KAÇ YILINA GİRİYORUZ ŞİMDİ TAM OLARAK?

 

Bizden şöyle böyle üç bin yıl önce bu topraklarda yaşamış ve epeyce iz bırakmış olan Hitit imparatorluğunda çok tanrılı bir dine inanılırdı. Güneşten şimşeğe, denizden fırtınaya hayatı komuta eden hemen her şeyi tanrı saymışlardı. Öyle çoktu ki bu tanrılar, Hititler ülkelerine Bin Tanrı İli adını takmışlardı. Herkesin birer tanrısı olabileceği gibi elbette her kralın da koruyucu birer tanrısı vardı. Mesela II. Murşili’nin koruyucu tanrısı Arina yani güneş tanrıçasıydı. Ya da II. Muvattali’ninki şimşek ve fırtına tanrısı olan Aranzah idi. Bir başka meşhur kral olan III. Hattuşili ise tanrıça İştar’ı kendine koruyucu seçmişti. Bu tanrıların kralları güvende, sağ ve salim tuttuğuna inanılırdı.

Ancak eğer kralın tebaası tanrıları kızdıracak birtakım işlere el atarsa, tanrının tabiri caizse mal sahibine dönüp, doğrudan kralı cezalandıracağına inanılırdı. Yüce şahsiyet kral fena işler yapacak değil elbet. Öyle pis günahları olsa olsa çapulcu halk işler, değil mi? Dolayısıyla Hitit kralları, asfalyaları atmış koruyucu tanrının kendisine “hele gel bakalım kral efendi, bu seninkiler ne ayak?” diyeceği endişesine düşerek, olmadık antikalıklar yaparlardı.  

Tanrısının gazabından tırsan kral, uğursuz alâmetler geçene kadar kendi yerine bir insan ya da hayvan tayin ederdi. Atanan kral naibi hayvansa, öfkeli tanrı kurbanı kolayca görebilsin diye garibanı alıp yüksek bir tepeye çıkarırlardı. Tanrıları gazapla dehşetle falan da yormayan Hititler, kralı temsil eden kurbanı kendileri kesip sonra da yakarlar, böylelikle krallarının pek kıymetli canını da kurtarmış olurlardı.

Söz konusu günah biraz okkalıysa koyun koç kurtarmaz! Bu durumda savaş esirlerinden biri kralın yerine geçirilir, kendisine tacıyla âsâsıyla tam tekmil kral kıyafetleri giydirilir ve uğursuz alâmetler geçene kadar hakiki kral saraydan uzaklaşırdı. Kral yapılan esir de “n’oldu ya? bunlar beni zindandan çıkarıp tahta oturttu” diyene kadar tanrıların gazabı geçerse esirin canı bağışlanır, ülkesine dönmesi için azat edilirdi. Ortalık yatışınca esas kral da makamına dönerdi.

***

Hattuşa adındaki Hitit başkentinde, azametli sarayında oturan kral efendi hangi akla hizmet bu yollara saptı, Anadolu’nun has evladı yüz binlerce Hititli bu martavallara nasıl inandı, bilmem. Bildiğim tek şey aradan geçen üç bin yılda sadece aktörlerin adı değişti, hikâye aynen tekrar tekrar yaşanıyor, hâlâ tanrıların gözüne boya üstüne boya çalışınıyor. Nasıl mı?

Bilim insanları onlarca yıldır bağırıyor:

Büyük bir deprem olacak. Fay hattına bina yapmayın. Yapıları sağlam inşa edin. Toplanma alanlarını koruyun, hatta genişletin.

Kuraklık başlamak üzere. Su kaynaklarını koruyun. Yüksek binalar ve büyük otoyollar yapmayın. Nüfus artışını azaltın.

Salgın kapıda. Kentlerde çok fazla insan birikiyor. Nüfus yoğunlaşmasının önüne geçin. Onlarca milyon insanın küçük bir kente doluşması riskli.

Peki biz ne yapıyoruz? Tanrıları aldatıyoruz.

Beş karıştan büyük her yeşil alana bina dikiyoruz. İki kalas üç tuğla apartmanlar mikrop gibi ürüyor. Su havzalarına villa siteleri, ana cadde boylarına gökdelenler, sahillere devasa oteller, alışveriş merkezleri inşa ediyoruz. Uzun yıllardır İstanbul hapşırınca Türkiye hasta oluyor ama üretimi, medeni yaşamı, iş imkânlarını Anadolu’ya yaymak kimsenin aklına gelmiyor. Aksine, kent merkezinden taşraya on kilometre çıktın mı internet hızı bile yarıya iniyor.

Hâlimize bakılırsa bu yılbaşı MÖ. 1320 yılı bitiyor, bir sonraki yıla giriyoruz. Tabiatın emrettiğini es geçmeye, daima ve sadece işimize geleni yapmaya ant içmişiz. Burnumuz maskenin dışında, hıncahınç çarşılarda aylak aylak dolanıyoruz. Tek çabamız, öfkeli tanrıların radarına giren yüce kralımız Şuppiluliuma’yı kurtarmak.

Biz?

Yahu biz üç bin yıldır öle kala yaşıyoruz işte buralarda. Yeni yılda da bir çaresine nasılsa bakarız. 


Bu yazı daha önce Kılavuz Kirpi 'de yayımlanmıştır.

EVDE KENDİ OKULUNU YAPMA TARİFİ

 

Öğrencilerin çoğu kendini muhtemelen şanssız, hatta lanetli bir kuşağın mensubu olarak görüyor. En azından kendi eski-yeni öğrencilerim bu duygu durumu içinde. Yüz yılda, iki yüz yılda bir gelen küresel salgın onların kısacık yaşam süresine isabet etti çünkü. 

Lineer bir bakışla gözlersek, haklılar. Salgın zor sınav.  Ancak hayat çizgisel değil, daha karmaşık ilerliyor.

Zor üstüne zor

Hayata, dünyanın saçma düzenine alışma, amansız bir insan güruhunun içinde saygın ve sürdürülebilir bir konum elde etme çabası yeterince zordu zaten. Biz kısaca ergenlik diyoruz bu çabaya. Onlar için yumurtanın kabuğunu kırma, hayatın içinde eşit ve değerli bir birey olma mücadelesi. Adeta kendilerini yeniden doğuruyorlar. Öyle sancılı, öyle ıstıraplı bir süreç. Bir de tüm bunların üstüne salgın geldi.

Zor üstüne zorla karşılaşan öğrencilerin elindeki en büyük koz, öğrenme becerileri. Büyüklere göre daha hızlı ve daha temiz öğrenebiliyorlar. Hiçbir şey bilmemek, ergenlik döneminde hayatı kolaylaştırıyor aslında. Önceki deneyimler ve öğrenmelerle çizik – vuruk içinde kalmamış taze zihinler, yeni bilgileri hüp diye yutabiliyor.

Bir de önlerinde buldukları “olmuş” yetişkinleri örnek almaları olası. Başaran nasıl başarmış, mutlu ve verimli bir hayat kurabilenler hangi yollardan geçmiş, ne gibi seçimler yapmış ona bakabilirler. Gerisi, deneme – yanılma – yenilme – daha iyi yenilme ve en nihayetinde başarma tecrübesi. Sonuç herkes için aynı değil elbet. Kaygı veren de bu.

Peki öğrenciliğe, kendimizi yetiştirmeye, geliştirmeye nasıl devam edeceğiz?

Pandemi koşullarında yüzyüze eğitime, yani bildiğimiz okul ortamına dönmek pek mümkün görünmüyor. Salgına kesin şekilde dur diyecek, adı batasıca virüsü puff diye tepeleyecek bir ilaç, bir önlem bulunmadan, bildiğimiz öğrencilik şartlarına dönmemiz mümkün değil. Önümüzde böyle yapayalnız geçireceğimiz aylar, hatta belki bir – iki yıl var.

Leylek kaçıran rüzgârları  

Sonbahar gelince esen serin rüzgarlara, çocukluğumdan beri leylek kaçıran rüzgârları demişimdir. Evimizin damına, bacasına yuva yapan leylek aileleri, ilk poyrazda pılıyı pırtıyı toplar, kanat basıp giderdi. Sanırım öğrencilik çağındaki arkadaşlarımın, salgında var kalabilme mücadelesinde leyleklerden de örnek alacakları bir şey var. 

Herkesin bildiği gibi leylekler göçmen kuşlar. Belli bir sıcaklığa sahip iklimi severler ve o spesifik ortamı yakalamak için yılda iki defa binlerce kilometre kat eder, günler boyu uçarak göçerler. Bizim için leyleklerden öğrenilecek olan, işte bu yaşamsal şartları sabit tutup mekânı değiştirme dirayetleri. Bu zarif kanatlı dostlar, her şart altında yaşamak yerine yaşayabileceği koşullar neredeyse oraya gitmeyi seçer.

Leyleklerin efsanevi göçünün detaylarını merak edenler şuradan ulaşabilir. Konumuz leylekler değil çünkü. Konumuz, öğrenciler ve onların önündeki çetin adaptasyon mecburiyeti. 

İnsanoğlu leyleklerden farklı olarak mekâna, yere, toprağa bağlıdır. Bir memleketin insanı olur, bir yere ait görür kendini ve onun değişen şartlarına uyum sağlamaya çabalar. Uyumlanan yaşar, değişen şartları yadsıyan azalarak yok olur.

Tarih boyunca icadına ve bulunmasına tanık olduğumuz her şeyin itkisi, motivasyonu budur: Nasıl daha iyi ve güvende yaşarım? İnsan aklının bitimsiz sınavı, bu soruya her defasında yeni ve etkili cevaplar bulmaktan başka nedir ki…


O okul buraya gelecek!

Sabah erken kalkıp yollara dökülmenin o ekşi suratı, ilk dersin hayal meyal geçişi, dördüncü derste sınav olduğunu hatırlar hatırlamaz geliveren o sürpriz enerji ve zihin açılması, öğle tatilinde ter içinde kalıp altıncı dersi keçi ağılı kokusuyla atlatmalar, sıra altından sinsi sinsi giden defter, kalem hatta kopyalar, hoca bakmazken (!) işaretleşmeler, son teneffüste aylak bakkal gibi sınıfın kapısına dizilmeler… Hepsi bir süreliğine “tatlı anılar” rafından bize tebessüm edecek. Bizim uzunca bir süre LEYLEK olmamız lazım çünkü.

Nasıl mı:

Şartlar değişti mi? Hem de nasıl değişti. Biz aynı mıyız, yani hala öğrenmeye ve kendimizi geliştirmeye ihtiyacımız sürüyor mu? E, haliyle. Henüz bir mesleğimiz, geçimimizi sağlayacak bir işimiz olmadığına göre, evet. Öyleyse okul ortamını evde sürdürecek birkaç önlem almamız lazım.

İşte evde kendi okulunu yapma tarifi:

  • Öncelikle, sana evde olduğunu unutturacak bir ortam kurmalısın. Evin en sakin yerini seç. Kapı zilini duymayacağın, televizyondan gelen sesleri işitmeyeceğin, aile fertlerinin bıdıbıdısına takılmayacağın, gelen gideni görmeyeceğin bir yer bul kendine. Masanı o noktada duvara yasla. Yüzünü duvara dönecek şekilde sandalyeni yerleştir. Bilgisayarını, ekran sana bakacak şekilde masaya koyduktan sonra, bilgisayarın arkasına tüm ders kitaplarını ve defterlerini diz. Ekran başına oturduğunda kitap ve defterlerini de görebilmen lazım. O kitaplar ve defterler, salgın bitene kadar derse giren öğretmenlerini ve sınıf arkadaşlarını temsil edecek.
  • Sonra, kendine bir zaman çizelgesi yap. Ciddiye al bunu. Sabah kalkış saatini değil, ilk dersin saatini başlangıç olarak yaz. Her ders 45-50 dakika sürmeli ve her dersin arasında 10’ar dakikalık teneffüsler olmalı. Basbayağı, ciddi ciddi bir çizelge yapmalı ve ona uymalısın. Üstelik bunu ailenle de konuş. Onlar da sana destek vermeli. Bu zaman diliminde seni “okulda” saymalılar.
  • Bir başka konu, din ve devlet işlerini birbirine karıştırmaman. Yani bilgisayar ders içinse ki öyle, onun üzerinden sosyal iletişimini kesmelisin. Sosyal medya hesaplarını bilgisayarından sil. Eğlence telefonda kalsın. Teneffüslerde arkadaşlarınla telefonun üzerinden kakara kikiri yaparsın. Ders günü bittiğinde eğlenceni telefonla hallet. Bilgisayar iş için, unutma. Senin işin öğrenmek.
  • Her gün 5 ders yap. Kendine bu ev yapımı okulunda eşlik edecek 3-5 arkadaş da bul. Ders anlatacak öğretmenin yerini eğitici videolar alsın. Khan Akademi var mesela, başka ders anlatılan YouTube videoları da… Sen daha iyi bilirsin gerçi ama yine de şu benim Nöbetçi Öğretmen sayfası elinin altında dursun. Bulduğum, denk geldiğim yararlı linkleri orada biriktirmiştim, senin için.

Çok sıkılmıştın ya bu pandemiden. İşte bitsin sıkıntın. Okulların açılmasını beklemene gerek yok. Hemen yarın başla! Pandemi yarın bitmeyeceğine göre zaman kaybetmek de lüzumsuz. Leylek kaçıran rüzgarları eseli aylar oldu. Haydi, artık kanatlara kuvvet verme zamanın gelmiş olsun.

 

Bu yazı daha önce Kılavuz Kirpi 'de yayımlanmıştır. 

UZAKTAN EĞİTİM NEDEN KOCA BİR HİÇTİR



Covid-19 salgını dünyayı eve tıktı. Birkaç on yıldan ibaret insan ömründe, tekrar tekrar deneyimleme imkânı olmayan, olmasa da iyi olacak bir zamanı yaşıyoruz. Çok zorlanıyoruz. Alışkanlıklarımız hatırdan silinmeye başladı. Duygusal ihtiyaçlarımız karşılanmıyor. Neredeyse, acıktığında mama bulamayan bebekler gibi avaz feryat ağlayacağız…
Kahrolası virüs sadece iş yapma, hoşça vakit geçirme, ihtiyaçlarımızı temin etme şeklimizi değil, öğrenme biçimimizi de alt üst etti. Okulların kapısı kilitli. İdareciler, öğretmenler ve çocuklar evlerde.  

Yirmi milyon öğrencinin hepsi internete erişebiliyormuş, üstelik tümünün internete çıkacağı bir cihazı da varmış gibi yapınca mesele halloldu. Okul artık evdeydi. Açıyorduk ekranları, bakıyorduk hocalara, dinliyorduk derslerimizi güzel güzel! Değil mi?

***

Benim gibi ömürden beş onluğu harcayanlar, TRT ekranlarından verilen okuma yazma derslerini hatırlayacaktır. Ajda Pekkan saçlı öğretmen, sinir bozacak kadar düzgün yazısıyla kara tahtayı döşeye döşeye memleketin okuma yazma sorununu çözmüştü. Yani, herhalde… Ülkede kadın nüfusunun okur yazarlık oranının bugün hala %85’lerde gezindiğini söyleyip bozgunculuk yapacak değilim. 1980’lerdeki bu dersleri kaçıran, hoca tam önemli bir şey anlatırken gidip çorbayı karıştıran kadınlardır onlar.

***

Yapayalnız Öğrenmek, Uzaktan Öğretmek.
Lâmı cimi bir yana bırakalım. Bana kalırsa salgın, eğitim süreçlerinin cilasını döktü. Okula, öğrenmeye dair üç gerçek, apaçık ortaya çıkmış bulunuyor. Esasen ortada eğitim-öğretim diye bir şey kalmadı. Pek çok alanda -mış gibi yaparak paçayı kurtaracağını sanma âdetimiz bile bu çıplak hakikati gizlemeye yetmiyor.
Çocuklar sıkıntıdan patlıyor. Kızdıkları, her sabah kalkıp gitmeye üşendikleri okullarını, hatta o korkutucu sınavları bile deli gibi özlüyorlar.
Öğretmenler bedbin. Yaptıkları işin bir kandırmacaya döndüğünün farkındalar ve emeklerine yanıyorlar. Çoğu, çocukların kaybolan bir yılını nasıl telafi edeceğini tasarlamaya verdi kendini. 

Aileler, “aman bir şeyle meşgul olsun en azından” sınırını bile aştılar. Tümden boş vermiş durumdalar. Çocukların eğitiminden daha önemlisi onların bu felaketi sağ ve sağlıklı atlatması çünkü.

Lafı dolandırmanın gereği yok: Uzaktan eğitim işe yaramıyor, yaramaz da. Çünkü;

1.       Öğrenmede en temel unsur öğretmendir. Eğitim yapısından fiziksel bir varlık olarak öğretmeni çektiğiniz zaman bina çöker. Kesin bilgidir, yayabilirsiniz: Öğretmen yoksa eğitim biter. Çünkü öğretmen kapıda belirdiği an sınıfın iklimi değişir. 30 – 40 - 50 kişilik ergen grubu kendi arasında yüz bin iletişim korelasyonu kurarken mekânın sahibi gelir, tüm ilgiyi üstünde toplar. En “çocukların takmadığı” hoca için bile böyledir bu. Bir bakışı ile sınıf denen o çalkantılı hormon deryasını durultur öğretmen. Gevşeyene, dikkati dağılana doğru attığı iki küçük adımla hamurun kıvamını değiştirir. Bu yüzden alan bilgisi sağlam, zeki, iletişim becerileri yüksek gençleri öğretmenlik mesleğine kazandırmak ve onlara hem entelektüel hem ekonomik açıdan tatmin olacakları bir profesyonel hayat sunmak, ülkenin kaderini değiştirecek kadar önemlidir.

2.       Öğrenme bir atmosfer gerektirir. Öğretmen karizmasıyla dış zarı şekillenen öğrenme ortamının asıl iç unsuru, çocukların birbiriyle ilişkisi, birbirine öğretmesidir. Öğretmenin “aferin” dediği öğrenci rol modeldir. Sınavdan hemen önce etrafı sarılan, şu neydi, bu nasıldı denilen çocuk, grubun atmosferini belirler. Hiçbir öğrenci arkadaşları, akranları ile öğrendiğinden daha fazlasını tek başına öğrenemez. Biraradalık hissiyle topluca bir iş başarmanın yarattığı atmosfer öğrenmenin ikinci temel elemanıdır. Cemaatle yapılan ibadet gibidir sınıf atmosferi içinde olmak. Hababam Sınıfı’nda bile asıl oyun kurucu Çalışkan Ahmet’tir. İnek Şaban, Çalışkan Ahmet olmadan sadece Şaban’dır. Her öğrencide akademik kapasitesi oranında bir zekâ, bir bilgiçlik, bir başarı sergileme ihtiyacını tetikleyen işte bu atmosferdir.


3. Gerçek bir ihtiyacı karşılamayan bilgi öğrenilmez. Gerçek ihtiyaç hâsıl olunca herkes nasıl ekmek pişirmeyi bile öğrendi, gördünüz.  Şimdi diyeceğimi önce öğretmenler anlayacak, sonra veliler ve en son öğrenciler: Öğretmenlik bir dereceye kadar reklamcılık faaliyetidir.

Çünkü bütün fırınlar ekmek doluyken kimse evde ekmek yapmakla uğraşmaz. Böyle bir bilgiyi edinmekle hiç uğraşmaz. Ve evet, öğretmenlik bir dereceye kadar reklamcılık faaliyetidir, çünkü çocuk neyi neden öğreneceğini, bu bilgiye hayatta neden ihtiyaç duyacağını kavrayamaz, kestiremez. Hayat tecrübesi buna yetmez. İyi öğretmenlerin belirgin ortak özelliği ‘malını satmayı’ bilmeleridir. Yoksa 15 yaşında birine asal sayıları, meridyenleri, haçlı seferlerini veya şiir türlerini anlatmak, anlattığında sesini duyurmak başka türlü mümkün değildir. Bu ‘pazarlama’ çoğu kez eksik kaldığından, öğrenci için öncelikli amaç sınavlardan olabildiğince yüksek not almaktır. İyi öğretmen pek az bulunan bir canlı türüdür zira.

Salgın şartlarında nesnel bir ölçme değerlendirme yapılamayacağından herkes bir üst sınıfa geçmiş sayıldı. Böylece öğrencinin nihai amacı elinden alınmış oldu. Amaçsız kalan öğrencinin motivasyonu yere yapıştı, enerjisi tükendi. 

***

İşte bu nedenlerle uzaktan eğitim aslında koca bir hiçtir. Olsa olsa “aman vakti boşa harcamasınlar bari” kabilinden bir aktivitedir, o kadar. Öğretmensiz, arkadaşsız, amaçsız öğrenme olmaz. Hayat eve bir müddet için sığar belki ama okul eve bir gün bile sığmaz.
İçinde öğretmen, öğrenci ve amaç olmayan derslik ürkütücü bir odadan öte değildir. Ve sınıfta olmayan öğretmen ve öğrenciler uzayda asılı kalmış kaya parçaları gibidir. Öyle çaresiz, öyle işlevsiz… 

Salgından sonra okula dönüldüğünde umarım öğretmenin vazgeçilmezliğini, sınıf ortamının eşsizliğini ve okutulacak derslerin hayattaki karşılığını yeniden düşünmüş, gerekli değişiklikleri yapmış oluruz. Külâhlarımızla baş başayken geleceğin eğitimini tasarlamayacaksak hiçbir şey yapmayalım daha iyi. Bu ev hapsi daha epey sürecek nasılsa. İnce ince düşünelim eğitimin temellerini. Düşünelim ve her birinin hakkını verelim. Kaderine terk edilmiş haldeki eğitim camiası için, belki bir yeniden doğma fırsatı olur bu dönem...


 

Bu yazı Kılavuz Kirpi'de yayımlanmıştır. 


ESKİ KEDERLERE SEVİNİRKEN



İnsan şükretmekten utanır mı? Ben utanıyorum.

Şu facia ikliminde utana sıkıla, zihnimden çarçabuk kovalamaya çalıştığım ama bir an için içimi ferahlattığını kabullendiğim seçimler, yaşanmışlıklar var. Hayat gerçekten film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Ölüm bu kadar yakınken ve belki ensemden tutup karanlık çukuruna atacakken, neden "neyse ki" dediğimi yazmak, kalbimi açmak istedim. 

Yürekte saklanması âdet olanları yazıp bırakmamın amacı ne? Eski kederlere sevinmek nasıl mümkün olur?

Anlatmam lazım çünkü belki birileri ıskalamıştır bu tuhaf tezatı. Acıyı bal eyleyen bu kültür, belki acının bala zaman ile dönüştüğünü unutmuştur, betonlar arasında yaşarken… Ve belki bir faydam dokunur, birilerinin içine bir an olsun ferahlık gelir.  Naiflikse naifim, evet. Doğada hiçbir canlının kendisi için var olmadığına, her organizmanın bir başkasının varlığı için olduğuna ikna olmuşum bir kere… Dönüşü yok. Faydalı olacağım, işte o kadar! 😊

Bir zaman vardı, otuzlu yaşlarımın hemen başı... Anne olmayı çok istedim. O derece ki, bebek bezi reklamında çocuğu kucaklayan anne rolündeki akranlarımı görünce gözümden sağanak gibi gözyaşı boşalırdı. Birkaç sene sürdü, aklımla iç güdülerimin kıyıcı savaşı. Sanırım çektiğim en büyük acıydı. İçim, ilkel benliğim ne pahasına olursa olsun doğurmaya itiyordu. Ama o can yongasına zor bir hayat biçmek hiç hakkaniyetli olmayacaktı. Biz çok mutluyduk da bu cennet iki kişilikti, biliyordum. Bedensel ya da sosyal hiçbir engelim olmamasına rağmen, içgüdülerimi döve döve, üretme dürtüsünü kıya kıya aklımı galip getirdim. Ve şimdi utanarak diyorum ki; iyi ki evladım yok. İyi ki canımdan ulu bir canın hayatta kalmasına dertlenmiyorum. Belki evladımı evde tutmayı, onu bu sırat köprüsünden sağ ve salim geçirmeyi beceremeyecektim, kim bilir… 

Ölenleri, göçüp gidenleri düşünüyorum sonra. Garipsesem de şükrediyorum ölmelerine. Çünkü çok şükür ölmüşler de bu azaba, bu korkuya maruz kalmamışlar. Bir de onların iç titremesini dindirmekle uğraşmadığıma bencilce şükrediyorum. Nietzsche’nin dediği gibi: İnsanca, pek insanca bu bencillik. Her birinin hak ettiği yerde olduğuna eminim ayrıca. Ve iyisiyle kötüsüyle, bulundukları yerin şimdi burada yaşamaktan daha evlâ olduğuna şüphem yok. 

Bazılarını hayatımdan attığıma da şükrediyorum. Zamanla kısalan arkadaş listesi artık çok güzel görünüyor. Netameli, maraz, daima kendini merkeze alan nicelerini sepetlemişim, oh! Zaten salgın olmasa da gücüm yokmuş, böyle lüzumsuzlara günler haftalar vermeye.
Bir amacı daha var, bu iç dökme girişiminin. İleriki hayata, eğer ömrün bundan sonra çıkacak yeni bir “sezonu” daha varsa, ona not düşmek istiyorum. 

Not düşeyim ki başıma yeni bir keder üşüştüğünde bileyim: Belki bir gün gelecek, neyse ki o gün o kadar üzülmüşüm, neyse ki o olaya o kadar dertlenmişim diyeceğim. Zira eksiklik, yoksunluk, haksızlık diye kayda geçtiklerim, bu sıfatları bir zaman yitirecek. Belki “ah olmadı” dediklerim gün gelecek “iyi ki olmamış”a evrilecek. Şuraya yazayım da unutmayayım kabilinden. 

Belki gün gelecek “salgın olmasaydı şunu göremezdim” de diyeceğiz. Her şerde bir hayır arama testinden geçiyoruz ne olsa. 

Son söz, bir hikâye. Beni epey hayal kırıklığına uğratmış eski bir dosttan dinlemiştim. Geriye işe yarar bir bilgi bırakacak kadar hayırlıymış neyse ki. Evet, yediğim kazıklara da şükrettim. 😊

Bir gün, dehşetli bir kar fırtınasının ortasında, küçük bir kuş daldan düşmüş. Yerde çaresiz titrerken yanına gelen biri, kuşu, taze ve sıcak bir tezek öbeğinin içine sokmuş. Kuş hiddetlenmiş, cik cik ötmeye başlamış: Şu adama bak, bana yardım edeceğine boka batırıyor. Kuşun ötüşünü duyan bir kurt hemen gelmiş, kuşu tezekten çıkarıp suya sokmuş. Kuş tam da “ah ne iyi yürekli bir kurt, beni pislikten kurtardı” diye düşünürken kurt kuşu lüp diye yutmuş.

Özet?
Bil ki seni her boka sokan düşmanın, her boktan çıkaran dostun değildir.