KABUSTU GERÇEK OLDU: GDO’LU BEBEK MAMASI

Yorgun argın işten dönüyorsunuz. Evde salata yapacak bir şey kalmadığını hatırlayıp, markete uğruyorsunuz. Birkaç domates ve yeşillik alıp eve dönüyor, vakti gelince yemeği hazırlamaya koyuluyorsunuz.

Gün boyu dışarıda didinmenin ardından evinizde, güvendesiniz. Rahatlamış, hatta keyiflenmiş bir ruh hali içinde, domatesi ikiye kesiyorsunuz.
Hayatınızın en büyük şoku o domatesin içinden çirkin yüzünü gösteriyor: Domates çekirdekleri alışılmadık şekilde filizlenmeye başlamış! Çünkü elinizdeki GDO’lu bir domates.

gdo2b 

Bu sahneyi kaçımız kâbus olarak gördük? Kaçımız bilfiil yaşadık? Daha kaçımızın başına gelecek?

Ülkemizde gıda ile ilgili yasa ve yönetmelikler değiştirildiğinde haberdar olmuyoruz. Oysa konu hepimizi en hassas yerimizden, yaşama hakkımızdan vuruyor.

Özel bir çaba harcayıp meseleyi takip etmeyenler (ki onlara sade vatandaş diyoruz) ne yürürlükteki yasalardan ne onların değiştirilmesinden ne de marketten eve taşıdığı yiyeceğin çocuklarına ve kendisine nelere mal olacağından haberdar.

Dünya ölçeğinde geniş toplum kesimleri, azgın kapitalizm akıntısına teslim edilmiş halde. Kadere doğru sürükleniyor, savruluyorlar…

Çağımızda artık ekonomik, endüstriyel, siyasi veya tıbbi egemenlere güven olmayacağını anlayacak kadar mürekkep yalamış yurttaşlar ise az daha araştırma yaparlarsa ya paranoyak olacaklar ya da doktora tezi verecekler. O derece titizlenme, o derece tedirginlik…
gdo2 

Olay ne? Bunca lakırdıyı neden ettim?

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından hazırlanan Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlere Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik, Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş.

 

Buna göre % 0,9 (binde dokuz) ve altında GDO tespit edilen ürünler, GDO bulaşanı olarak değerlendirilecek ve izin verilebilecek. Azıcık GDO’dan bir şey olmaz demiş, yetkililer. O kadar pislik kokutmaz, o kadar zehir öldürmez…

 

GDO’ya Hayır Platformu’nun yaptığı açıklamaya göre, bu yönetmelik değişikliği ile bebek mamalarında da aynı oranda GDO kullanılması serbest olacakmış.

 

Mesela hazır mamalara güvenemiyor, bebeğinizin mamasını kendiniz hazırlıyorsunuz. Bunu yapacak zaman ve beceriniz olduğu için, ne mutlu size. Ancak artık siz de o kadar “güvende” değilsiniz. Mamaya koyduğunuz un, nişasta, süt, muz, elma, yoğurt da GDO içeriyor olabilir. Aman ne güzel (!)

gdo2a 

 

Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete

 

Yirminci yüzyılın başında, 1900 yılında dünya nüfusu 1.650.000 idi. 1950’de 2,5 milyarı aştı. Sadece elli yılda bir milyar yeni insan, dünyaya merhaba dedi. Korkunç!

Daha korkuncu, bir sonraki elli yıllık dilimde yaşandı: 2,5 milyarlık dünya nüfusu 2000 yılında 6 milyar oldu! Bugün ise 7 milyarı aşmış durumda…

 

Tıp, kimya, biyoloji, genetik bilimi, ziraat bilimi, ömrümüzü uzatacak ilaçlar ve gıdalar geliştirdiğinde cici ama ürün hacmini arttıracak formüller geliştirdiğinde kaka, öyle mi?

 

Bilimsel gelişmeler sayesinde salgın hastalıkları yendik, kıtlığı yendik, kanseri bile yendik sayılır. Ölmüyoruz. Ölmüyor ve fütursuzca ürüyoruz. Bilim adamlarını maaşlı personel kılan kapitalizm de hepimize yetecek miktarda gıda üretip paramızı kapmanın peşinde. Bu da onun fıtratı…

 

Bu gezegenin havası, suyu, toprağı artık yetmiyor. İnsan dışındaki canlılara zaten birkaç yüzyıldır yetmiyordu. İnsanın diğer tüm canlılar aleyhine üremesi önce başka türlerin yok olmasına yol açtı, şimdi de bizzat insanoğlunun kendi yok oluşuna giden yolu döşüyor.

 

Sistem, en küçük kalabalığın tepkisini göze alarak geniş kitleleri memnun tutacak biçimde işleyedursun, her birimiz külahımızı önümüze koyup düşünmeliyiz: Ne yapabilirim?


Metropoldeki işi gücü bırakıp köye, kırsala, kasabaya yerleşecek, tüketeceğimiz tüm gıdayı ya kendimiz üreteceğiz ya da komşu köyden, güvenilir bir üreticiden temin edeceğiz. Bu, birinci seçenek.

 

Yaşantısını temelden değiştirmeye hazır veya elverişli durumda olmayanlar ne yapacak? Modern insana has hırslardan, arzulardan vazgeçecek. Yani?

 

Çocuk yapmayacak bir defa. Sağlıklı bir birey olarak büyütemeyeceği çocuğu dünyaya getirmeyecek. Kendisi de en ufak hastalıkta doktora koşmayacak. Olabildiğince doğal süreçlerin işlemesine izin verecek. Ecel geldiyse efendi gibi ölecek… İkinci seçenek de bu.

 

Üçüncü bir yol görünmüyor. Zira nüfus artış hızı makul bir seviyeye çekilmeden hiçbir sorunumuzu çözemeyeceğimiz kesin.



PAZAR EĞLENCESİ – ÜLKENİN FALINA BAKTIM!

PAZAR EĞLENCESİ – ÜLKENİN FALINA BAKTIM!  

Bence fal işine girmenin tam zamanı.

Yarınların ne getireceği bu kadar belirsizken artık analiz manaliz yapmanın, yapmak için yırtınmanın da âlemi kalmadı.
En iyisi fal!

29 Mart akşamı yurttan sesler korosu umut makamından şarkılar söylüyordu. 30 Mart akşamının fon müziği malum: Chopin Sonat No:2 Op.35 Nam-ı diğer cenaze marşı.
O gün bugündür ölüyoruz. Öl babam öl. Öl ruhum öl…

Ne olacak memleketin hali? Bilen yok. Soldaki palavracılar ile sağdaki borazancıları hiç saymıyorum. Her iki uç da olsun istediğini, ülkenin geleceği diye kakalama derdinde. Yemezler!

Peki, nereden okunacak istikbalin sırrı?
Suya bakmak mümkün… Kahveye de… Hatta parka bahçeye yayılıp güzelim falcı ablaların insan sarrafı sesine de kulak verilebilir. Ama olmaz. Kendi falımızın peşinde değiliz. Memleketin geleceğini görmek istiyoruz.

Hah! Buldum! Memleketin falına şuradan bakacağız:

science&tech_doctorate 
Yukarıdaki haritada Avrupa’da ve çevre ülkelerde fen/bilim ve teknoloji dallarında doktora yapan 20 – 29 yaş arasındaki nüfusun genel nüfusa oranı gösteriliyor. Renk koyulaştıkça bilim ve teknoloji alanında doktora (ihtisas) yapanların sayısı artıyor. (Griler “burayla ilgili veri yok” demek.)

Ülkenin geleceği gençler. Gençlerin heykeltraşı ise öğretmen. Türkiye Öğretmenler Sendikasının yaptığı anketin sonuçları da aşağıdaki listede. Bakın, öğretmenler kendilerini nasıl hissediyor:
ulke_fali_2
PISA sonuçları çok önemli. Aynı (15) yaştaki dünya gençlerine aynı sorular soruluyor, alınan sonuçlar karşılaştırılıyor.
Aşağıdaki çizelge problem çözme becerisi alanındaki sonuçlara ilişkin. Kore (Korea)’den Çek Cumhuriyeti (Czech Republic)’e kadar sıralanan ülkeler, problem çözme becerisi artıda olanlar. Alttakiler ise bu alanda ekside, yani problem çözme becerisi gelişmemiş…
Konu hakkında uzmanların ne dediğini merak edenler, şu linkteki habere de göz atabilir.
ulke_fali_3

Eğitimde kızların sayısı erkeklerden geride.
Yapılan araştırmalar özellikle 4+4+4 sistemine geçildikten sonra kızların eğitime katılma oranının düştüğünü gösteriyor.
Aşağıdaki harita, ülkenin falına bakarken göz önünde tutulması gereken bir karşılaştırma sunuyor. Mavi renkli ülkelerde kadınlar, sarı renkli ülkelerde erkekler daha fazla eğitim alma imkanına sahip. Yeşillerde ise şartlar eşit:
ulke_fali_3


Anlaşıldı, kızları okutamıyoruz, okutamayacak gibi de görünüyoruz.
Peki, kadınlar çalışma hayatında ne kadar var?
ulke_fali_4 
Son olarak, uygar dünyanın uyguladığı bir ilkeye değinelim: Yaşam boyu öğrenme.
Kısaca, bir meslek sahibi olduktan sonra da hizmet içi eğitimler alarak alanında uzmanlaşma demek. Örnekse 25 yıllık bir savcının bilgisayar kullanmayı öğrenmesi ya da 20 yıllık bir öğretmenin akıllı tahta, barkovizyon ve benzeri eğitim teknolojileriyle tanışması gibi. İşte size Avrupa Birliği ve çevre ülkelerde yaşam boyu öğrenme eğilimi. Renk koyulaştıkça öğrenmeye devam eden profesyonellerin sayısı artıyor:
 ulke_fali_7

Oldu mu? İşte ülkenin falına baktık.
Görülen o ki uzun sürecek bir güneş tutulması kapımızda. Kadınlar eğitim ve iş yaşamından uzaklaşacak, eğitim kalitesi düşecek, öyle böyle bir okula devam edip, mezun olduktan sonra yeni tek kelime bile öğrenmeyen adamlar ülkeyi yönetecek…

Neyse. Siz zaten gündemin ağırlığından sıkılmıştınız. Ben de tuttum, yarın bugünden beter olacak falan… Saçmalıyorum işte. Çok affedersiniz. Siz bana ve tekinsiz falıma aldırmayın.
Kaldığınız yerden önünüzdeki pazar kahvaltısının fotoğraflarını çekmeye, internete koymaya, “like”ları saymaya ve kilo alırım korkusuyla yarısını bile yiyememeye devam edin. İyi pazarlar.
Not: Haritalar http://mapsontheweb.zoom-maps.com sitesinden, anket sonucu http://www.guncelegitim.com ve tablo ise http://www.memurlar.net/ adresinden alnmıştır.

SAHİBİNDEN AZ YONTULMUŞ AFORİZMALAR

SAHİBİNDEN AZ YONTULMUŞ AFORİZMALAR 
Gündem zihnimizi öyle bir tepeledi ki, neredeyse akıcı düşünme becerimizi yitireceğiz. Tıpkı vitesteyken freni köklenmiş otomobil gibi sarsıla sarsıla duruyor, sonra zorlanarak ve homurdanarak yeniden marş basmaya çalışıyoruz. Az daha böyle gidersek kayışı koparacak, motoru yakacağız.

Milletçe ezelden beri akılcı ve tutarlı bir düşünme geleneğimiz olduğu söylenemez. Beş yüz kelimeyle konuşur, çalma çırpma özlü sözler paylaşır, daima itiraz ederiz. Hakiki bir derde, anlamlı bir deva üretenimiz, 1923’ten bu yana görülmemiştir. Önümüze gazeteden hacimli ve resimsiz bir okuma malzemesi koysalar, hemen başımıza bir ağrı, içimize bir sıkıntı girer. Böyleyiz.

Durum buysa uzun paragraflar yazmak niye? Gelin aforizma makamından çalalım.

Tamamen kendi üretimim, yerli malı, yan sanayi, çalması yayması bedava, bazı bünyede hafif kızarıklık ve kaşıntıya sebebiyet verebilecek aforizmalarımızı, günde 3 taneden fazla tüketmeyiniz.

AFORiZMALARMentalite yahut zihniyet dediğimiz şeyin Türkçe bir adının olmaması, düşünsel güdüklüğümüzün alameti değilse nedir.

AFORiZMALARHerhangi okula yeter süre devam eden herkese diploma verildiğine göre, mezuniyet törenlerinde neyi kutluyorlar?

AFORiZMALARBir evin değeri metrekaresiyle değil, içinde barındırdığı huzurun hacmiyle doğru orantılıdır.

AFORiZMALARKariyer, kapitalist halkların afyonudur.

AFORiZMALARHerkesi aynı mesafeden sevemezsin. Kimini bir tek yanı başındayken, kimini sadece yokluğunda.

AFORiZMALARHepimizin aynı yeri sızlıyor. Güven kemiğimiz kırıldı.

AFORiZMALARTek kişilik depremler var. Dünyan sarsılır, kimse duymaz.

AFORiZMALARDüşündüğünü açıkça söylemek, şarkta ayıp sayılır. Düşündüğünü açıkça söylememek batıda ikiyüzlülük addedilir. Batılı kafayla şarkta ömür sürenin vay haline, vay haline…

AFORiZMALARResimli düşünür, renkli okur, siyah – beyaz konuşuruz.

AFORiZMALARSöylenmişi tekrar etmek ancak papağanlara yaraşır.

AFORiZMALAREn değerli pabuçlar, mahalledeki en yoksul çocuğun ayağındakilerdir.

AFORiZMALARKameraya poz vermek bir gençlik hastalığıdır. Otuz – kırk sene içinde, yeterince güzelleşince geçer.

AFORiZMALARZararlı alışkanlıklar, sağlıklı insanlar içindir.

Ve son olarak…

AFORiZMALARMecburi hareketlerden muaf, manasız kimselerden azade, kendine yeter günler dilerim, bütün iyi insanlara.

YOKSULLUĞUN ÇARESİ YOK MU? VAR!




Güzel memleketimde yokluk yüzünden, yoksulluk yüzünden ne acılar yaşandı… Anadolu’nun bereketli toprağı, nicedir fukaralıkla yoğruluyor… Yetmedi mi?

1980 darbesinden bu yana akan her damla gözyaşını bilecek yaştayım. Ancak yoksulluğun nelere mal olduğunu anlamak için o kadar geçmişe gitmeye gerek yok. Sadece 15 sene önceye bakmak yeterli. 1999 desem? 17 Ağustos depremi desem?

O zaman da resmi açıklamalar 14 bin can kaybından bahsediyordu. Halbuki biz, tüm iç organları aylarca sarsılan depremzedeler, en az 40 bin yaşamın 45 saniyede yitip gittiğini biliyorduk.  Bundan adımız gibi emindik…

Yaşanan facia bir doğal afet değildi. Tek nedeni yoksulluk ve hukuksuzluk olan bir kitle katliamıydı. Uygar ülkelerde 7.4 şiddetinde deprem olmuyor mu? 3-5 kişiden fazla can kaybı? Yok.

O zaman da yabancı ülkeler yardım teklif etmişti. Mesela Yunanistan, arama – kurtarma ekiplerini yollamakla kalmamış, banyo ve tuvalet işlevi gören bir gemi göndermek istemişti. Dönemin sağlık bakanı zat gerek yok, benim vatandaşım deniz kıyısında işini hallediyor diye demeç vermiş, depremzedeleri kendi mağara adamı zihniyetine mahkum etmişti…

O zaman da Gölcük, Yalova, Değirmendere, Avcılar ve daha nice yerleşimde çöken, dehşet verici bir demir yığınına dönen, daha ziyade resmi binalar ve ucuz malzemeyle, yönetmeliğe uyulmadan inşa edilmiş apartmanlar olmuştu…

Ve o zaman da sorumlular ya buhar olup uçmuş ya da trajikomik hapis cezalarıyla birkaç yılda paçayı kurtarmıştı. Veli Göçer desem, hemen içinizi bir sıkıntı kaplayacaktır mesela. Oysa ona imar izni, inşaat ruhsatı veren belediyecilerin bir tekini bile tanımadık, bir tekinin bile ismini kaydedemedik…

Yoksulluk, ucuzculuk, kalitesizlik yeterince cana mal olmadı mı? Soma’da yaşananlar da öncekilerden farklı değil. Yoksulluğun pençesine düşen yurttaşın, aşağılık şartlara “ekmek kapısı” diye razı olması…

İyi de biz her derdin çaresini sıfırdan bulmak zorunda mıyız? Taa en baştan başlayıp kalın kafalara laf anlatmaya, neden bu işlerin böyle olmayacağını izaha çabalamakla ömür tüketiyoruz. Ben naçizane, artık yıldım.

Cehalet kader belki ama cahil kalmak bir tercih meselesi. 1.000 TL değerinde cep telefonu almasını, içine internet koymasını bilen, sakın ha “okutmadılar” demesin. “Bilemedik” demesin. Bal gibi biliyordun. Yoksulluktan kurtulmanın yolunu da biliyordun, yurttaşı yoksul bırakmamanın yolunu da. Olan biteni göze aldın, o kadar. Bu yüzden artık nefesimi yormuyorum.

Ülkedeki yoksulluğa bir çare bulmaya İÇTENLİKLE niyet eden varsa, buyursun aşağıdaki konferansı izlesin. Jessica Jackley’in TED için verdiği bu konferansın Türkçe altyazılarını ben hazırlamıştım. Bugüne kadar 1,071,639 kişi izlemiş. Artık ben susuyorum. Söz “bir bilen”de:


http://www.ted.com/talks/lang/tr/jessica_jackley_poverty_money_and_love 

SOMA’DAN KIRIM TATARLARINA, HAKSIZLIĞIN HARİTASI


Haritalar, tablolar çok şey anlatır. İnsanı kendi küçücük dünyasından çekip çıkarır, dünyayı idrak etmesini, mütevazı varoluşunun koca gezegende neye ve nasıl karşılık geldiğini görmesini sağlar. Ben haritaları, şemaları çok severim.

Zor zamanlardayız. Bir Tarihçi olarak bunu not etmek görevim. Ülkece, ulusça çok zor zamanlardan geçiyoruz. Bu durumda olan sadece bizim coğrafyamız değil, üstelik. Her birimiz, ayak bastığımız toprak parçasından başlayarak dalga dalga gezegene yayılan bir haksızlık denizine düştük adeta.

Neyin içinde olduğumuzu anlamaya çalışmazsak nasıl kurtulacağız? Haritalar kara gün dostudur. Haritalara, tablolara bakalım ve nereye merhem sürmemiz gerektiğini bulmaya gayret edelim.

Haksızlığın, adaletsizliğin haritalarını, tablolarını, grafiklerini serelim önümüze:
nufus
1960′lardan bu yana ülkemizin nüfusu emsallerinden kat kat hızlı artmakta. Demek ki genç nüfus çok. Gençlere iş lazım, okul lazım.

Babadan kalan 5-10 dönüm araziyi / sanayi sitesindeki küçük imalathaneyi / çarşıdaki ufacık dükkânı 4-5 kardeş paylaşınca üretim hayal oluyor. Çocuklar işsiz kalıyor ve başka sektörlere kayıyor. Çiftçilikten, zanaatkârlıktan, esnaflıktan hekimliğe, avukatlığa geçecek halleri yok! Bunun için gerekli eğitimi alamadılar. Taşraya ne kadar eğitim hizmeti götürebildi devlet? Gençlerimiz haksızlığa uğradı.

İş arayan gençlerin bir kısmı madenci oldu. Yaşadığı veya göç ettiği yerde faaliyet gösteren 2-3 iş kolundan biri, belki de eğitimsiz personeli en kolay işe alanı bu sektör olduğu için… Mecburen…
soma_harita
Burası Soma. Burada, çoğu acemi madenci yüzlerce gencimiz, emekçimiz can verdi. Yaşamlarından oldular. En ağır haksızlığa uğradılar.



Türkiye’deki madenleri harita üzerinde görelim:

turkiye_komur_madeni
Dünyada en çok taşkömürü üreten ülkeler arasında ABD ve Çin başta geliyor. Türkiye’de yaşanan ölümlü maden kazalarının dünya ölçeğinde “kabul edilebilir” (işin doğası gereği) seviyede midir, değil midir bakalım:

dunyada_olumlu_maden_kazalari
Çok işçi kaybetmişiz. Çok can vermişiz. Madencilerimiz büyük bir haksızlığa uğramış.


Haksızlığa uğrayan sadece madene inen oğullar mı? Tarım, hayvancılık, zanaatkârlık gibi sahalarda geçim imkânı bulamayan babaların kızlarına ne oluyor? Onları ne bekliyor?


practice-of-child-marriage-for-girls
Women's Physical Security Red 2 

Çocuk yaşta evlilik, aile içi şiddet gibi süslü lakırdı arkasına sakladığımız gerçeğin çirkin ve hakiki ismi şudur: Çocuk tacizi!

Küçük yaştaki kızlarını evlendiren anne babalar, küçük yaşta kızlarla evlenen adamlar, onları döven, tehdit eden, sindiren, çocuk doğurmaya mecbur eden her bir kişi, çocuk tacizcisidir. Yaptıkları suçtur. Cezalandırılmaları gerekir.

Kızların da okumak, bir meslek sahibi olmak, geçimini sağlayacak geliri elde edeceği bir işte çalışmak hakkıdır. Ev işçisi, aile kölesi olarak yaşamaya mahkûm edilmelerine dur denilmelidir. Gelenekmiş, töreymiş… Canı cehenneme! Kızlarımız haksızlığa uğramıştır.



kirim
Yurtta haksızlık, dünyada haksızlık…

Diktatör, halkının canına kıyandır. Diktatör, iktidarını sürdürebilmek için kendi insanlarına zulmedendir.

14_the_deportation_of_the_crimean_tatars_in_uzbekistan

deportatsiya-chechentsev-2 

Bugün 18 Mayıs. Kırım Tatarlarının, kanlı diktatör Stalin tarafından anayurttan sürülmesinin, milyonlarcasının vagonlara doldurulup ölümle sonuçlanacak bir soykırım yolculuğuna çıkarılmasının 70. yıl dönümü. Ankara Tandoğan’da büyük bir anma töreni düzenlenecek. Afişini en altta bulabilirsiniz.

Ama Kırım’da bu acılı günü anmak bu sene Putin rejimi tarafından yasaklandı. Neden? Şairin dediği “kardeşin duymaz, eloğlu duyar” türü kardeşlerden olacak değiliz. Bilmek istiyoruz, kardeşimize ne olduğunu. Tarihin gördüğü en kanlı diktatörlerden birinden çektiği zulmü, nenesinin dedesinin acısını anması neden yasaklandı Kırım Tatarlarının?

1944’teki sürgünün gerekçesi, “Nazi orduları buraları işgal etti ve siz ölmediniz. Demek ki Sovyetler Birliğine ihanet ettiniz” idi. Nasıl? Sapıkça değil mi? Stalin denen sapığın elinde milyonlarca insan öldü.

Bugün, 2014’te Putin Rusya’sı “burada Ruslar var, o halde Rusya’da dâhil etmeliyim” diyerek Kırım’ı işgal etti. Nasıl? Yarın gider, sorarsınız, ne yaşadıklarını…

Kırım Tatarları haksızlığa uğramıştır.

kirim_tatar




KISRAK BAŞI DEĞİL, DEVE BOYNU.



Soma’da yaşanan maden faciasından dolayı acı içindeyim. Beylik laflarla bu sayfayı kokutmak istemem. Sadece babasının tabutunu, mezarını, toprağını okşayan o çocuklara sarılmak, sarılmak, sarılmak istiyorum. Hepsi bu.

soma_1


soma_3

Beynim gözyaşıyla bunca dolmuşken ne yazabileceğimden, meramımı ne kadar dillendirebileceğimden de emin değilim…

Madende denetimlerin doğru düzgün yapılmadığına dair söylentiler dolaşıyor. Açılan soruşturma, umut ediyorum ihmali olanları ortaya çıkarır ve sorumlular cezalandırılır. Umut ediyorum 1999 depremindeki o iğrenç filmi tekrar çekmek ve izlemek zorunda kalmayız. Göstermelik yakalamalar, göstermelik cezalar… Dilerim ihmali / suçu olanlar esaslı bir cezayla silkelenir. Elbette yitip giden canların hiçbir bedeli, karşılığı olmayacaktır ancak hiç değilse bundan sonra böyle yürek patlatan acılar yaşamamızı bir nebze olsun önleyecektir…

Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş. Benim resmi makamların denetimi hakkındaki tecrübelerim, ne yazık ki “işte hak yerini buldu” dedirtecek cinsten değil. Sadece birini paylaşarak “resmi denetime tabi” özel kurumların durumu hakkında neden endişelendiğimi izah edeyim:

Milenyumun ilk senesi. Çalıştığım özel okul, hem ilköğretim (o dönemde 1-8. sınıflar) hem lise. O zamanki yönetmeliğe göre ilköğretimde yabancı dilde tedrisat yasak. Yani dil dersi olarak İngilizce, Almanca, Fransızca, vs. var ancak fen, matematik derslerini bu dillerde okutmak yasak.

İlköğretimde ders veren fen ve matematik öğretmeni arkadaşlar panikte, çünkü okula müfettişler gelecek! Ders işlemeyi bir yana bırakıp, çocuklara göstermelik Türkçe ders defterleri ve sözümona yazılı kâğıtları doldurtmakta, bunlara mahsusçuktan not vermekte ve harıl harıl arşivlemekteler. Zira yönetimden gelen talimat, “aman dersleri İngilizce işlediğiniz belli olmasın” şeklinde.

Eh, veliler bu okula bir çuval parayı neden ödüyorlar? Eğitim dili İngilizce olduğu için.
İlanlarında, tanıtım bültenlerinde, hatta kapıdaki sekreterin bankosu üstündeki broşürlerde iri puntolarla İngilizce eğitim verildiği yazmıyor mu? Vallahi yazıyor. Azıcık bakınsalar görecekler zaten.

Neyse… Teftişe gelecek iki müfettişten birinin çocuğunun bizim okulda, üstelik ilköğretimde okuduğunu öğreniyorum. Hem de burslu! Babası müfettiş olanlara uygulanan özel bir burs!!!

Evet, yanlış görmediniz. “Yasak yasak işler yapan” bu okulu, velisi olan müfettiş, çocuğu bu okulda kayıtlı biri denetleyecek. Dönen oyunu zor da olsa anlıyor, utancımdan bir sandalyeye dosya kâğıdı gibi savruluyorum…

Damadının müteahhidi olduğu binada, 1999 depreminde can veren güzeller güzeli teyzeleri hiç anlatmayayım. Mideniz kaldırmayabilir.

Ülkedeki dene dene denetimler hakkındaki tecrübe bu olunca, ilk akla gelen adalet, hak, hukuk olmuyor maalesef. İnsanın içini kesif bir endişe kaplıyor.
soma_2

Türkçe’nin büyük sanatkârı Nazım Hikmet Davet isimli şiirinde,

                     Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
           Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
                                  bu memleket, bizim.


der. Memleket bizim olmasına bizim de, kısrak başından ziyade deve boynuna benziyor.


Fotoğraflar, Hürriyet, Akşam ve Radikal gazeteleri ile T24 internet sitelerinden alınmıştır.

OKULDA ÖĞRETİLMEYEN ÖNEMLİ BİR DERS: PARA YÖNETİMİ


Çocuğunuzun hayat için gerekli bütün dersleri okulda almadığını biliyorsunuz, değil mi?

Bireyin yaşamını sürdürebilmesi için paraya ihtiyacı var. Bu kesin. Çocuklarımıza daha iyi bir eğitim vermek için uğraşıp didinmemiz de hep daha iyi bir işe sahip olsun, ekonomik açıdan daha rahat bir yaşam sürsün diye, öyle değil mi sevgili anne – babalar?

Okulda öğretilen matematik, dil, fen ve sair dersler ileride daha iyi bir eğitim almaya, daha iyi bir işte çalışmaya yarayacak. Ama ya kazancını yönetmeyi nasıl öğrenecekler? Çocuğunuz borç içinde debelenip bir türlü iki yakasını bir araya getiremeyenlerden olmamalı.

Çocuklarımıza evde, aile içinde öğretmemiz gereken en öncelikli şeylerden biri de tutumlu, idareli olmak. Çünkü ne kadar kazanırsa kazansın, har vurup harman savurarak rahat bir yaşam kurmak olası değil.



Bir süre önce Wall Street Journal gazetesinde bir makale[i] yayımlandı. Başlığı “Borçsuz İnsanların 10 Özelliği”. Öğretenler olarak böyle hayati bir konuda uzman sesine kulak verelim istedim; üşenmeyip tercüme ettim ve aralara bizden gözlemler serpiştirdim.

İşte borçsuz insanların özellikleri:

1. Dikkatlidirler
Borçsuz kimse, parasal yazışmaları bir çekmeceye tıkmadan önce dikkatle inceler. Mesela aylar önce iptal ettiği spor salonu üyeliğinin ücreti, kredi kartından hala çekiliyor mu diye bankadan gelen hesap özetini tetkik eder.

2. Dizginleri elde tutarlar
Borçsuz insanların da muhasebecisi vardır ama onlar sadece evrakları muhasebeciye göndermekle yetinmezler. Hangi ödemelerden sorumlu olduklarını ya da vergi / faiz yasalarındaki değişiklikleri bizzat takip ederler. Alman atasözünde olduğu gibi: Güvenmek iyidir, kontrol daha iyidir.

3. Kandırmaca yaparlar
Borçsuz kimseler elde ettikleri geliri olduğundan düşük göstermeye çalışırlar. Kendilerine bile!
Şöyle ki: kazancınızın şimdikinden %20 daha az olduğunu farz edin. Örneğin 2.000 TL maaş alan birinin kendini 1.600 TL kazanıyor addetmesi ve her ay istisnasız 400 TL’yi kenara koyması. Nasıl? Para biriktirmeye başlamak için fena fikir değil.

4. Uzun vadeli düşünürler
Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Uzun vadeli mali hedefler koymak, beğendiğiniz o giysileri satın almayacağınız anlamına gelmiyor. Sadece böyle bir alışveriş için önce karar vermeniz, sonra fiyatı kadar parayı biriktirmeniz ve ondan sonra satın almanız gerekli. Uzun vadeli finansal düşünüş borçlanmaya engel olacaktır.

5. Soru sormaktan, indirim istemekten çekinmezler.
Dilimizde bu özellik için çok güzel bir deyim var: Pazarlık etmek. Fiyatı indirmek için, komisyonu düşük tutmak için, ödemede birkaç gün daha mehil istemek için… Sormaktan zarar gelmez, değil mi?

6. Para biriktirirler
Düşünsenize, beklenmedik bir kaza veya rahatsızlık geçirdiniz. Hani, Allah korusun ama her şey insanlar için… Aylarca işe gidemeyecek, belki de maaş alamayacaksınız. Dükkânı açamayacak, eş dostun açması için ricacı olacaksınız. Böyle bir durumda ne yiyip ne içeceksiniz? Kenarda bir “kara gün akçası” birikiminiz olmalı.

7. Hedefler koyarlar
Eğer sonunda ulaşacağınız bir hedef / amaç varsa, eliniz para biriktirmeye daha yatkın olacaktır.

8. “Hayır” derler
Bir büyük giyim mağazasının kasasında ödeme yapmaktaydım. Yandaki kasaya 60-65 yaşlarında bir hanım yanaştı ve elindeki bluzu kasiyere uzattı. Kasiyer barkodu okutup “150 TL efendim” dedi. Kadıncağız şaşkınlık ve telaşla cevap verdi: “ama ben reyonda 89 TL diye görmüştüm.” Kasiyer kendinden emin, kırmızı etiketli ürünlerin %50 indirimde olduğunu, oysa bu ürünün mavi etiketli sezon malı olduğunu anlattı ve rahatsız edici bir ses tonuyla “alacak mısınız?” dedi.
Kadıncağız çekingen tavırlarla sağa sola bakındı, isteksizce çantasının en dibinden bir cüzdancık çıkardı, içindeki kredi kartını çokbilmiş kasiyere uzatarak taksitli fiyata o bluzu aldı. O gün o alışverişe müdahale etmediğime çok pişmanım. Fiyatı bütçenize uygun olmayan bir şeyi almaktan vazgeçmek karizmanızı çizmez. Aksine sizi acınacak hale düşmekten kurtarır.

9. Nakdin değerini bilirler
Yine güzel bir atasözü: Şık şık eden nalçadır, iş bitiren akçadır. Sahici paranın kıymetini hatırda tutmak için muhakkak yanınızda bir miktar nakit bulundurun ve bir takım alışverişleri sadece nakit parayla yapın. Kredi kartıyla ekmek mi alınırmış yahu!

10. Gösterişe değil iyi yaşamaya düşkündürler
Çoğu kimse için ailenin değeri her şeyin üstündedir. Peki ya bu söylemi davranışlarımıza yansıtıyor muyuz?
Sıkça duyarsınız: “Bu bayram ailecek toplanıp şuraya gidelim.” O yer de daima fena halde pahalı ve havalı bir yerdir, nedense… Oysa hesabı ödeyebilmek için fazla mesaiye kalmak yerine ayda bir aile fertlerinden birinin evinde kurulan sofranın etrafında toplansanız ya? Hem daha sık görüşmüş olursunuz…

*******

Borçlu olmamak, kimsenin karşısında eğilip bükülmemek ne güzeldir! Wall Street Journal’daki ekonomi yazarlarının kucağımıza bıraktığı bu altın değerindeki örnekleri ne yapıp etmeli, çocuklarımıza aktarmalıyız.
Bu günlerde atasözleri lügatimi istila etti, mazur görün. Son cümleyi de Japon bilgelere söyletip bitireyim: Akıllı anne – baba, çocuğuna balık vermez, balık tutmayı öğretir.


Bu yazı daha önce incilikupe.com adresinde yayımlanmıştır.

TARİHTEN BİLGELİK VE YOBAZLIK HİKAYELERİ


Bugün size muazzam bir kadını takdim etmek istiyorum:
İskenderiyeli Hypatia.

Günümüzden aşağı yukarı 1.600 yıl önce yaşamış. 370′de doğmuş, 415 yılında da yaşama veda etmiş.

Birbirinden önemli bilimsel eserin ve buluşun sahibi. Matematikçi, fizikçi, astronomi ve felsefe bilgini. Bir kadın. Hem de genç ve güzel bir kadın.

Hypatia2Hypatia Atina’da eğitimini aldıktan sonra 400 yılına doğru İskenderiye’ye dönmüş. İskenderiye Kütüphanesinde dersler vermiş. Hypatia bu okulda çeşitli inançlar mensup (Hristiyanlık, Paganizm ve Musevilik) öğrencilerine Platon ve Aristo’nun öğretilerini kazandırmış. Ayrıca çalışmaları gök cisimlerinin sınıflandırılması, hidrometrenin bulunması, sıvıların yoğunluk derecesinin belirlenmesi ve daha bir çok konuda etkili olmuş…

Ve de şu eserleri ardında bırakmış:
Aritmetik üzerine 13 ciltlik bir yorum.
Apollonius’un Konik’leri üzerine yorum.
Ptolemy’nin “Almagest”i üzerine düzenleme.
Babası Theon’un yazdığı “Öklid’in Elementleri” adlı eser üzerine düzenleme.
“The Astronomical Canon” (Astronominin Kanunları) adlı kitabı.

Hypatia’ya ne olduğu, eserlerinin neden aydınlanma çağını 5. yüzyılda başlatmadığını ise gelin, Carl Sagan’dan dinleyelim:


ÇOCUK FELCİ (POLIO) GERİ GELDİ!

ÇOCUK FELCİ (POLIO) GERİ GELDİ! 

Elim bir türlü can sıkıcı konuları yazmaya varmıyor. Ancak biliyorum ki dost acı söyler.

Cehalet çok kötü, evet ama bence daha da kötüsü yarı aydınlar. Günümüzde bir internet bilgiçleri furyası var. Komşunun önerdiği bitki karışımını kaynatıp, şifa umuduyla içen / içiren ninelerimizle dalga geçiyoruz da, onlardan ne farkımız var?

Yarı bilim, yarı aydın pozitif bilimin ve hekimin yerini almaya başladığından aklımızı başımıza devşirelim derim, naçizane.



Hatta iş öyle çığırından çıktı ki, bu yarı bilim için bir terim bile oluştu: Pseudoscience / Sözdebilim. Wikipedia‘daki tanımı şöyle:

Sözdebilim veya sahte bilim (İngilizce pseudoscience) bilimsel argümanlar kullanılarak ileri sürülen, ancak bilimsel çalışmaların gerektirdiği materyal, metot, test edilebilirlik (doğrulanabilirlik) gibi standartları taşımayan veya yeterli bilimsel araştırma ile desteklenmeyen iddia, inanç, bilgi ve uygulamalar bütününe verilen addır.



Sözde bilim genellikle belirsiz, çelişkili, eleştirilere yönelik aşırı tepki ve kişiselleştirmeler, destekleyici verilerin abartılması, sonuçlara yönelik doğrulanması imkansız abartılı iddialar ile karakterize, kullanıcıları açısından da sosyal, maddi-manevi kazançlar sağladığı düşünülebilecek konular üzerinden yürütülür.



Tahsilli ana babalar, kendi sahalarındaki bilgeliklerine ve mürekkep yalamışlıklarına güvenerek hadlerini aşıyor. Çocuk hastalıklarına karşı yapılan aşılara savaş ilan edenler evlatlarını nasıl bir riske attıklarının acaba ne kadar farkında? İçimizdeki müzmin muhalifin coşkusuna kapılıp başımızı olmadık belalara sokmasak diyorum…


Bu acı sözleri neden yazdım? ÇOCUK FELCİ GERİ GELDİ de ondan!

Deutsche Welle Türkçe‘nin haberine göre Dünya Sağlık Örgütü (WHO) acil bir duyuruda bulunarak çocuk felcinin yeniden yayılmaya başladığını açıkladı.

Çocuk felci 5 yaşın altındaki çocuklarda görülüyor. Virüsün bulaştığı 200 hastadan biri kalıcı olarak felç oluyor, felç olanların %5 ila 10′u ise nefes alma kaslarını da kullanamadığı için, hayatını kaybediyor.

Kalıcı felce yakalanan çocukların hali aynen şöyle:



polio 1

Rica ederim çocuklarınızı aşılatın. Aklınızı başınıza alın ve onların hayatıyla oynamayın.

Lütfen!

polio 4

Kapak fotografı wikipedia‘dan alınmıştır.

EN ZOR SORULARI ÇOCUKLAR SORAR


Birçok memeli, yavrusunu birkaç ay içinde büyütür. Dünyaya geldiği andan itibaren en fazla 1-2 yıl içinde yavru kendi başına hayatta kalacak beceri ve gelişimi gösterir. Anneye en bağımlı memeli türlerinden fillerde bile yavrular anneden en geç 3 yıl içinde tamamen bağımsız hale gelir.

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 9

Oysa insan yavrusunun kendi başına yaşamını sürdürecek hale gelmesi, nereden baksanız 15-18 yıllık bir emek istiyor.

Eskiden ne biliyorsak büyüklerimizden, kitaplardan ve okuldan öğrenirdik. Oysa teknoloji insan yavrusunun öğrenme kanallarını inanılmaz bir hızla çeşitlendirdi. Aklımıza gelmedik yerlerde, olmadık kayıtlar kazınıyor, yavrularımızın zihnine…

“Değer”lerin fiyatlandırıldığı, “fikir”lerin capsleştiği bir çağdayız. Çocuk yetiştiren her birimiz için “el kadar” bebelerden okkalı sorular işitmek, mukadderat haline geldi. Hayatımızın en zor sorularını çocuklar soruyor.

Mesela?

Oğlumuz bir yerde, bir telefon ekranından Rihanna’nın S&M klibini izliyor ve sadomazoşizmi öğreniyor. Ahlaki değerleri henüz gelişmediği için kalkıp beğendiği kızı dövüyor ve karşımıza geçip “çok sevdiğim için dövdüm, ne var ki bunda?” diyor…

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 1

Bir başka okulda, bu defa 12-13 yaş grubu kızlar Britney Spears’in internette çıkan fotoğraflarına bakıyorlar. Ardarda on tane Madonna – Spears öpüşmesi fotoğrafını gören bir tanesinin içi endişeyle doluyor. Akşam eve döndüğünde annesine ağlayarak soruyor: “ben de arkadaşım Ayşe’yi / Fatma’yı çok seviyorum yoksa lezbiyen mi oldum?”

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 2

Daha küçük biri, annesi çalıştığı için 1 yaşından itibaren yuvaya ve sonra anaokuluna giden, boyama kitaplarıyla gerçeklik arasında bağlantı kuramamış biri ise farklı bir soruyla çıkıyor karşımıza: Arabayla geçerken yol kenarında gördüğü ağaçları “oraya kim yapıştırmış?” diye merak etmekte…

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 3

Odasında kendi televizyonu var. Kimse ne izlediğine, ne zaman izlediğine karışmıyor. Zira “özgür bir birey” olarak yetiştirilmekte… Bir dini programda duyduğu, Allah istemezse toprağa tek damla yağmur düşmez sözünü sınıfta iddialı şekilde savunuyor. Tezini öğretmenine kabul ettiremeyen, yağmurun neden yağdığına ilişkin bilimsel açıklamayı duymak dahi istemeyen bu 3. sınıf öğrencisi, anne babasına “kurban bayramında neden dinsizleri kesemiyorlar?” diye sormakta…

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 4


* * * * *


Evet, olabildiğince uç örnekler seçtim. Belki bu kadar zorları size denk gelmeyecek. Belki epey rutin sayılabilecek “neden yaşıyoruz?” “ölünce nereye gideceğiz?” gibilerle karşılaşacaksınız. Ha, evet. Bunlar kolay sorular :)


en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 5

Yetişkinler âleminde hemen hepimiz seks, eşcinsellik, din, ölüm, ahiret, hatta hastalık gibi ikircikli meseleler hakkında bir takım bilgilere, çoğu defa da kendimize göre doğru saydığımız bazı fikirlere sahibiz. Ancak çocuktan gelecek bu kapsamdaki sorulara nasıl yanıt vermeliyiz?

Öncelikle hiçbir cevap vermeden geçiştirmemelisiniz. Lise son sınıfa giden ve kabristan sözünü Özbekistan, Macaristan gibi bir ülke adı sanan gençler gördüm. Bilgisiz bırakmak en fenası.

Zor sorunun konusu hakkında bilginiz varsa (ama gerçekten pür bilgiyse, inanç / fikir / tercih değilse) bu bilgiyi yalın ve açık bir şekilde çocukla paylaşın. Örneğin tıp hekimi bir baba iseniz eşcinsellik ile hemcinsini dostça sevmek arasındaki farkı açıklayacak bilgiye sahipsiniz demektir.

Bilginiz yoksa veya yetersizse ne yapmalısınız? Mesela çocuk bana asansörün nasıl çalıştığını sorsa, gönül rahatlığıyla anlatabilirim. Hatta bir maket ya da çizim bile yapıp açıklayabilirim. Ancak ütüye giden elektriğin ısıya dönüşmesine karşılık kablodaki elektriğin neden ısınmadığını anlatamam. Tam olarak bilmiyorum çünkü.

Bilginizin yetersiz olduğu konularda savsaklama cevaplar vermeyin. “Ben de bu kadarını biliyorum” deyin. Emin olun, çocuğun gözünde itibarınız sarsılmaz, karizmayı çizdirmezsiniz. Tam tersine, “bunu fen öğretmenine sorsan daha doyurucu bir cevap alabilirsin” demeniz  uygun ve çocuk için yararlı olur.

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 8

Din, cinsellik, ahlak gibi daha soyut ve görece kavramları ise lütfen bir rehber öğretmene veya bir psikoloğa danışmadan anlatmaya, bu konudaki görüşlerinizi çocuğa benimsetmeye kalkmayın. Bilgi vermek ile dünya görüşünü benimsetmek arasında dağlar kadar fark var.

Çocuğunuz sizin görüşünüzün tam tersini savunan birine, örnekse bir filozofa, bir sanatçıya veya bir edebiyatçıya hayran olursa haliniz duman olur. Unutmayın ki çocuklar artık sadece aileden öğrenmiyor. Öğrenme, daha ziyade eğitim ortamları dışında, bilgisayarda ve internette gerçekleşiyor.

Teknoloji kullanımını yasak da edemezsiniz. Görüyoruz ki koskoca hükümetler bile internet erişimini engelleyemiyor. Teknoloji ile birey arasına duvar örmek mümkün değil.

O halde amacınız ne olmalı? Sizde var olan doğru ve bilimsel bilgiyi çocuğa vermek; inanç ve ahlaki değerlere gelince de “bana göre böyle, sen de zamanla bilgini arttıracak, kendi doğrunu bulacaksın” demek.

Unutmamalısınız ki, çocuğunuz sizin küçük bir kopyanız değil. Asla da olmayacak. O yeni biri. Başka biri. Sizin yardımınızla hayata tutunuyor ama emin olun sizi birebir taklit etmeyecek. Her doğrunuza “haklısın” demeyecek.

Zor sorularla baş etmek, çocuk yetiştirmenin kaçınılmaz bir parçası. Hepinize bu zorlu sınavda başarılar diliyorum.

en_zor_sorulari_cocuklar_sorar 6