"BENİM ADIM KIRMIZI" TATARİSTAN'DA





Geçen hafta Rusya Federasyonu içinde özerk bir cumhuriyet olan Tataristan'ın başkenti Kazan'daydım.

Kazan nefis mimarisi, köklü Tatar kültürü ve eğitim düzeyi yüksek halkı ile görülmeye değer, eşsiz bir film platosu gibi... İdil (Volga) nehri kıyısındaki bu güzel şehirde çoğunlukla Rusça ve Türkiye Türkçesine benzer bir dil olan Tatarca konuşuluyor.

Tataristan'ın yaklaşık 4 milyon olan nüfusunun yarıdan biraz fazlası Tatarlardan oluşuyor. Ülkede 40'ın üzerinde tiyatro faaliyet gösteriyor. Bunların bir bölümü sadece Tatarca eserler sahneliyor.
İşte bu tiyatrolar arasında en önemlilerden biri de Kamal Tiyatrosu .

Kasım ayında, Kamal Tiyatrosu tanıdık bir isme perdelerini açacak: Orhan Pamuk'un eseri Benim Adım Kırmızı Tatarcaya çevrilerek oyunlaştırılmış. "Минем исемем Кызыл" (Minem İsemem Kızıl / Benim İsmim Kızıl) 7-8-9 ve 26 Kasım 2014 tarihlerinde izleyiciyle buluşacak. Tatar tiyatroseverler piyesi merak ve heyecanla bekliyor. Karşılaştığım herkes bana kitabı okuyup okumadığımı, beğenip beğenmediğimi sordu.

Çok ses getireceği şimdiden belli olan oyunun fragmanını buradan izleyebilirsiniz.


http://vivahiba.com/article/show/benim-adim-kirmizi-tataristanda/

ATATÜRK DEVRİNDE VERİLEN TÜRK İNKILÂBI DERSLERİ (2)*



Mahmut Esat Bozkurt tarafından yükseköğretimde verilen dersler

Mahmut Esat Bozkurt (1892-1943) [1] tarafından verilen dersler, Atatürk devrindeki durumları korunarak 1940 yılında kitaplaştırılmıştır. Oktay Aslanapa’nın hazırladığı, 1997 yılında basılan notlar [2] orijinal metindeki [3] bazı bölümleri içermediğinden, öncelikle bu farklar üzerinde durulacaktır.

Bozkurt, orijinal metinde kitabının amacını “Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşüyle başlayan Atatürk ihtilalini, Türk ulusuna safha safha anlatmak” olarak açıklamıştır. [4]

Yazara göre “ vakıalar ve hadiseler oldukları gibi aktarılmazsa, Atatürk ihtilalinin, ilkelerinin anlaşılması ve Kemalizmin sentezinin yapılması mümkün olamayacaktır .” Bu husus, Aslanapa’nın hazırladığı eserde yer almamaktadır.

Orijinal metnin “başlangıç” kısmının sonunda yer alan ve Rus İhtilali(1917 Bolşevik Devrimi) ile Türk İhtilalini özdeşleştiren paragraf da çıkarılmıştır. [5] Ayrıca Bozkurt’un Atatürk’e hitaben kaleme aldığı 1937 ve 1940 tarihli iki şiire de Aslanapa’nın hazırladığı eserde yer verilmemiştir. [6] Orijinal metinde “Meğer Letikon” olarak verilen isim, Aslanapa’nınkinde “Meyer Letikon” şeklinde değiştirilmiş, [7] orijinalde kullanılan ara başlıklar diğerinde çıkartılmıştır ki, burada sözü edilen muhtemelen “Lexicon” adlı sözlüktür. Orijinal metnin ekler kısmında, “XV. Ek”ten yanlışlıkla “XVII. Ek”e geçilmiş, Aslanapa’nın eserinde bu hata düzeltilmiştir. [8] 1940 baskısında, eklerin numaralandırılması konusunda ciddi bir karışıklık olmasına karşın, Aslanapa’da bu sorun çözülmüş, bölümler sırası bozulmadan yeniden numaralandırılmıştır. [9]


Bozkurt’un dersleri üç bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde “ Atatürk’e, önsöz, başlangıç ve giriş” bölümleri yer almaktadır. Giriş bölümünde “ sadece Atatürk ihtilaline değil, tarihteki diğer ihtilallere genel bir bakış” sunulmaktadır. İkinci bölüm “Türk milleti ayağa kalkıyor, Erzurum ve Sivas kongreleri, yeni Türk devleti, kurtuluş savaşları” kısımlarından oluşmaktadır ve yazara göre: “en heyecanlı ve en isnan üstü, sur humain hadiseler” e bu bölümde yer verilmiştir. Üçüncü bölüm ise, “Türk cumhuriyeti, yeni kamusal ve özel haklar, ekonomik, sosyal, siyasal sistemler, ileri!..” kısımlarından oluşmaktadır. [10]


Derslerin yazılı metni orijinalinde 228 sayfa notlar ve 272 sayfa da ekler olmak üzere toplam 500 sayfadan oluşmaktadır ki, bundan anlaşıldığı kadarıyla diğer hocaların dersleri ile kıyaslandığında (Recep Peker’in ders notları 118 sayfa, Yusuf Kemal Tengirşenk’in ders notları 61 sayfa)en uzun olanıdır. Bu kadar hacimli ders notlarının sadece üç bölüme ayrılmasının öğrenci açısından yaratabileceği teknik zorluklar bir yana, ilginç başka bir konu da, eklerin asıl metinden daha fazla yer tutmasıdır. Söz konusu “ek” kısımların ders içinde ne şekilde aktarıldığı ise bilinmemektedir.
Dersler, tümdengelimci bir üslupla anlatılmıştır. [11] Ünlü Alman Brockhaus Ansiklopedisi’nden [12] “İhtilal” teriminin karşılığı olarak “tedrici inkişaf ve tahavvül ifade eden tekâmül (Evolution), hilafına olarak, mevcut bir halin, birden bire sarsılması ve esaslarından değişmesidir” tanımı alınarak tarihteki birçok olay, sadece bu tanıma uyan yönleriyle ele alınarak örnek gösterilmiştir.Bozkurt, ayrıca tarihte rol oynamış kimi ünlü isimleri (örneğin Hz. İsa, Hz. Muhammed,Dört Halife, İbrahim Verdani, Dante, Gazi Osman Paşa, vb.) “ihtilalci” kabul ederek, ileri sürdüğü “ ihtilalciler fedakârdır ve ölümsüzdür” çıkarımına uygun bulduğu özelliklerini aktarmıştır. [13]


Bozkurt doğadan ve dünya tarihinden çeşitli ihtilal örnekleri vererek, konunun etraflıca açıklanmasına çalışıyor: “ Ya yer sarsıntısı nedeniyle dağların çökmesi , bir adanın yerini sulara bırakması yahut sular içinden adalar çıkması, yanar dağlar fışkırması gibi”. [14] Bu noktada verilen örnek, dayanak olarak gösterilen tanımla çelişmektedir. Çünkü tanıma göre, ihtilal “mevcut durumun birden bire değişmesi” şeklinde gerçekleşir. Oysa yeryüzü şekillerinin bu denli radikal değişimlere uğraması için anlık bir olaydan fazlası gereklidir. [15] 
 
Tarihten alınan örnekler ise, daha tutarlı incelenmiştir. İhtilale ilk örnek olarak sunulan Magna Carta, maddeler halinde özetlenerek aktarılmış, öğrencinin belge hakkında fikir sahibi olmasına çalışılmıştır. Bu bağlamda bazı İngiliz bilim adamlarının görüşlerine yer verilmiş, hak ve ceza kavramlarının da üzerinde durulmuştur. [16] 
 
Bir başka örnek de 1791 tarihli Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’dir. Bu belge de on altı madde halinde toparlanarak sunulmuştur. [17] Osmanlı Devleti’nde 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın tam metni, dönemin Türkçesine uydurma gereği görülmeksizin, olduğu gibi verilmiştir. [18] Bu durum, devrin öğrencilerinin eski dilden tümüyle kopmamış oldukları şeklinde algılanabilir.
“Sosyalistlik” başlığı altında, 1847 tarihinde yayınlanan Komünist Manifestonun bir özetine de yer verilen ders notlarında K. Marx ve F. Engels’in görüşleri, sosyo-ekonomik açıdan incelenmektedir. Bu bağlamda 1924 Sovyet Anayasasına da değinen Bozkurt, halka tanınan siyasal, sosyal ve ekonomik haklar üzerinde durmuştur. [19] 
 
XX. asrın komünizme karşı koyan önemli hadiselerinden biri ” olarak ele alınan Façistlik (faşizm), iş şartı olarak bilinen ‘Carto del Lavoro’ üzerinden ayrıntılı şekilde açıklanmıştır. Buradan “Nasyonal Sosyalizm” başlığına geçilerek, Hitler ve Almanya’da 1930’lu yıllardaki gelişmeler üzerinde durulumuş, konu ideolojik açıdan incelenmiştir. Bu kısımda Hitler’in eserlerinden alıntılar yapılmış, 1920 tarihli Nasyonal Sosyalist Parti programı da aktarılmıştır. [20]


Derslerin öne çıkan iki özelliği, baştan sona korunmaya çalışılmıştır: Soru-cevap tekniği kullanılarak bir diyalog formatı kurulmuş ve sürdürülmüştür. Böylece anlatıma hitabet ögeleri katılmış, öğrenciler adeta savunulan görüşlerin geçerliliği konusunda ikna edilmeye çalışılmıştır. Sık sık başvurulan anekdot aktarımları bu hususu desteklemektedir. Bir diğer özellik de Kurtuluş Savaşı yıllarını yaşamış olan öğrencilere, tarihte ve 1930’ların ikinci yarısında dünyada olup bitenleri, yaygın görüş ve ideolojileri mümkün olduğunca ayrıntılı şekilde aktarma, bilgi birikimini artırma çabasıdır.
Bazı İngiliz ve Fransız Ansiklopedilerinin ihtilal kavramına yaklaşımını aktaran ve eleştiren Bozkurt, sonunda kendi görüşlerini açıkladığı bölüme geçmiştir. Bozkurt, mevcut siyasal akımlar ve tarihte cereyan etmiş olan ihtilaller hakkında bilgiler verdikten ve bunları çeşitli örneklerle besledikten sonra “ tam ve kâmil anlamda” ihtilalin, ancak ekonomik alanın da değiştirilmesiyle mümkün olacağını savunmuştur. [21]


Bunun yanı sıra yazar, “ihtilalci”nin de nasıl olması gerektiği konusunda görüşünü ortaya koyar: “ İhtilalci, gerektiğinde canını yüksek amacı, yani ihtilal uğruna feda eden kişidir ve insan ancak bu şekilde kâmil insan olur”. Bu özelliklere sahip ihtilalcilere örnek olarak Atatürk’ün yanı sıra Konfiçyüs’ten Büyük İskender’e, Hz.Muhammed’den Spartaküs’e kadar çeşitli kişilikler sıralanmış, bunların ölümsüz olduğu savı ileri sürülmüştür. [22]


Türk İhtilali’nin ve Cumhuriyeti’nin öğrenciler tarafında sahiplenilmesi ve ileriki yıllarda da korunup savunulması amacıyla Bozkurt, Atatürk’ü bir lider ve ihtilalci olarak Çar I. Petro, Büyük İskender, Napolyon, Sezar ve G.Washington ile karşılaştırmıştır. Bu bağlamda reform fikrine karşı çıkan II. Abdülhamit’in “halkın seviyesinin düşük olduğunu, bu yüzden yenilik yapılmasının gerekmediğini” savunduğunu, bunun “bir safsata” olduğunu ileri süren yazar, tarihten örnekler vererek bazen ihtilallerin içinde yer alanlar ya da çevresel güçler tarafından engellendiğini ileri sürmüştür. [23]


Sonraki bölümde ihtilalin, halkların elinde bir hak olup olmadığı örnekler üzerinden tartışılmıştır. Konu hakkında çeşitli düşün ve siyaset adamalarının görüşlerine başvurulmuştur: Locke, Kant, Schoppenhauer, Schmoller, Nietzche, Jeaney, Jorese, Rousseau, Jafferson, Fihte, Marx, Engels, Lenin’in fikirleri yansıtılmıştır. Bunlardan Locke’un “idare halka zarar veriyorsa, ihtilal halkın hakkıdır” şeklinde özetlenebilecek görüşü Bozkurt tarafından desteklenmiştir. Ancak Kant’ın ihtilal yerine tekâmülün uygunluğunu savunan görüşleri eleştirilerek yanlış ilan edilmiştir. Genel olarak tüm düşünürlerin fikirleri Türk İnkılabına uygunlukları çerçevesinde değerlendirilerek “doğru – yanlış” şeklinde sınıflandırılmıştır. [24]


Son olarak Atatürk’ün ihtilal hakkındaki görüşlerine yer veren Bozkurt, onun önce ihtilali gerçekleştirip, ardından vesika sayılacak eseri veren bir lider olarak diğerlerinden ayrıldığını ileri sürmüş, Atatürk’ün “Büyük Nutuk”unun, bağımsızlığını kaybetme tehlikesine maruz kalan her milletin kurtuluş için başvurabileceği bir düstur, bir formül olduğunu kaydetmiştir. [25]


Bozkurt son kısımda ihtilalin, “ezilen bir halkın hakkı” olduğu ve sonuçlarının toplumu ilerleteceğine yine tarihten örnekler göstermiştir. Yazar daha sonra “ son sözüm” diyerek ihtilallerin, mutlaka onu yapan milletlerin elinde kalması gerektiğini, yabancıların yardımıyla yapılan ihtilallerin yabancılardan başkasına yararı olmayacağını dile getirmiştir. [26]


Sonda yer alan eklerde ise “neden inkılap değil ihtilal?” sorusuna yanıt aranmış, “ihtilalin ekonomik teorisi” üzerinde durulmuş, ihtilal ile ekonomi arasındaki ilişki vurgulanmış, fedakâr ihtilalcilerin ölümsüzlüğü bahsine yeniden değinilmiş, tarihsel öyküler aktarılarak savunulan “ihtilal haktır” tezi desteklenmiş, Türk kültürü ve dilinin üstün nitelikleri sıralanmıştır. [27]


Derslerin dili ve kullanılan terimler, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bozkurt’un derslerinde sözü edilen kimi fikir ve siyaset adamlarının adları, çoğu kez Türkçe okunuşlarıyla yazılmıştır. Ancak bu konuda tutarlı bir yol izlendiğini savunmak güç olacaktır. Örneğin İngiliz düşünür Locke’un adı aynı sayfada hem­-Locke- hem de-Lok-şeklinde yazılmıştır. [28] Bir başka düşünür için “Jeaney” ve “Janey” adları aynı sayfada yer almaktadır. [29] Yine bu bağlamda Niçe (Nietzche), İspartaküs (Spartaküs), Şopenhauer (Schoppenhauer), Oskar Vayld (Oscar Wilde)şeklindeki yazılışlar, adları okundukları gibi kaydetme eğiliminin göstergesidir.

Yazım sorunuyla sadece şahıs adlarında değil yer, olay, yayın ve benzerlerinde de karşılaşılmaktadır: Vaşington (Washington), Façizm (Faşizm), Vezo (Vezüv), Taymis (Times), Vaterlo (Waterloo), Liyon (Lyon), Oksfort (Oxford), Mançister (Manchester).Bu durumun, öğrencilerin tuttuğu notların aynen basılmış olmasından kaynaklandığını düşünmek olasıdır. AncakBozkurt, eserin başlangıç bölümünde notları gözden geçirdiğini düşündürecek “ bu kitabı ..... için yazdım” ifadesini kullanmıştır. [30]


Bunların dışında, bazı Türkçe ifadeler bugünkü anlamından farklı olarak kullanılmış, bazıları da alışılmadık bir şekilde yazılmışlardır. Örneğin “verim” sözcüğü sonuç, fayda anlamında kullanılmıştır. Fırın yerine “furun”, ayrılık / bölünme / isyan yerine “kaytaklık”, felsefe yerine “filozofi” kelimeleri kullanılmıştır.

Alman tarihçiliğinin etkisiyle XIX. ve XX. yüzyıllarda oluşan “devleti her şeye kadir bir güç olarak gören bir idealizm” ve “devletin ve ulusun yüceltilmesi” yaklaşımı Atatürk devri tarihçiliğinin en belirgin özelliği olarak kabul edilirse, [31] Bozkurt’un derslerinin bu yaklaşımı yansıttığı savunulabilir. Bozkurt’un derslerinde sık sık Türk milletinin parlak tarihinden, yenilmezliğinden söz edilmiştir: “ Türk öldürür, fakat yenilmez.” [32] “Türk yenildi derlerse inanmayınız. Yenilen kumandandır.” [33] “... Türkün ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi, eski ışığını bulacaktır.” [34] .

Derslerde, Türk ulusunun yanı sıra Atatürk’ün liderliğinin de yüceltilmesine önem verildiği görülmektedir. Bu bağlamda Bozkurt Atatürk’ü, bir komutan ve devlet kurucusu olarak çeşitli tarihi kişiliklerle karşılaştırmış ve onun diğerlerine üstünlüklerini vurgulamıştır. Bu amaçla Fransız Illustration dergisi gibi kimi yabancı yayınlardan alıntılar yapılmış; [35] Büyük İskender’in babası Phillip’ten devrinin en güçlü ordusunu devraldığını, buna karşılık Atatürk’ün hiçbir hazır kuvvet olmamasına karşın daha büyük zaferler kazandığı anlatılmıştır. [36] Atatürk ayrıca Çar I. Petro ve Napolyon ile karşılaştırılmış, “yoğu var ettiği” için diğerlerinden farklı olduğu savunulmuştur. [37]
Bozkurt’un derslerinde değeri ve üstünlüğü vurgulanan bir başka unsur da Türk İnkılabıdır. Dünya tarihinin çeşitli dönemlerinde hüküm süren idare ve ideolojiler, sonunda Türk İnkılabı ya da Kemalizm ile karşılaştırılmak üzere ayrıntılı şekilde incelenmiş, en üstün sistemin Türk İnkılabı ile kurulan Cumhuriyet olduğu tekrar tekrar vurgulanmıştır. [38]


Özetle sıralamak gerekirse, 1933’ten itibaren Mahmut Esat Bozkurt tarafından verilen Türk İnkılabı derslerinin başlıca özellikleri şunlardır:
  1. Derslerde tümdengelimci ve didaktik bir üslup takip edilmiş, varsayım önce ortaya konulmuş, ardından örneklerle savunulmuştur.
  2. Derslerin en belirgin amacı, öğrencilerde Türk İnkılabına, Cumhuriyet’e, Atatürk’e ve Türk ulusunun tarihten gelen yüksek vasıflarına yönelik bağlılık ve sevgi duygularını kökleştirmektir.
  3. Derslerin diğer amaçları arasında, kendi tarihini bilen, dünya tarihinin ana hatlarına vakıf, güncel gelişmelerden ve siyasal olaylardan haberdar bir öğrenci profili yaratmak sayılabilir.
  4. Derslerde sık sık alıntılara başvurulmasına rağmen, dipnotlarla kaynak belirtmede yetersiz kalınmıştır. Yapılan 450 kadar alıntıya karşılık toplam 99 dipnot gösterilmiş, bunların hiçbirinde yazar adı, eser adı, yayın yılı ve yeri gibi bilgilere tam olarak yer verilmemiştir.
  5. Derslerde Türk İnkılabı tarihi bir olay şeklinde değil, yaşanan bir süreç olarak ele alınmıştır.
* Bu makale, Beril Devlet'in 2003 tarihli ve "Atatürk Devri Yükseköğretim Kurumlarında Türk İnkılap Tarihi Öğretimi" başlıklı, yayımlanmamış yüksek lisans tezinden alınmıştır.

http://vivahiba.com/article/show/ataturk-devrinde-verilen-turk-inkilabi-dersleri-2/


[1] İzmir Kuşadası’nda doğdu. İstanbul’da Hukuk eğitimi aldıktan sonra İsviçre’nin Lozan ve Friburg Üniversitelerinde doktorasını tamamladı. İkinci Büyük Millet Meclisi’ne İzmir milletvekili olarak seçilen Bozkurt, İktisat ve Adliye Vekili olarak görev yaptı. 1924-1930 yılları arasında devam ettiği Adliye Vekilliğinden ayrılarak Ankara Hukuk Mektebi ile Siyasal Bilgiler Okulu’nda derslerine devam etti. Verdiği Türk İnkılabı dersleri, radyodan yayınlanarak liselerin son sınıflarında dinlenirdi. (Daha fazla bilgi için bakınız:O. Aslanapa, a.g.e. , s.11-12;)
[2] O. Aslanapa, a.g.e., Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1997.
[3] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali Türk İnkılabı Enstitüsü Derslerinden, İstanbul Üniversitesi Yayınları İnkılap Enstitüsü, İstanbul, 1940.
[4] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.I.
[5] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.IV.
[6] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.IX.
[7] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.60.; O. Aslanapa, a.g.e., s.43.
[8] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.401.; O. Aslanapa, a.g.e., s.169.
[9] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.229-500.; O. Aslanapa, a.g.e., s.115-202.
[10] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.II.; O. Aslanapa, a.g.e., s.19.
[11] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994, s.420-421.
[12] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.7’de (Der guossı Broık haus).; O. Aslanapa, a.g.e., s.22’de (Der grossi Brockhaus)
[13] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.65-123.; O. Aslanapa, a.g.e., s.51-80.
[14] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.7.; O. Aslanapa, a.g.e., s.22.
[15] Sırrı Erinç, Ders Geçme ve Kredili Sisteme Göre Lise Coğrafya I , Altın Kitaplar, İstanbul, 1996, s.81-153.
[16] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.8-11.; O. Aslanapa, a.g.e., s.22-24.
[17] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.11-15.; O. Aslanapa, a.g.e., s.24-25.
[18] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.16-22.; O. Aslanapa, a.g.e., s.26-28.
[19] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.22-32.; O. Aslanapa, a.g.e., s.28-32.
[20] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.32-61.; O. Aslanapa, a.g.e., s.32-44.
[21] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.65-69.; O. Aslanapa, a.g.e., s.45-48.
[22] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.66-144.; O. Aslanapa, a.g.e., s.49-80.
[23] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.144-154.; O. Aslanapa, a.g.e., s.80-84.
[24] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.154-194.; O. Aslanapa, a.g.e., s.84-100.
[25] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.194-197.; O. Aslanapa, a.g.e., s.100-101.
[26] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.228.; O. Aslanapa, a.g.e., s.113.
[27] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.229-500.; O. Aslanapa, a.g.e., s.115-202.
[28] M. E. Bozkurt, a.g.e., s.156.; O. Aslanapa, a.g.e., s.84.
[29] O. Aslanapa, a.g.e., s.95.
[30] M. E. Bozkurt, a.g.e., s. I.
[31] B. Ersanlı, a.g.e., s. 39.
[32] O. Aslanapa, a.g.e., s. 71.
[33] O. Aslanapa, a.g.e., s. 66.
[34] O. Aslanapa, a.g.e., s. 66.
[35] O. Aslanapa, a.g.e., s.69.
[36] O. Aslanapa, a.g.e., s.69.
[37] O. Aslanapa, a.g.e., s.70-71.
[38] O. Aslanapa, a.g.e., s. 85-101, 137-139, 155-169, 196-202.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ KURULURKEN EĞİTİM VE TARİH*

İleriki yüzyıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunu inceleyecek araştırmacılar, yapılan devrimler arasında eğitim konusunun ne kadar önemli ve öncelikli addedildiğini fark edeceklerdir. Yenilen ve yıkılan bir imparatorluğun ardından yeni bir devlet ve belki de daha zoru yeni bir ulus yaratmanın güçlüklerini aşmada eğitim, son derece etkili bir rol oynamıştır.

“Ulusal eğitim”, Türkiye’nin yeni eğitim anlayışının ve kurumlarının yapısal ve düşünsel temeli olmuştur.Ulusu biçimlendirecek olan bu eğitim anlayışının içinde Tarih öğretiminin yeri dikkate değer bir konudur. Ulusal kimliğin ve birliktelik ruhunun oluşmasında temel teşkil edecek Tarih bilinci, önceki yüzyıllardan aktarılan mirasa dâhil değildir.

Bir başka ifadeyle, uluslaşma sürecine giren Türk halkının zihninde kendi geçmişine dair sağlam ve güvenilir bir bilgi birikimi mevcut değildir. Bu nedenle Türkiye “Biz kimiz?” sorusuna yanıt aramak üzere Tarih çalışmalarına neredeyse sıfırdan başlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin Klasik Devri olarak tanımlanan XV. – XVII. yüzyıllar arasında bilim ve eğitim anlayışı, genelde eski bilgileri öğrenmek, gerekirse bunları açıklamak, eserin kenarlarına şerhler, haşiyeler koymak şeklinde ortaya çıkıyordu. Bu anlayışın eski bilgileri eleştirmek, yeni yorumlar, yaklaşımlar geliştirmek gibi bir hedefi yoktu. [1] Özellikle Tarih öğretimi söz konusu olduğunda verilen dersler, sınırlı sayıdaki medrese öğrencilerine hitap eden, ‘İslam Tarihi’ ve Osmanlı ‘hanedan tarihi’ çerçevesinin ötesine geçmiyordu. [2]




Yüzyıllar boyu kilise okullarının ve skolastik eğitimin egemen olduğu Avrupa’da XVIII. yüzyılda Reformasyon’un sonuçları hissedilmeye başladı: Laik eğitim anlayışının doğuşu ile kilise okullarının itibar kaybetmesi.

Ardından 1789’daki Fransız Devrimiyle yayılan milliyetçilik, özgürlük akımları ve bundan sonra da XIX. yüzyılda meydana gelen Sanayi İnkılabı, eğitim anlayışını kökten değiştirdi.

Bu süreçte, monarşik rejimlerin yerini cumhuriyetlerin almaya başlamasıyla birlikte “ulus – devlet”, “vatandaş”, “özgürlük”, “haklar” gibi kavramlar; siyasi düzlemi etkilediği kadar tarihçiliği ve tarih öğretimini de yönlendirmeye başlamıştır. [3] Yeni kurulan ulus devletler, varlıklarını meşru zemine oturtacak olan “milli tarih”lerini oluşturmaya ve bunu bir gelecek güvencesi olarak eğitim sistemine yerleştirmeye girişmişlerdir. [4]



Avrupa’da yaşanan bu değişim, Osmanlı eğitim sisteminde XIX. yüzyıldan itibaren yansımalarını bulmaya başlamıştır. Her ne kadar XVIII. yüzyılda özellikle askeri eğitimde “Batılılaşma” adına adımlar atılmış, eski kurumların ıslahı ve yeni kurumların açılması çabalarına girişilmişse de, toplumsal eğitim bağlamında değişim sonraki yüzyılda başlayacaktır.

Tanzimat Devri’nden İkinci Meşrutiyet’e kadar (1839 – 1908) eğitimin topluma yayılması, devleti dağılmaktan kurtaracak aydınlar yetiştirilmesi, Avrupa’nın bilim ve eğitimdeki düzeyine yetişilmesi gibi amaçlarla çeşitli reformlar yapılmış, çok sayıda okullar açılmıştır. Ancak eski eğitim anlayışı ve kurumlarıyla yenilerinin bir arada bulunması, Osmanlı eğitim sistemini karmaşık bir hale getirmiş ve hedeflenen sonuçlara ulaşılması mümkün olmamıştır. [5]


İkinci Meşrutiyet Devri (1908 – 1918), “Türkçülük” anlayışının yükselmesiyle Tarihçiliğe ve Tarih öğretimine bakışın temelden değiştiği bir dönemdir. Önceki devirlerde yaşanan siyasal olaylar (toprak kayıpları, isyanlar, eski müttefik devletlerin düşmanca tutumları) Osmanlı merkezi otoritesinde bir kırgınlık, öze dönme ve kendini yeniden tanımlama şeklinde yansımıştır. Böylece Fransa’da yükselen “Ecole Méthodique” tarihçiliğin ilkelerinden ve Almanya’daki “Destansı Tarihçilik”ten etkilenen Türkçü aydınların yön verdiği yeni bir Tarih anlayışı doğmuştur. [6] 
 
İkinci Meşrutiyet’in etkin kadrolarını teşkil eden Genç Türklerin düşünce yapısı, dolayısıyla Cumhuriyet öncesi Türk tarihçiliği, bazı Avrupalı şarkiyatçıların fikirleri ve eserlerinden etkilenmiştir.

Bunların başlıcaları:
  • Historie Général des Huns, Turcs, Mongols et autres Tartares Occidentaux adlı eserin yazarı Joseph Guignes (1721-1800);
  • Eserlerinde Türklerin Turani ırkların bir parçası olduğunu savunan Macar antropolog ve Türkolog Arminius Vambery (1852-1913);
  • Paris’teki Birinci Oryantalistler Kongresi’nde (1873) bir tebliğ vererek Türklerin tarihteki en eski halklardan biri olduğunu ve Asya ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde izleri kalan büyük bir kültürün kurucusu olduklarını savunan Fransız araştırmacı Leon Cahun (1841-1990);
  • Les Turcs Anciens et Modernes adlı eserinde Türklerin Roma uygarlığını ve dilini etkilediğini, zaferlerle dolu bir geçmişe sahip olduğunu dile getiren Polonya asıllı Mustafa Celaleddin (Constantin Borzcki, 1826-1875);
  • Orhun Yazıtlarını çözerek 1896’da yayımlayan Wilhelm Thomsen’dir.
  • Ayrıca,Kırım’da otuz beş yıl süreyle yayımladığı Tercüman gazetesinde Rusya Müslümanlarının durumu ve sorunlarını işleyen İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914)’nın fikirleri de etkili olmuştur. [7]

“Türk Tarih Tezi”nin oluşumunda önemli rol oynayacak düşünürleri, öncü sayılabilecek bu araştırmacılardan esinlenmişlerdir. Amacı,“ son dönemde kendini ezilmiş ve tehdit altında hisseden Türklüğün muzaffer geçmişini ortaya çıkarmak, onu yeniden ayağa kaldıracak tarihsel nedenselliği vurgulamak ” şeklinde özetlenebilecek olan İkinci Meşrutiyet devri Tarihçiliği, kadroları ve fikirleriyle Cumhuriyet’e intikal etmiştir.

Bu mirasın temsilcisi ve taşıyıcısı olarak; Türk Ocakları,Tarih Tetkik Heyeti, ardından açılan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti, Türk Ocakları’nın yayın organı Türk Yurdu dergisi, İstanbul Üniversitesi bünyesindeki Türkiyat Enstitüsü ve yayın organı Türkiyat Mecmuası ile Türk Tarih Kurumu sayılabilir. [8]


Bu süreçte rol oynayanların başında Yusuf Akçura gelir. Kazan doğumlu bir Tarih öğretmeni olan Akçura,Kahire’de çıkan Türk Dergisi’ nde 1904 yılında yayımladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesinde Türkçü düşünceleri dile getirmiştir. [9] Daha sonra Türkiye’ye gelen Akçura, Türk Tarih Kurumu genel sekreterliği yapmış, 1932’deki ilk Türk Tarih Kongresi’ne başkanlık etmiştir. Akçura’ya göre Tarih, ulusal hareketin temellerinden biridir ve Osmanlıların çağın gerisinde kalmalarının nedenlerinden biri de ulusal tarih konusundaki bilgisizlikleridir. [10] 
 
Bir diğer önemli isim de Ziya Gökalp’tir. Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki’de aktif görev alan Gökalp, daha sonra Türk Ocaklarında ve Türk Yurdu dergisinde etkin rol oynamıştır.

Aynı konu üzerinde uğraş veren Azeri kökenli Hüseyinzade Ali ve Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçü düşünürlerle etkileşim içinde olan Gökalp’in Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918) ve Türkçülüğün Esasları (1923) adlı eserleri önemlidir. [11]


Başkurt bilim adamı Zeki Velidi Togan da, kaleme aldığı Umumi Türk Tarihine Giriş (1928) adlı eseriyle yeni devrin Tarihçilik anlayışında etkili olmuştur.

Atatürk devri Tarihçiliğinin şekillenmesinde etkin olan başka araştırmacı ve bilim adamları da Fuat Köprülü, Sadri Maksudi, Reşit Tankut, Şemseddin Günaltay, Samih Rıfat, Reşit Galip, Hasan Cemil (Çambel), İsmail Hakkı, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Necip Asım (Yazıksız), Halide Edip (Adıvar), Afet İnan, Mehmet Tevfik (Bıyıklıoğlu)’dur.

Çoğu çeşitli siyasi ve idari görevlerde bulunmuş olan bu isimlerin ve eserlerinin yön verdiği bir bilimsel ortamda, 1933 yılından itibaren yükseköğretim kurumlarında “ Türk İnkılabı Dersleri ” verilmeye başladı. Derslerin hocalarının ve hatta asistanlarının da siyasi kadrolardan [12] geçtiği gözönüne alındığında, Cumhuriyet yönetimlerinin meseleye ne derece önem verildiği anlaşılmaktadır.



* Bu makale, Beril Devlet'in 2003 tarihli ve "Atatürk Devri Yükseköğretim Kurumlarında Türk İnkılap Tarihi Öğretimi" başlıklı, yayımlanmamış yüksek lisans tezinden alınmıştır. 
 
http://vivahiba.com/article/show/turkiye-cumhuriyeti-kurulurken-egitim-ve-tarih/


[1] Yahya Akyüz, Başlangıçtan 2001’e Türk Eğitim Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2001, s.70.; Ekmeleddin İhsanoğlu, Darülfünun Tarihçesine Giriş (II) Üçüncü Teşebbüs: Darülfünun-u Sultani, TTK Basımevi, Ankara, 1993, s.201-239.
[2] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003,s.173-194.;Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.23.
[3] Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1998, s.137-213.; Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003, s.49-51.
[4] Cemil Öztürk, Ali Yılmaz, “Türkiye’de Harf İnkılabından Önce Kullanılan İlkokul Tarih Programları ve Ders Kitapları”, Kuram ve Uygulamalı Eğitim Bilimleri, I/2, İstanbul,2001, S.409-427.
[5] Y. Akyüz, a.g.e., s.132-240.;N. Sakaoğlu, a.g.e., s.53-120.; B. Ersanlı, a.g.e., s.60-61.
[6] Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1939) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s. 15-29.;B. Ersanlı, a.g.e., s.25-26.;Y. Akyüz, a.g.e., s.241-274.
[7] E. Copeaux, a.g.e., s.17-20.; B. Ersanlı, a.g.e., s.74-75.; David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), Kervan Yayınları, İstanbul, 1979, s.12-27.; Nadir Devlet, İsmail Bey (Gaspıralı) , Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988, s.43-56.
[8] E. Copeaux, a.g.e., s.25-41.; B. Ersanlı, a.g.e., s.79-99.
[9] Nadir Devlet, “Yusuf Akçura’nın Hayatı 1876 - 1935”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri , Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1987, s.17-33.; Ahmet Temir, Yusuf Akçura , Ankara, 1987, s. 7-96.
[10] E. Copeaux, a.g.e., s. 25.; B. Ersanlı, a.g.e., s.76-78
[11] E. Copeaux, a.g.e., s. 26-28.; B. Ersanlı, a.g.e., s.84-91.; Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.123-173.
[12] Zafer Toprak, İnkılap Tarihi Dersleri Nasıl Okutulmalı? , İstanbul, 1997, s.18.

ÖĞRETMENLİK HAKKINDA BİLMEDİĞİNİZ HER ŞEY

Bazı meslekler üstün özellikler gerektirir. Örneğin herkes astronot olamaz, herkes cerrah olamaz, herkes subay, balerin ya da orkestra şefi olamaz. Kişinin bu gibi meslekleri icra edebilmesi için fiziksel, akademik veya zihinsel üstünlüklere sahip olması, en azından belirli vasıflar taşıması gerekir. Mesela ben asla cerrah olamazdım, biliyorum. Çünkü saatlerce ayakta durup bir insanın iç organlarını kesip biçmeyi düşününce bile bayılacak gibi oluyorum…
Peki ya öğretmenlik? Benden yaşça büyük meslektaşlarımdan duymuşumdur, bir zamanlar halk arasında şöyle bir söz yaygınmış: “Hiçbir şey olamadın, bari bir öğretmen de mi olamadın?” Ne kadar aşağılayıcı bir ifade, ne kadar hastalıklı bir düşüncenin göstergesi…

Öğretmen olabilmek için bir takım özellikler taşımak gerekir. En temel ikisini söze dökünce basitmiş gibi geliyor ama dile kolay: Fedakârlık ve sabır… Bir öğretmenin mesleğinin hakkını vermesi için neredeyse ailesinden bile zaman çalması gerekir. O kadar çoktur ki işi… Ve bunların hepsi de itina gerektirir, titizlik gerektirir.

Ne mi yapar öğretmen? Öğretmenseniz her dönem 2 ya da 3 yazılı sınav yapıyorsunuz demektir. Ve altı – yedi farklı sınıfa giriyorsanız, gıkınızı çıkarmadan her ay en az 300 yaprak sınav kâğıdını okuyacak, değerlendireceksiniz. Üstelik tümünü aynı dikkat ve itina ile okuyacaksınız. Not kırmak için değil, puan vermek için bakacaksınız yazdıklarına. Yani öyle günlük gazete okur gibi değil. Sınav stresi yaşatmadan, öğrenci sezmeden sözlü yoklama yapacaksınız. Sorularınıza doğru cevaplar gelmezse önce kendinizde arayacaksınız kusuru. Nerede hata yaptım, neyi eksik bıraktım diyeceksiniz. Üstelik ödevlerini de benzer bir titizlikle okuyacak, değerlendireceksiniz. Bilmediği için kızmayacak, her bir öğrencinize bilmediklerini tekrar tekrar anlatmanın, en sonunda öğretmenin bir yolunu bulacaksınız.

Her yıl sorumluluğunu üstlendiğiniz 150 – 200 öğrenciyi tek tek tanıyacaksınız. Onlar, sizin çocuklarınız olacak çünkü. Kişilik özelliklerini iyice bileceksiniz. Zevklerinden, korkularından, desteklenmesi ve değiştirilmesi gereken tüm yönlerinden haberiniz olacak. Konuyu hangi biçimde anlatınca daha iyi öğreneceğini bileceksiniz ve ona göre vereceksiniz dersi. Aileleri de tanıyacaksınız ki, gerektiğinde veliyi uyarabilesiniz, testi kırılmadan tedbir almalarını temin edesiniz. Ayrıca öğrencilerinizin başka derslerdeki durumundan hiç değilse haberdar olacaksınız. Sizce başarısız sayılabilecek bir öğrenci, belki de başka derslerde harikalar yaratıyordur. Çocuk ve genç psikolojisinden, ruhundan anlayacaksınız. Küçücük dünyalarındaki kendince devasa sorunlarına anlayışla, sabırla yaklaşacaksınız, küçümsemeyle değil. Kırıcı, yıkıcı olmadan eleştireceksiniz, yön vereceksiniz, yol göstereceksiniz. Daima yanlış yöne gitseler bile… Ve hiçbir zaman unutmayacaksınız: Her şeyi doğru bilse ve yapsaydı, bana ihtiyacı olmazdı. Öğrencinin eksikleri ve hataları olmasa onları tamamlayacak, düzeltecek bir öğretmene de ihtiyaç olmazdı. Öğretmenin varlık sebebi, öğrencisinin kusurları…

Öğretmelere hiç bu gözle baktınız mı acaba? Malumunuz, öğretmenlik genellikle kız çocuklarına yakıştırılan bir meslektir. Çoğunlukla da bayan olur öğretmenler. Nedenini bilmiyorum ama aileler kız çocuklarının öğretmen olması fikrine hep sıcak bakarlar. Öğretmenliği tatili bol, kolay ve hafif bir meslek sandıklarından olsa gerek. Ancak mesleğinin hakkını veren hangi öğretmene sorsanız “kolay mı öğretmenlik?” diye aynı yanıtı alacağınızdan eminim: Hayır!

Mesleğinin hakkını vermek ne demek peki? Bilgilerinin tümünü öğrencilerine aktarmak değil elbet. En tumturaklı sınav sorularını yazmak da olmasa gerek. Hele dersi bitince çantasını kapıp öğrencilerden önce okuldan çıkmak hiç değil! Peki, siz veliler çocuğunuzun öğretmeninden neler beklemelisiniz? Her şeyin iyisi ve kötüsü olduğu gibi öğretmenin de maalesef kötüsü olabiliyor. Nasıl ayırt edeceksiniz kötü öğretmenle iyi öğretmeni? Öğrencilerinin çoğu tarafından sevilen her öğretmen iyi midir acaba? Konuyu olumlu vasıfları öne çıkararak ele alacağım. Sözünü edeceğim vasıfları taşımayan öğretmenin pek de “iyi” kategorisine giremeyeceği kolayca anlaşılır diye tahmin ediyorum.

İyi bir öğretmen öncelikle bugünde, yani çağında yaşamalıdır. Bir meslektaşım, Tarih öğretmeni bir arkadaşım geldi şimdi aklıma. Benden epeyce büyüktü yaşı. Neredeyse annemle akran bir hanım. Sınıfın birinde çocuklara her nedense kızmış, onları şöyle azarladığını anlatıyor: “Ben yirmi senedir bu konuyu aynı şekilde anlatırım. Aynı yerde aynı espriyi yapar, aynı haritayı açar, aynı soruları sorarım; sizin kadar şapşalını görmedim. Kaç defa anlattım. Neden anlamıyorsunuz!” Bunları duyunca içimden “eyvah!” demiştim. Duyduğum dehşet ve üzüntü tarif edilecek gibi değildi. Yirmi yıldır aynı şeyleri yapıyor, aynı yöntemleri uyguluyor, aynı sözcükleri tekrarlıyor, öğretmenimiz. Ancak ufak bir sorun var! Karşısındakiler yirmi yıl öncesinin gençleri değil. Bugünde yaşıyorlar, kendisinden farklı olarak.

Aslında yapılacak tek şey biraz sabır ve hoşgörüyle çocukların tam olarak neyi anlamadığını bulmaya çalışmak. Eleştiriye kapılarını sıkıca kapatmış bir kişi için zor olsa da, mesleğinin hakkını veren her öğretmenin yapacağı bu olurdu. Siz de veli olarak öğretmenin “anlamıyor, dinlemiyor” şeklindeki yakınmalarına dikkatle yaklaşın. Çocuk mu anlamıyor, öğretmen mi anlatmanın farklı bir yolunu bulamıyor?

Mesleğinin hakkını veren bir öğretmen ders boyunca kürsüde oturmaz. Kitapta yazılı olanları tekrarlamaktan utanır.Konu değişmez elbette. Dersin içeriği bellidir. Ancak öğretmenim diyen kişinin o konuyu en azından birkaç farklı açıdan ele alabilmesi, anlaşılır kılmak için değişik yöntemlere başvurabilmesi gerekir. Yoksa veli olarak siz de bir ders kitabını alıp ezberleseniz, öğretmencilik oynayabilirdiniz, değil mi? Bu yüzden çocuğunuzdan sınıfta olup bitenleri mutlaka dinleyin. Öğrenciler okul maceralarını evde anlatmaya heveslidir. Yeter ki kulak verilsin.

Uygulayan bir okul var mıdır bilemiyorum ama bir grup meslektaşımla bir zamanlar şöyle bir çalışma hayal etmiştik: Yıllarca aynı dersi tekrar etmenin bizi sıradanlaştırdığını, tekdüzeleştirdiğini ve kısır bir döngü içine soktuğunu düşünmeye başladık. “Eski usul” öğretmenlere dönüşmemek için aklımıza, birbirimizin derslerine konuk olma fikri geldi. Gökten zembille inmedi tabii bu fikir. Avrupa’daki liselerde öğretmenler arası işbirliği ve mesleki gelişim anlayışı çerçevesinde bu gibi yöntemlerin uygulandığını biliyorduk. ‘Neden biz de yapmayalım?’ dedik ve proje üzerinde tartışmaya başladık. Sosyal bilimler çatısı altında toplanan Tarih, Coğrafya, Felsefe, Psikoloji gibi branşların öğretmenleri birbirlerinin derslerine konuk olacaklardı. Sınıfın asıl öğretmeni olan da bilecekti bu ziyaretin zamanını. Önceden oturup konuşulacak, öğretmenler birbirlerinden randevu alacak adeta. Herkes kendi branşından ve başka branştan en az birer derse girecek, meslektaşını izleyecek, birlikte oluşturdukları listeye göre onun performansını değerlendirecekti.

Bu çalışmanın amacı, öğretmenlik tarzımızın çağdaş olup olmadığını, yeniliklere açık olup olmadığımızı ve sınıf içindeki performansımızı gözden geçirmekti. Ne de olsa sınıfın kapısı kapandı mı ortamın tek hâkimi öğretmendi ve öğretmenin kendisini “görev başındayken” değerlendirebilmesi için bilinen başka bir teknik yoktu. Bunun için yönetimden ya da okul dışından birine değil, en yakınımıza yani meslektaş arkadaşımıza başvurmanın daha sağlıklı olacağını düşünmüştük. En azından öğretmenin halinden yine en iyi öğretmen anlar dedik. Birbirimizi değerlendirmek için oluşturduğumuz listede neler vardı?

* Öğretmen her öğrenciye söz hakkı veriyor, adaletli davranıyor mu?

* Dersin ne kadarını konuşarak, ne kadarını öğrencileri konuşturarak geçiriyor?

* Görsel malzeme, mesela harita, tablo, grafik, resim veya belgesel film gibi yardımcı ders araçlarını kullanıyor mu?

* Dersin başında “bu konuyu neden öğreniyoruz?” şeklinde bir giriş konuşması yaparak sınıfın ilgisini çekiyor mu?

* Dersin sonunda “bu ders neler öğrendik?” gibi bir toparlama yaparak bilginin genç zihinlere yerleşmesini sağlıyor mu?

* Gelecek dersin neyle ilgili olacağını, öğrencilerin bu derse hangi hazırlıkları yaparak gelmeleri gerektiğini, varsa ödev konusunu ve nasıl yapılacağını açıklıyor mu?

* Dersi anlatırken hangi öğrencilerin konuyu anlamada güçlük çektiğini tespit edebiliyor mu? Konuyu bu öğrenciler için daha anlaşılır hale getirmek adına farklı anlatım teknikleri kullanıyor mu?

* İyi bir soru soran ya da bir soruya doğru yanıt veren öğrencilere takdirlerini bildiriyor, onları yüreklendiriyor mu?

* Öğrencilerin tümüne adlarıyla hitap edebiliyor mu? Sınıfta ismini bilmediği öğrenciler var mı?
Siz de veli olarak okul yetkililerine sorunuz: Öğrenme ortamını geliştirme ve iyileştirme çalışmaları var mı? Hangi yeni eğitim tekniklerini uyguluyorlar? Derslerin daha verimli geçmesi, öğrencilerin mümkün olan en yüksek bilgi ve bilinç seviyesine ulaşması için geçen yılki uygulamalarına ne gibi yenilikler eklemişler? Yoksa o okuldaki öğretmenler yirmi küsur senedir aynı yöntemlerle mi ders veriyorlar?

Veli toplantıları okul – aile iletişimi ve işbirliği için düzenlenen görüşmelerdir. Her yıl en azından iki büyük veli toplantısı yapılır, yapılmalıdır da. Bazı okullarda veliler sınıflara oturtulur, her dersin öğretmeni sınıfa girer ve genel bilgiler aktarır. Bu veli toplantısı düzenlemenin bir yolu. Diğerine geçmeden belirtmeliyim ki, öğretmen böyle bir toplantıda herhangi bir öğrencisi hakkında özel sayılabilecek bilgileri herkesin içinde paylaşmamalıdır. Örneğin diğer velilerin önünde “sizin çocuk pek tembel” ya da “sizin çocuk çok tepkili, evde bir sorunu mu var?” gibi bir söz sarf etmemelidir. Mesleğinin hakkını veren bir öğretmen böyle bir bilgiyi veliye, baş başa bir görüşmede aktarması gerektiğini bilir.

Veli toplantılarının daha işlevsel olan ikinci yolu da her öğretmenin ayrı sınıfta oturması, velilerin ise birer birer içeri girerek mahremiyetin sağlandığı bir ortamda çocuğu hakkında görüş sormasıdır. Bu, veli toplantısının daha verimli geçeceğine işaret eden güzel bir uygulamadır.

Ancak her sorunun konuşulabileceği böyle bir ortam yaratılmışken görüştüğünüz öğretmenin zaten bildiğiniz yazılı ve sözlü notlarını size tekrarlamasına ne diyeceksiniz? Çocuğunuzun o dersten aldığı notları biliyorsunuz. Karne elinizde. Buna rağmen hafta sonunuzu ayırıp veli toplantısına gitme külfetine katlanmışsınız. Öğretmen ise size notları şu, şu, şu demenin ötesine geçmiyor. Bu durumda talebinizi ifade etmekten kaçınmayınız. Notları zaten bildiğinizi, öğretmenin bunun dışındaki görüş ve tavsiyelerini dinlemek için orada bulunduğunuzu söyleyiniz. Veli olarak haklarınızı kullanınız.
Alacağınız cevap “çok zeki, çok akıllı ama çalışmıyor” şeklindeyse, bilin ki bu çok meşhur bir klişedir. Öğrencisini iyi tanımayan, neye ihtiyacı olduğunu bilmeyen her öğretmen bu söze sığınır. “Peki” deyip sınıftan ayrılmamalısınız. Öğretmenden verimli ders çalışma teknikleri hakkında ayrıntılı bilgi isteyin. Çocuğun evde nasıl ders çalışması gerektiğini iyice anlatması, veli olarak işinizi kolaylaştıracak, öğrencinin başarısını artıracaktır. Öğretmen böyle bir bilgi aktaramıyorsa, okulun rehberlik servisinden yardım istemeniz yerinde olur. Rehber öğretmenler verimli ders çalışma tekniklerini mutlaka bilir.

Görüşmenin sonunda çocuğunuzun bazı konuları anlamadığı, biraz desteğe ihtiyacı olduğu kanaati mi hâsıl oldu? Öğretmenden ders dışı bir zamanda, mesela öğle tatilinde ya da okul çıkışında çocuğunuzla özel olarak ilgilenmesini, onu çalıştırmasını istemelisiniz. Mesleğinin hakkını veren bir öğretmen, bunu zaten yapmıştır. En azından veliden gelen böyle bir talebi memnuniyetle kabul edecektir.

Öğretmenler daima çok severler öğrencilerini. Bunca yıllık meslek hayatımda öğrencileri için kalbi pır pır etmeyen bir öğretmene rastlamadım. Ancak bu sevgi işte başa dert olabiliyor, asıl hedefi gözden uzaklaştırabiliyor kimi zaman. Örneğin öğrenci bir şekilde “çalışkan bir öğrenci olmama gerek yok, şirin bir çocuk olursam öğretmenlerimin gözüne girerim” mesajını almış ise, öğretmenlerinin her birinin hoşuna gidecek sözleri bulur. İltifatlarla göze girer. Mesleğinin hakkını veren bir öğretmen bu gibi kurnazlıklara pabuç bırakmaz. Öğrencisini ne kadar çok severse sevsin, önceliği onun bilgili, donanımlı ve başarılı bir birey olarak yetişmesine verir. Veli olarak bilmelisiniz ki, çocuğunuzun öğretmenleri tarafından çok sevilmesi her zaman hayra alamet olmayabilir. Sınavlardan aldığı notları göz ardı etmeyiniz.

Bu bölümde son olarak notun öğretmen – öğrenci ilişkisindeki yerine bakalım: Not, öğrencinin performansını ölçmeye, onun diğerleri arasındaki yerini belirlemeye yarayan bir araçtır. Basitçe herhangi bir sınavdan 100 üzerinden 55 alan bir öğrenci yönetmelik gereği o sınavda başarılı olmuş sayılır. Ancak veli olarak bilmelisiniz ki, söz konusu sınavın gerektirdiği bilgi ve becerilerin %45’i çocuğunuzda bulunmuyor. Yani işin neredeyse yarısı eksik kalmış. “Aman sınıfta kalmasın da, kaç alırsa alsın” demeyiniz. Bu eksikliğin nedenlerini araştırınız.

Öğretmenle görüşüp çocuğun gelecek sınavda daha başarılı olması için neler yapılabileceğini bulmaya çalışınız.

Notla ilgili bir diğer husus da, öğretmenin not olgusuna yaklaşımıdır. Not öğretmenin elinde bir silah değildir, olmamalıdır, olamaz. Sınıf içindeki otoritesini not tehdidine dayandıran bir öğretmenin mesleğinin hakkını verdiğini söylememiz mümkün değil. Asıl hedef öğrencinin iyi notlar alması değil, dersin gerektirdiği bilgi ve becerileri layıkıyla kazanması. Her şeyi sular seller gibi ezberleyip iki gün sonra unutacaksa, sınavdan aldığı yüksek notun sanal bir başarıyı yansıttığını bilmenizde yarar var. Gerçek başarı ise kalıcı bilgi ve becerilerin öğrenciyi zihnen zenginleştirmesine bağlıdır. Çocuğunuzun herhangi bir öğretmeni sınıfa hâkim olmak ya da başka bir şey için “bak, zayıf not veririm ha!” şeklinde bir yaklaşım sergiliyorsa bunun hatalı olduğunu uygun bir dille önce kendisine, sonuç alamazsanız okul yönetimine anlatınız.

Unutulmaması gereken bir gerçek var: Çocuk korktuğu kişiye saygı duymaz, onu örnek almaz. Asıl örnek alacağı, hayranlık duyduğu insandır. Mesleğinin hakkını veren her öğretmen, öğrencilerinde böyle bir hayranlık uyandıracak etkiye ve karizmaya sahiptir.

Bu yazıda mesleğinin hakkını veren bir öğretmenin hangi özelliklerinden söz ettik, özetleyelim:
  • Öğretmen fedakâr olmalıdır. Zamanını, ilgisini ve emeğini öğrencilerinden hiçbir gerekçeyle esirgememelidir.
  • Öğretmen sabırlı, özenli ve titiz olmalıdır. Seramik ustasının çamuru yoğurup şekillendirdiği gibi, öğretmen de genç zihinleri biçimlendirir. Bu yüzden işini sabırla, özenle ve titizlikle yapmak durumundadır.
  • Öğretmenlik sanıldığı gibi kolay biri meslek değildir. Mesleğini hafife alan bir öğretmene şüpheyle yaklaşmak gerekir.
  • Öğretmen kendi zamanında değil, öğrencilerinin çağında yaşamalıdır. Onlarla aynı dili konuşmalı, aynı teknolojileri kullanmalı, onların ihtiyaçlarına çözüm getirecek yolları bulmak için gayret sarf etmelidir.
  • Öğretmen dersini anlaşılır kılmanın yollarını aramalıdır. Mesleki gelişim çalışmalarına katılmayan, kendisini ve bilgilerini tazelemeyen öğretmenin bir süre sonra öğrencileriyle arasındaki bağ zayıflayacaktır.
  • Öğretmen adaletli olmalıdır. Örneğin o güne kadar tüm ödevlerini düzenli şekilde yapmış öğrencinin bir derse ödevsiz gelmesi halinde ona kızmamalı, ceza vermeden önce sorunun nedenini araştırmalıdır.
  • Öğretmen objektif, yani tarafsız olmalıdır. Mesleğinin yan etkisi olan çocuk sevgisi, onun öğrenci hakkındaki değerlendirmelerini etkilememelidir.
  • Öğretmen herhangi bir şekilde korkutucu olmamalıdır. Öğrencileri tarafından sevilen, örnek alınan öğretmenler hem otoriter hem sevecen olanlarıdır. Öğrenciler ciddi, sözüne güvenilen ve bilgisi sağlam bir öğretmeni diğerlerinden kolayca ayırt eder. 

Bu yazı, yazarın "Okul Dediğin - Çocuğunuz İçin Uygun Eğitim Ortamını Bulma ve Oluşturma Kılavuzu" adlı kitabından uyarlanmıştır. 

http://vivahiba.com/article/show/ogretmenlik-hakkinda-bilmediginiz-her-sey/

KRAL OLMADIĞI ÜLKEDE YAŞAYAMAYANLAR



Ukala insanlardan bıktık, değil mi?

Ne yana baksak kibirle şişmiş, kendini övmekten ağzı burnu çarpılmış birini görüyoruz.
Her şeyi onlar bilir.
Her yaptıkları doğrudur.
Öyle haklıdırlar, öyle haklıdırlar ki adeta haklı doğmuşlardır, bu dünyaya. Kral olmadıkları ülkede yaşayamayacakları için, haklı olarak (!) kendilerini yaşadıkları yerin kralı ilan eder, paşa gönülleri neyi çekerse onu talep ederler.

Masum bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadıkça aydınlığa çıkmayız elbette. Peki ya masum bir bebekten megalomanlar yaratan çarpıklığımız? Onu sorgulamayacak mıyız? Burada masum bebekleri katile evirenleri tartışmak, üstesinden gelinecek gibi değil. Ancak kibirden sapıtanları ele alabiliriz.

Eğitimciler olarak elimize gelen masum çocukların ileride kibirli ve kural tanımaz kişilere dönüşmesini elbette istemeyiz. Anne babalar, aileler de muhakkak istemez. Kimse “benim çocuğum madrabazın önde gideni olsun” diye hayal kurmuyordur.

O halde nereden çıktı bu hata tutmaz teflon yüzlerle kaplı mahlûklar? Üstelik az da değiller. Her gün onlarcası bir köşeden giriyor hayatımıza…

Kendini her durumda haklı gören / gösteren, zapturapta gelmez, birlikte yaşadığı ya da çalıştığı kişileri çiğneyip geçen, hak – hukuk tanımayan, içi kof dışı cilalı birini hayatımızda istemiyorsak, çocuğumuza ya da küçük yaştaki öğrencimize şunları yapmamalıyız:

Anne – baba olarak aramızdan biri bir hanedana mensup değilse arabanın camına “içeride prens / prenses var” etiketi yapıştırmamalıyız. Çocuğumuzu prensim / prensesim diye sevmemeliyiz. Sevgimizi anlatmaya çalışırken çocuğun öz benlik algısını çarpıtabiliriz. Altı yaşına kadar kendini ciddi ciddi ayrıcalıklı biri sanarak büyüyen çocuğun okuldaki hayatı kolaylaşmayacaktır.

Çocuk kazara takılıp düştüğünde, bir yerini çarptığında masayı / sandalyeyi / halıyı dövmemeliyiz. Dikkatsizliği alışkanlık haline getirmesini istemiyorsak acısı dinene kadar sevip sarılmalı, sonra kendisine hatasını anlatmalıyız.

Ailece oturulan sofrada çocuğa özel yemek olmamalıdır. Herkes ne yiyorsa çocuk da onu yemelidir. 5 yaşındayken özel menü talep eden biri büyüdüğünde bunu hak olarak görecek, olur olmaz yerde ayrıcalık istemeyi doğal addetmeye başlayacaktır.

Çocuğun kendini bize duyurmak, ilgimizi çekmek için defalarca seslenmesine fırsat vermemeliyiz. Çocuk, biz başka bir şeyle meşgulken sırasını beklemeyi öğrenmelidir. Küçük bir el ya da baş hareketiyle susturulması ve kısa süre içinde istediği ilgiye kavuşturulması gerekir. Ardarda anne, anne / öğretmenim, öğretmenim diyerek dikkatimizi kendine çevirmeye alışmamalıdır.

Bu davranış yerleşirse ısrarcı ve başkalarına saygısı olmayan bir bireye dönüşmesi zor olmayacaktır. Yani hani bankada, postanede falan kuyrukta beklerken “bir şey soracağım” numarasıyla en öne girip sinsice işini yaptıran uyanık tip var ya, işte o da çocukken 10 defa 20 defa anne, anne diyordu, emin olun.

Yaptığı her resme “benim yavrum Picasso olacak” veya çektiği her şuta “Messi bu Messi” gibi aşırı övgülerle yaklaşmayın. Söylediği her şakıya “aman ne güzel sesi var” iltifatını yetiştirmeyin.
Gerçek bir başarı göstermeden ödüllendirmeyin. Örnekse notları zayıf bir çocuğa karne hediyesi almayın ya da arkadaşlarıyla kavga ettiği gün en sevdiği yemeği yapmayın. Hediyeyi ve diğer jestlerinizi başka bir güne saklayın, başka vesilelerle verin.

Çocuğun kıyafetlerini kendisinin seçmesi iyi hoş ama inatla “mavi gömleğimi giyeceğim” diye tutturması hayra alamet değil, bilesiniz. Çocuğu gerçek hayata hazırladığımızı daima aklımızda tutalım. Danışma, fikir sorma, oylama yapma, kararlarında esnek olabilme gibi vasıflar, hayatta daha çok işine yarayacaktır. Dediğim dedik birinin kaprisini iş dünyasına pek çekmeyeceklerini gayet iyi biliyorsunuz.

Çocuklar doğal olarak meraklıdır. Çok soru sorarlar. Kimi zaman da bu sorular “çalışmadığımız” yerden gelir. Çocuk bize gerçekçi ve bilimsel bir açıklama getiremeyeceğimiz bir soru sorarsa yapacağımız en iyi şey “bilmiyorum, gel birlikte öğrenelim” demek olacaktır. Kafadan atmamalıyız. Baştan savma bir şeyler söylememeliyiz. Küçük yaştaki çocuklar, Biri Bizi Gözetliyor evindeki kameralar gibidir. Her şeyi kaydederler ve en ummadığımız anda karşımıza çıkarırlar.

Çocuğunuz yenilgiye yabancı yetişmesin. Hayatta birçok defa başarısız olacak. İlk yenilgisini ne kadar erken yaşta alırsa o kadar iyi. Yanlışa yanlış, hataya hata demelisiniz. Aksi takdirde çocuğu kendini tepesine oturttuğu bir hayal dünyasına atıp, gerçekler karşısında güçsüz kalmasına yol açabilirsiniz.

Özetle, çocuğa kendinizi sevdirmek için fazladan bir şey yapmanıza gerek yoktur. Her çocuk annesini, babasını, aile büyüklerini, öğretmenini sever. 5 yaş altında bunlardan herhangi birine belirgin bir sevgisizlik gösteren çocuk yok denecek kadar azdır. Çocuğa yaranmaya çalışmak, onun gözünde en favori yetişkin olmaya çabalamak, bizi hataya götürür.

Çevrenizde kibirden şişmiş egolar görmek istemiyorsanız, masum bir bebeğin küstah bir megalomana dönüşmesine yol açan karanlığa yol döşemeyiniz.

İlk yayınlandığı yer

BİR ÖMRE ALTI HAYAT SIĞDIRAN NADİR DEVLET'İN YAŞAM ÖYKÜSÜ

İnsanın yurdu neresidir? Vatan nedir?

Doğduğu yerde kalamayan, doyduğu yerde ise meçhul bir anayurdun hasretiyle yanan insanın ömrü nasıl geçer?

Çin’de başlayan, İstanbul’a, Münih’e, New York’a ve nihayet Tataristan’a uzanan benzersiz bir yaşam öyküsü...

İçinden Sovyet çalışma kampları, Amerikan radyoları, 1950’lerin İstanbul’u, 1970’lerin Avrupa’sı, 2000’lerin solcuları, sağcıları geçen bir filmin setinde dolaşacaksınız.

2 yaşında anne – babasından koparılmış, 4 yaşında üç okyanus geçmiş ve her şeye rağmen hayatta kalmayı, gülmeyi ve mutlu olmayı becerebilmiş biri…

İki annesi, iki babası olan öksüz ve yetim bir oğul…

Kendini yoktan var eden bir adam…

Hayata eksi birden başlayan, Türkçeyi ilkokulda öğrenen, hem çalışıp hem okuyan bu yoksul çocuk, nasıl oldu da dünya çapında bir profesör haline geldi?

Türk Dünyası Araştırmaları alanında başarılı çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Nadir Devlet’in sıradışı yaşam öyküsünü, sevdiği kadının, eşi Beril Devlet’in kaleminden okuyacak, Hoca’ya bir nefes kadar yakından bakacak, onun yaşamına yanı başından tanıklık edeceksiniz.

Aşkları, hayalleri, hüsranları ve bütün kıvılcımlarıyla yetmiş yıllık eşsiz bir yaşam gözlerinizin önüne serilecek. Bir solukta okuyacağınız bu yaşam öyküsünde tebessüm, kahkaha, hüzün, merak size eşlik edecek.

"BAŞARILI ÇOCUK" PROJENİZ BAŞARISIZ OLABİLİR!

Ülkemizde özellikle şehirli, orta – üst orta sınıflarda çocuk yetiştirmek ebeveynler için neredeyse bir tür projeye dönüştü. Özellikle ileri yaşta çocuk sahibi olan eğitimli ana-babalar çocuğa ne yedireceklerini, onu nerede uyutacaklarını, neyi ne kadar ve nasıl yapacaklarını öğrenmek için internetin tozunu atıyor. Girilmedik site, doldurulmadık test bırakmıyorlar. Dersini en iyi çalışan, en çok araştırma (!) yapan ebeveynin, sonunda en şahane, en başarılı çocuklara sahip olacağı bir yarışmaya girmiş gibiler...

Başarı fetişizmi denecek hale gelen bu modanın türlü ekolleri var. Bazıları herkesin yaptığının tam tersini tercih etmeyi “havalı” buluyor, kimi de oyuncaktan yiyeceğe, sunulabilir hemen her şeyi çocuğun başından aşağı boca etmeyi iyi annelik, iyi babalık sanıyor.

Aklı karışan anne baba işler sarpa sarınca "iyi bir uzman" aramaya başlıyor. Sağdan soldan devşirdikleri enformasyonla pedagog / psikolog karşısına oturan ana babaların aldıkları tavsiyeler karşısında cevabı ortak: Ama biz…

Ama biz internette öyle okumadık…
Ama bizim beslenme uzmanı bir arkadaşlar var…
Ama biz o okula kaydettirmek için çok uğraştık…
Ama bizim hedeflerimiz farklı yönde…
Ama biz çocuğumuz için…
Emin oldukları “şey”ler bunlarla sınırlı değil.

Ellerindeki çocuk ister 8 aylık olsun ister 8 yaşında, ortada bir problem olduğundan yüzde yüz eminler. Her sabah kalkıp bu çocuk bugün ne sorun çıkaracak diye izlediklerinden şüpheleniyorum. Gözleri mütemadiyen çocuğun üzerinde: “Çavdar ekmeğini yemedi, acaba sindirim sisteminde bir sorun mu var?” ya da “Arkadaşıyla tartışınca psikolojisi bozuldu. İnternette okuduğum o bitki çayından mı içirsem.”

***

Bu pimpirikli tutum bazen öyle zıvanadan çıkıyor ki, çocuk için en zararlı ne ise onu, varsayılan derde deva gibi gösterebiliyor.
Örnek mi?

Bütün hafta anne – baba iş yerinde, çocuk evde bakıcı teyzeyle ya da büyükanneyle ev hapsinde. Nihayet hafta sonu geliyor. Çocuk cumartesi gününü kapalı spor salonunda, pazar gününü ise bir apartman dairesinde, sözümona bir oyun kulübünde geçiriyor.

Anne baba ise kendilerince çok mühim bir görevi yerine getirmekte: Şoförlük. Bu, "özenle seçilmiş" hafta sonu aktivitelerine çocuk tek başına gidecek değil ya! Ailecek arabaya biniliyor, bir binadan diğerine intikal (!) ediliyor. Çocuğun böylece meşgul tutulduğu saatler içinde de anne ile baba ya haftalık alışverişi hallediyor ya da arkadaşlarıyla buluşuyorlar.
Ne güzel işte, al sana sosyal aile!

Başka?

İlk duyduğumda afallamıştım: Gece uykusu bölünmesin, korkunca, acıkınca, kötü bir rüya görünce ağlayıp anne babayı kaldırmasın diye ilkokul çağına kadar ebeveyn yatağında uyutulan çocuklar var.

Daha?

Okuldan sonraki zamanını alışveriş merkezinde değerlendiren çocuklar! Bu yöntem daha ziyade ev hanımları için ‘bir taşla iki kuş’ hesabı yapılarak geliştirilmiş olmalı. Zira okuldan sonra anneler AVM kafelerinde çene çalarken, çocukları bu mekânlardaki oyun alanlarında vakit geçiriyor, bir oyuncaktan diğerine saldırıyor.

Hani temiz hava? Hani birlikte kaliteli zaman geçirme? Hani özgüveni gelişmiş, bağımsız çocuk?

Beslenme de ayrı bir mesele. Evde pişen yemekle hazır - ambalajlı yiyecek arasında kalan anne babalar (bu durumda özellikle anneler) hangi yolu seçse bir güçlüğün içinde buluyor, kendini. Çocuğun yiyeceği her şeyi evde pişirmek başlı başına bir mesai gerektiriyor ve ebeveynden birinin işi bırakıp evde kalması gerekiyor. Bu yapılamadığı takdirde ya eve bakıcı alınıyor ve onun çocuğa fena bir şeyler yedirmeyeceği umuluyor ya da beslenme konusunda titizlenmekten, içleri yana yana vazgeçiyorlar.

Bütün gün evden uzakta çalışan anne - babalar çocuğa yeterince zaman ayıramadığı düşüncesiyle bir vicdan azabına kapılıyor. Vicdanını rahatlatmak için de olmadık işlere kalkışıyor. Çocuğu oyuncak yağmuruna boğmalar, onun marka ayakkabı – giysi taleplerine yetişmek için kredi kartı limitini aşmalar, eşe dosta hava atabilmek için o bütçelerle ödenmesi imkânsız okul taksitlerini denkleştirmeye çalışmalar…

Vicdan rahatlıyor mu? Şüpheli.

***

Özellikle 30’larında, 40'larında çocuk sahibi olan çiftlerin sıkça düştükleri hatalardan, açmazlardan sadece bir kaçını sıraladım. Daha nice örnek var, biliyorsunuz.

Evladına büyük bir sevgiyle bağlı bu aklı karışık anne babaların uyguladığı yöntemler istenen sonucu verir mi, bu çılgınlıklara başvuran aileler sonunda hayallerindeki harika çocuğa kavuşur mu bilemem. Hiçbir eğitimci “şu formülü uygularsanız çocuk istediğiniz gibi biri olur” diyemez. Her çocuk ayrı bir bireydir ve her ailenin kendine has dinamikleri vardır.

Ben size "olmuş"lardan bahsedeyim. Ailelerinin gözünde harika çocuk sayıldılar mı bilinmez ama harika adamlar, harika kadınlar bakın nasıl koşullarda yetişmiş:


Maria Skłodowska adıyla 1867’de Varşova’da dünyaya gelen, 1903’te Nobel Fizik ve 1911’de Nobel Kimya ödüllerine layık görülen büyük bilim insanı Marie Curie, annesini tüberkülozdan babasını da tifüsten kaybettiğinde henüz 11 yaşındaydı. Bir anlamda öksüz ve yetim büyüdü.

Elektrik ampulünün mucidi Thomas Alva Edison 7 kardeşin en küçüğü olarak dünyaya geldi. Henüz 1. sınıfa başladığı sene algısının yavaş olması nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Trenlerde işportacılık yaparken geçirdiği bir kaza sonucu sağırlığa yakın ciddi bir işitme sorunuyla başbaşa kaldı.

Dünyaca ünlü aktör Anthony Hopkins ’e teşhis edilemeyen disleksi (okuma bozukluğu) sorunu yüzünden okul yaşamı boyunca zekâ geriliği gerekçesiyle zor zamanlar yaşatıldı.

Steve Jobs, Bill Gates gibi modern teknolojinin dev isimleri okulda intibak sorunu yaşadılar ve her ikisi de üniversiteyi yarıda bıraktı.

Özetle: çocuk su gibidir, yolunu bulur. Anne - babalığın fazlası da zararlı olabilir. Biraz gevşeyiniz, biraz sakinleşiniz lütfen.

Çocuğunuza başarıya endeksli olmayan, koşulsuz bir sevgi sunmanız ve yeteneklerine uygun bir gelişme ortamı sağlamanız, anne baba olarak yapmanız gereken yegâne iştir. Bundan ötesi de sizin elinizde değildir.

Kaynak

KOBANİ'Yİ BIRAK, ŞU ÇOCUKLARA BAK!


Ülke gündemi, ülke iklimi allak bullak. Kan, toz ve paslı metal kokusu burnumuzu sızlatmaya başladı. Savaşın kokusu... Ölümün kokusu...

Belki bir savaşın ya da daha fecisi bir iç savaşın eşiğindeyiz. Yarın, gelecek hafta sokakta güven içinde yürüyebileceğimiz şüpheli... Bu çağın yetişkinleri olarak hatalı tercih ve eylemlerimizin bedelini yana yana ödeyeceğiz, anlaşılan. 

Peki ya çocuklar? Gençler?


Bizim her türlü saçmalığımıza, tüm rezil etme girişimlerimize rağmen bu ülkede eğitim alıp dünya ölçeğinde başarı kazanan çocuklarımız var! Bugünlerine verdiğimiz zarar yetmemiş gibi muhtemelen yarınlarına da kibrit suyu döküyoruz. 

Ama onlar bize rağmen gümbür gümbür geliyorlar ve yerimizi aldıklarında hayatımız çok daha üretken, çok daha huzurlu, çok daha özgür olacak. Ardımızda bıraktığımız bunca utanç ve kabahati temizleyecek olan da, ömrü vefa edenlerimiz için güzel bir yaşlılık inşa edecek olan da onlar: Şahane çocuklar!  

Bu yazıda sadece üçünü tanıtacağım size. Birini yakından tanıma mutluluğuna eriştiğim bu gencecik simalara iyi bakın. Adlarını belleğinize iyice kazıyın. Gelecekte övünebileceğimiz az sayıdaki değerlerimiz onlar, çünkü.


İlayda Şamilgil 

Şu porselen bebeklere benzeyen güzelim yüzüne bir bakın. O 17 - 18 yaşlarında gencecik bir liseli. Fizik ile ilgileniyor. Evet, evet. Fizik bilimi ile! 


Bin bir emek ve hevesle "Sıvılardaki Su Oranını Mıknatısla Ölçebilen Ucuz, Hızlı ve Taşınabilir Bir Sistem" adında bir proje hazırlamış, TÜBİTAK'a yollamış. Bilimin adını taşıyan ama bilimden her geçen gün tilki görmüş tavşan gibi kaçan bu kurumun "yetkili"leri İlayda'nın bir yıllık çalışma ürünü projesini reddetmiş. 

Ama kız çetin ceviz! Gencecik yaşına rağmen şevki kırılmamış, yüzünde sivilce çıksa tripten tripe akan akranları gibi davranmamış. Azimle, projesini birkaç basamak yukarı, "Nobel Fizik Ödülüne İlk Adım" yarışmasına yollamış ve (sıkı durun) tam beş bin (5.000) proje arasında birinci olmuş

Nasıl? Şahane, değil mi?

Evladım, İlaydacığım, sen melek misin? Bu aklı çorak fikri kırık milletin içine uzaydan mı düştün güzel kızım? Hay bin yaşayasın! Var olasın... Bu yazıyla kucaklar, alnından öperim. 

Elbette ülkemizin gururu olan İlayda'nın ailesine, MEF Lisesindeki öğretmenlerine de ayrı ayrı tebriklerimi sunuyorum ve kendimi tutamayıp slogan atıyorum: BİR, İKİ, ÜÇ, DAHA FAZLA İLAYDA!


Pari Dukoviç

Pari'yi İstanbul - Üsküdar'daki Eyüboğlu Kolejinde öğretmenlik yaptığım yıllarda tanıdım. 

Dersine girmememe rağmen koridordaki, törenlerdeki, toplu etkinliklerdeki üslubu ile kendini en az 500 öğrencisi olan bir öğretmen olan bana bile tanıtmıştı. Bambaşka, nefis bir çocuktu. Zaman makinesi ile insanın insan olacağı, binlerce yıl ilerideki bir çağa inecekken, bir aksilik olmuş da zamanımıza düşmüş gibiydi. Öyle zarif, öyle zeki, öyle hayat dolu...

Pari muhteşem bir fotoğrafçı oldu. ABD Başkanı Barrack Obama'nın fotoğraflarını çekti. Eğitimine ve başarılı sanat kariyerine liseden sonra gittiği ABD'de devam ediyor. 

Pari'den de daha çok olsa, Pari'lerimiz de artsa keşke... O binlerce yıllık "insanlık" yolculuğunda azıcık ileri sarsak filmi...


 

Levent Alpöge

Veee bir süperstar! 

Levent aslında Türkiye'de okumamış, Türk eğitim sisteminin merdanesinde sıkılmamış. O da ABD'de yaşıyor ve mükemmel Türkçe konuşuyor. Anne ve babası Türk ve her ikisi de bilgisayar mühendisi. 

Levent bu yıl tarihe geçti. Harvard Üniversitesini tam puanla ve birincilikle bitirdi. Doktora eğitimi ve çalışmaları için önce Cambridge sonra Princeton Üniversitelerine devam edecek. Elbette burslu olarak. 

Bizim pek alışık olmadığımız bir durum ama gelişmiş ülkelerde başarılı gençler büyük ve anlamlı burslarla destekleniyor. Bizde vakayı adiye olan ise diploma töreninde yaptığı konuşmayı beğenmediğimiz okul birincilerini tehdit ve tahkir etmek, hatta birincilik unvanını elinden almak... 

Neyse, bugünün kasvetine teslim olmayalım. Gelecekte hayatın dümeni işte böyle gençlerin elinde olacak. Neyse ki bizler toprak olup gideceğiz.