sistemin okullarında yetişmiş insanlar gerçekleştirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder