KİTAP FUARINDA UTANÇ


İstanbul TÜYAP Kitap Fuarında can yakıcı bir olay yaşandı. Belki haberdar oldunuz, belki bu yazı ile öğreneceksiniz.

13 yaşındaki Çağrı, geçen cumartesi günü ağabeyi ile birlikte kitap fuarına gitmiş. Can Yayınları standı çevresindeyken yayınevi çalışanları Çağrı’yı durdurmuş ve kitap çaldığını iddia ederek üzerine gitmişler.
Bununla yetinmeyip çocuğun üstünü soymuşlar ve çaldığını iddia ettikleri kitabı aramışlar. Bir yakınının sosyal medyadaki beyanı çocuğun gömleğinin çıkarttırıldığı şeklinde. Sonunda ortada hırsızlık falan olmadığı anlaşılmış. Yayınevi görevlileri haksız çıkınca da özür dilemek yerine ağlayan Çağrı’yı ve ağabeyini kovalamışlar.

Nasıl? İnsanın inanası gelmiyor, değil mi… Sonrasında yayınevinden yapılan açıklamalar olayın tam da bu şekilde olduğunu doğruluyor maalesef.

Üzüntümü aileye duyurunca bana Çağrı’nın amcasının telefon numarası iletildi. Ancak sonrasında yaşananları gözönüne alarak, aileye daha fazla rahatsızlık vermemek için aramadım.

Gazeteler, internet mecraları, bloglar… Aile ile yaptığı röportajı yayımlamayan kalmadı. Yarısı bile doğru olsa, insanların başı epey şişirildi demektir. Bu yüzden aramadım. Arayıp “geçmiş olsun”dan öte ne diyecektim? Bu yazıyı kaleme almanın ötesinde elimden gelebilecek bir şey, ne yazık ki yok…

Yayınevi ne yaptı?

Aynı günün akşamı olay duyulup ses getirmeye başlayınca önce Can Yayınları genel yayın yönetmeni imzasıyla Sırma Köksal tarafından kısa bir özür metni yayımlandı, ardından gecenin ilerleyen saatlerinde yayınevinin merhum babası Erdel Öz’den sonraki sahibi, Can Öz bir özür yayımladı.
Hatta bu özür metni o kadar beğenildi, o kadar çok adreste yer buldu ki, Can Yayınları neredeyse hiç hesapta olmayan, bedava bir reklam kampanyası yürütmüş kadar oldu.

Bir çocuğun rencide edilip ağlatılmasına (ihmal ile de olsa) sebep olanlar, “ay ne kadar da güzel özür dilemiş” diye alkışlanır mı?
Alkışlanıyor vallahi…
Menfaatçiliğin, yağcılığın, küçük hesapçılığın gözü çıksın.

Neyse. Sırma Hanımın yazdığı not da, Can Beyin özür metni de duydukları samimi pişmanlığı ve üzüntüyü açıkça ortaya koyuyor. Üç çalışanın da işine son verince, firma itibarını güzelce temizlemiş oldu.

Ancak hala ortada can alıcı sorular var:

Böyle bir olayın tekrarlanmayacağından emin miyiz?

İşten çıkarılan o kişiler hakkında “çocuk istismarı” içerikli bir soruşturma başlatılmayacak mı? Aile şikâyetçi olmasa bile çocukları korumakla görevli devletimiz bir kamu davası açar herhalde.

En azından bu kişilerin terapi / tedavi görmeden çocuklarla ilgili işlerde çalışması engellenecek mi yoksa bir başka yayınevine girip, gelecek fuarda karşı stantta aynı işleri mi yapacaklar?

Bir başka çocuğun pis bir ithamla ağlatılmayacağından, rencide edilmeyeceğinden nasıl emin olacağız?

Ve muhteremler, patronlar! Evet, size soruyorum: Çocukla iletişim gerektiren görevlere eleman seçerken, adayın talep ettiği maaşın düşük olması dışında bir kriter gözetiyor musunuz allahaşkına?

Belli ki gözetmiyorsunuz!

Zira uzun yıllardır çocuk kitapları yayımlayan, hemen her kitap fuarında stant açan bir yayınevi bile “gerekirse çocuğun gözünü oyayım da kitap çaldırmayayım” meşrebinde kimseleri işe alabiliyor, foyası meydana çıkana kadar pekâlâ çalıştırabiliyor.

Mağdur evladımızı titizlikle tenzih ederim ama her yıl kitap fuarlarında ciddi miktarda kitap hırsızlığı yaşandığı bir gerçek.

İhtimaldir ki, yayınevleri bu yüzden çalışanlara “çalınan kitapların parasını maaşınızdan keserim” minvalinde bir göz korkutma savuruyordur. Üç kuruşa çalışan personel, fuarın çılgın kalabalığı ile bunalınca ortaya insanlıktan uzak bu haller çıkıyor.

Mal çaldırmamayı önemseyen patronlar… Maaşından kesinti olmasın diye hırçınlaşan personel… Oysa fasulye – nohut satmak yerine kitap basmayı, kitap satmayı yeğleyenlerin içinde, hiç değilse bir tutam şövalye ruhu olmalıydı.

İçinde şövalye ruhu, derviş erdemi olmayan kitap işine girmesin lütfen. İçinde çocuk sevgisi, çocuğa karşı hassasiyet ve sabır bulunmayan da uzak dursun, bu mevzulardan.

Bizim gözünü para hırsı bürümüş iş adamlarına ihtiyacımız yok. Bizim çoluk çocuk demeden hoyratlık edecek ahlaksızlara ihtiyacımız yok. Onlardan istemediğimiz kadarıyla başbaşa kaldık zaten.
Bu ülkede her şeyden çok kitaba ve kitap okuyan çocuklara ihtiyacımız var.


Kaynak: Kılavuz Kirpi

ZAMANLA




Hayatı seyrettim dün.

Kendime baktım. Tepeden tırnağa inceledim gövdemi, yüzümü, kalbimi. Kendimi nerde görsem tanırım diyordum. Sanki biraz değişmiş buldum, biraz çentilmiş… 

Yaralarıma baktım önce. Kurumuş, üzeri örtülmüş, tende bir gölgelik izi kalmış başıma gelenlerin. Hepsinin iyileşmiş eski yaralar olması tesadüf değil. Yara tazeyken hayatı seyredemez insan.

Derken sertleşmiş, keskinleşmiş, sivrilmiş, silahlaşmış yerlerimi gördüm.

Ne tuhaf! Her birinin pespembe bebek kavisleri olduğu vakitler hatırımda.

Akça pakça, topalak bir bebektim önce. Herkes gibi.

Herkes kadar ağlarım, annem herkes kadar emzirir sanmıştım. Öyle değilmiş. Meğer hayat herkese ayrı bir ütü tahsis edermiş. Pembe beyaz kavislerimizi dümdüz etmek için hepimize ayrı ayrı silindirler yollarmış, cömertçe!

Pembeler kararır, beyazlar sararır, löp löp kavisler çizik çentik buruşukluklara evrilir, hayatın ağırlığı üzerimizden geçince. Bir bakmışız ezilmişiz, sinmişiz, solmuşuz.


Değişsek de hayat bizi terk etmiyor. Bu kısmını seviyorum. Hayat bizi terk edene kadar hayattayız.

Hayat eziyor, doğru ama hafifletiyor da. Dün çıktığım tepeden kendimi, kalbimi, ifademi incelerken fark ettim bunu. 

Gitgide daha az şeye, daha az kişiye ihtiyacı oluyor insanın, hayat ilerledikçe. Bir bakmışsın ağırlıkları atmışsın.

Bebekken öyle mi? Anne lazım, baba lazım, kardeş lazım, arkadaş lazım… Sonra büyürken okul, öğretmen, araç-gereç, imkân, yol, fırsat...

Ve gençlikte aşk, daha fazla aşk, seks, daha fazla seks, sonra iş, para, daha fazla para, mal, itibar, iktidar, aile, eş, çocuk, yazlık, araba, fatura, fatura, fatura…

Kirlenip kırışırken öğreniyorsun: Her şey bitebilir. Herkes gidebilir. Sen dâhil. Ve hayat sensiz de devam eder. Hem de ne devam etmek!

Yaşamak için hayata bile bağımlı olmuyorsun, bir yaştan sonra. Her şafağa gelişine geriniyor, her mehtaba gelişine esniyorsun.  

Zamanla sadeleşiyor hayat, hafifliyorsun. 



 

İSTİSNA KURALDAN İYİDİR


Bu makale Tatarca olarak Azatlık Radyosunda yayımlanmıştır.





Türkçede “istisnalar kaideyi (kuralı) bozmaz” diye bir söz vardır. İngilizcesi “every rule has its exception”. 

***

Tatarlar ile tanışmaya 1999’da başladım. İlk tanıdıklarımdan birinden duyduğum söz o günden beri aklımdadır: “Üç Tatarın olduğu yerde beş parti / fraksiyon kurulur.”

Zaman geçip, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Tatar dostları, cemaat yapısını, dernekleri ve diğer sosyal organizasyonları yakından tanıdıkça bu sözün ardında yatanı kavramaya başladım. 

Tatarlar zamanın nezaketli elinden nasip alamamış, çok zulüm çekmiş ve çekmekte olan bir halk. Tatar tarihi adeta bir sürgünler, savrulmalar, kaçışlar, sığınmalar destanı. İpi kopmuş tespih taneleri gibi yeryüzüne saçılmışlar. Farklı ülkelerde yetişip yaşayan soydaşlar, akrabalar, hatta kardeşler birbirine yabancı olmuş. Birbirleriyle kalıcı ve yakın ilişkiler kuramamaları bundan. Aynı halk, aynı dil, aynı din ama yüzlerce farklı mantalite, yüzlerce farklı hayat görüşü… 

İster beğenelim ister beğenmeyelim Tatar gerçeği bu. Tatar dünyası bir farklılıklar mozaiği.


Ama her kuralın bir istisnası var. Ankara Kazan Kültür ve Yardımlaşma Derneği de böyle. Üç Tatarın beş görüşe ayrılması, anlaşamaması, geçinememesi kuralını bozan bir cemiyet. 

Üç yüzden fazla Tatar 7 Kasım 2015 gecesi hep birlikte Tatarca şarkılar söyledi, folklor oynadı, dans etti, yedi, içti, güldü. Hepsi 50 yıl önce uzak doğudan Türkiye’ye gelen muhacirler. Çocukluklarında oralarda, yetişkinliklerinde Anadolu’da bir arada olmuş, aynı toprağın üzerinde yaşamışlar. Dertleri paylaşmışlar, kaderi paylaşmışlar, hayatı paylaşmışlar. Farklılıkları derin değil. Ortaklıları ise yaşamları kadar uzun ve geniş.

Anavatanından koparılmış bir halkın sonradan bulunmuş ve benimsenmiş bir vatanda yaşamasının nasıl iyileştirici, nasıl birleştirici olduğunu gözlemlemek için, adeta bir laboratuvar deneyi gibiler.


Ankara Kazan Kültür ve Yardımlaşma Derneği sadece Tatar realitesinin değil, Türkiye koşullarının da istisnası. Binlerce yıllık tarihi olan bu coğrafyada müze gibi ziyaret edilen kilise / cami / saray / köprü ve benzeri yapıların dışında, hala aktif durumda 200 – 300 yıllık okulların, hastanelerin, tiyatroların sayısı utanılacak kadar azdır. Türkiye’de 50 yıl yaşamış bir firma, bir marka bile bulmak zordur. 

Ankara KKYD hem kendi halkının kaderine, hem yerleştiği coğrafyanın standartlarına inat; birliğin, kardeşliğin, dostluğun muhteşem bir örneği olarak yarım asırdır yaşıyor. Derneği kuran ve yaşatan herkes gönülden bir teşekkürü, parlak bir “aferin”i hak ediyor.

Kural ayrılıksa istisna kuraldan iyidir. Ayrılmayınız. 


İNSANLIK ADINA PARLAK BİR IŞIK: KİRON ÜNİVERSİTESİ



İnsanlık nedir…
İnsanı herhangi bir etobur memeli olmanın ötesine taşıyan nedir…
Ali Şeriati’den Tolstoy’a, hatta Che Guevara’ya kadar çeşitli düşünürlere atfedilen bir söz var. Kim söylemişse söylemiş ama ne de güzel söylemiş:
Kişi acı duyabiliyorsa canlıdır. Ancak başkasının acısını duyabiliyorsa insandır.
Milenyum bireyleri olarak hiç tanımadığımız insanların acısını duyabiliyor muyuz, tartışılır. Duyanlar var, ama. İyi ki var.

Dünya çapında ve bedava eğitim veren mülteci üniversitesi

Almanya’da bir grup insan orta doğudan savrulup dünyaya saçılan mültecilerin acısını duymuş. Sıcak evlerinden, sağlam işlerinden ve dolgun maaşlarından başlarını kaldırıp, insanlığın ne olması gerektiğini örneklemişler.
Berlin’deki Kiron Üniversitesinden bahsediyorum.
Kurucularından Markus Kressler, geçen yıl İstanbul’da Suriyeli mültecilerle görüştüğünü, çoğunun yüksek eğitim alacak nitelikte gençlerden oluştuğunu anlatıyor, CNN’e…


Mülteci gençlerin durumunu dert edinen bu girişimci grubu, kısa zamanda 100 gönüllüye ulaşıyor ve “crowd-funding” yani geniş katılımlı bağış toplama etkinliği başlatıyor.
Başlangıçta amaçları 120 bin Euro toplamak. Bu meblağın bir üniversite kurmaya yeteceğini düşünüyorlar. Önümüzdeki Cuma günü sona erecek kampanya ile şu ana kadar 230 bin Eurodan fazlası toplanmış durumda.
Kiron’da eğitim internet üzerinden, yani uzaktan. Kaydolmak için mülteci olduğunuzu belgelemeniz yeterli. Tamamen ücretsiz olan ve 3 yıl süren eğitim için aralarında Harvard, Yale, Cambridge ve MIT gibi süper starların da olduğu çeşitli üniversitelerden çevrimiçi dersler alınıyor. Öğrencilere bilgisayar vs. gibi eğitim araç gereci de temin ediliyor. Geçtiğimiz Ekim ayında derslere başlayan üniversitenin 1.200 öğrencisi var.


Siyasetin hediyesi (!) olarak, orta doğuda her gün 42 binden fazla insan mülteci olmak, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalıyor.
Buna karşılık insanlığın hediyesi büyük darbe yemiş o hayatları onarmak, çaresizlik içindeki mültecilere bir seçenek, bir umut sunmak…



Tolstoy diyor ki, “Tarihçi sağır gibidir. Kimsenin sormadığı sorulara durmadan cevap verir”.
Üstünüze afiyet, Tarihçiyim. Düşünmeden edemiyorum:
Neden bizim toplumumuzdan böyle girişimciler çıkmıyor? Hani Türkler misafirperverdi, yardımseverdi… Neden Türkiye şehirlerinde mültecilerin dilencilikten başka şansı yok da, Almanya’da bir üniversite diploması bile mümkün? Biz kendi vasıflarımız hakkında kendimizi mi kandırıyoruz yoksa?

Mesela, bu girişimi başlatan Markus Kressler olmasaydı da, atıyorum Mert Keskin olsaydı. Başına neler gelirdi?
  1. Öncelikle para toplamak için yetkili makamlardan izin alması gerekirdi. Türkiye’de kamuya açık şekilde para toplama izni almak hiiiiç kolay değil, belirteyim.
  2. Para verecek samimi insan bulmakta zorlanırdı, Mert kardeşimiz.
  3. TV canlı yayınına telefonla bağlanıp “ben de bir milyon bağışlıyorum” diye sallayan niceleri var ki, ortadan kaybolmaları 1 nano saniye sürüyor.
  4. Sıradan yurttaş ise “Ben mi bakacağım Suriyelilere? Kim getirttiyse o baksın. Zaten ay sonunu zor getiriyoruz” der, telefonu suratına kapatırdı Mert’in.
  5. Haydi, parayı buldu diyelim. Peki, üniversite nasıl kurulacak? Bu ülkede üniversite kurmak için yasa çıkartmak gerek. Koskoca TBMM Mert meşhur olsun diye kanun çıkarır mı sizce?
  6. Velev ki kanunu da çıkarttırdı Mert. Kim yönetecek üniversiteyi? Tabii ki cumhurbaşkanının atayacağı rektör. Hım. Anladınız siz onu…
  7. Son olarak yurdumuzun “aydın” kesimi Mert’i hedef tahtasına oturtur “Suriyelilerden başka derdi mi yok ülkenin? Öz be öz Türk çocuklarına yardım etseymiş ya” diye başlayıp vatan hainliği falan filan her türlü çukurluğa kadar ilerleyen saldırılar düzenlerdi.

Netice?
Ne zaman başkasının acısını duymaya kalksak başımız öyle çetrefil dertlere girmiş, öyle bir öğrenmişiz ki insandan korkmayı, insanlığımız “canlı” seviyesinde kalmış.
İyilik başkalarının, dayanışma başkalarının, insanlık başkalarının, utanç bizim olmuş.




Kaynak: Kılavuz Kirpi

SALINCAĞA AYAKTA BİNEN ÇOCUK

Çocuk önce salıncağa binmeyi öğrenir. Birkaç zaman düz biner.
Sonra hızlanmayı gözüne kestirir. Hızlanır da.
Ardından başını azar azar geri yatırmaya cüret eder.
Derken sıra, salıncağa ayakta binmeye gelir. Dizler kırılır, sonra ayağa kalkılır.
Öylece sallanmaya başladığında kendini bir süper kahraman gibi görür, salıncağa ayakta binen çocuk. Nasıl da cesurdur öyle! Nasıl da akıl etmiştir bu hinliği! Bu iş onun ilk büyük keşfidir. Çünkü bu kadar değişik bir salıncağa binme tekniği olsa olsa onun gibi birinin aklına gelebilir. O halde sadece cesur değil aynı zamanda dehşetli zekidir de.
Anne babasına koşar. Tiz sesini çınlatarak buluşunu ve nasıl da “hiç korkmadığını” anlatır. Anne babası inanır ona. Aferin der. Aslanım der. Sen bir tanesin der. Salıncağa ayakta binmek öyle her çocuğun altından kalkabileceği bir iş değildir, ne de olsa! Salıncağa ayakta binen çocuk, yakınlarının nazarında bir dâhidir. Bir cesaret timsalidir. Benzersizdir. “Bildiğin gibi değil”dir. Başka çocuklardan farklı ve üstündür. Çünkü salıncağa ayakta binen çocuk, onların çocuğudur. Ve salıncağa ayakta binmek, öyle her çocuğun altından kalkabileceği bir iş değildir…


Ama zalim zaman başka şeyler öğretir.
Salıncağa ayakta binen çocuk bir müddet sonra yaptığının öyle pek de matah bir iş olmadığını fark eder. Bir de bakar ki, bütün çocuklar onun geçtiği evrelerden geçmiş. Önce hızlanmayı sonra kafayı arkaya yatırmayı keşfetmiş ve en son merhalede de salıncağa ayakta binmişler.
Salıncağa ayakta binen çocuk bu bilgiyle sarsılır. Kendisi kadar zeki, kendisi kadar cesur bütün o “öteki” çocuklara öfke duymaya başlar. Hatta yaşı ilerledikçe gerçekten zeki, gerçekten cesur, gerçekten yetenekli çocuklar da olduğunu öğrenir. Ortada tek bir salıncak yokken salıncağı icat eden, mesela. Ya da salıncak deneyimini yamaç paraşütüne çeviren…
İşte asıl nefret ettikleri onlar olur. Onun aklına bile gelmeyen fikirleri bulan, sonunda dünyaları verecek olsalar cüret edemeyeceği işleri güle oynaya yapan, neye el atsa başaranlardan tiksinir.


Salıncağa ayakta binen çocuk öyle bir dünya ister ki, yalnız kendisi “en” olsun.
Kendinden yetenekli, kendinden cesur, kendinden zeki olanları çevresinde istemez. Onlarla aynı sokakta yürümeye cesaret edemez. Onlarla aynı mekânlara girip çıkmaya çekinir. Dünyasını ayırır ve en fazla kendi gibi, kendi kadar olanlarla takılmaya, hayatı “getto”sundan yaşamaya başlar.


Kıskanma nefrete, nefret hiddete dönüşür.
Hak ettiği şeyleri elde etmesine engel hep “onlar”dır. Onlar olmasa daha iyi bir işte çalışabilecek, daha iyi bir maaş alabilecek, daha iyi okullara girebilecektir. Onlar yüzünden eğitimsiz kalmıştır, ailesi okula göndermediği için değil. Onlar kendini ne sanmaktadır ki, güzel evlerde oturup pahalı arabalara binmektedirler?


Salıncağa ayakta binen çocuk artık büyümüştür.
Gerçekten cesur olamamıştır. Gerçekten zeki de değildir. Ama ne gam! Haklıdır ya, o yeter.
Asla kuyrukta beklemez. Bir yolunu bulup diğerlerinin önüne geçer. Hak verilmez, alınır diye inanmıştır. Ve zorbalıkla, kurnazlıkla, utanmazlıkla aldığı her şeyi kendine hak sayar.
Asla yetinmez. Hep talep eder. Devletten yardım ister, patrondan zam ister, arkadaştan borç ister. Hiç birini hak edip etmediğini düşünmez. Hiç birini geri ödemez.
Salıncağa ayakta binen çocuk daima şampiyon olacak takımı tutar. Daima iktidara gelecek partiye oy verir. Her defasında başaranların etrafında olmayı seçer.
Hayattan, bundan öte bir başarı söküp alamayacağını bilir. Zeki olmadığını, yetenekli olmadığını, cesur olmadığını ve olanlara saygı duyacak kadar uygar da olmadığını, en iyi kendi bilir.


İlginç olan, salıncağa ayakta binen çocuklar dünyanın her yerindedir. Her ülkenin, her şehrin, her mahallenin irice kalabalığını onlar oluşturur.
Sadece kendi acılarına ağlarlar. Onlardan olmayan ölebilir, önemli değildir. Sadece kendi haklarını savunurlar, hakları olmasa bile. Kendilerine benzemeyenlerin haklarını yüzsüzce çekip almaktan zerre utanç duymazlar.
Sürekli bir kıyaslama ve kıskanma içindedirler. Onlara orta sınıf diyenler çoktur. Sıradan yurttaş, sade vatandaş, orta direk veya sokaktaki adam diye anıldıkları da olur.

Ama dünyanın rezilliği, bana sorarsanız, asıl salıncağa ayakta binmekten ileri gelir.


Kaynak: Kılavuz Kirpi