Benzeme



Zaman çalacak tenimizden
Zarafeti, vakarı, ihtişamı
Çatır çatır sökecek rütbelerimizi
Bir avazda ihtiyarlayacağız
Tıpatıp birbirimize benzeyeceğiz
Sonunda. 


Öğretmenlik: Bir tatlı kaçıklık hali…



ABD’li düşünür ve hukukçu Clarence S. Darrow, “Hayatımızın ilk yarısını anne-babamız, ikinci yarısını da çocuklarımız mahveder” diyor. Çocuk sahibi olmak, çocuk yetiştirmek doğal bir eylem olmakla beraber acaba düşündüğümüz kadar “herkesin harcı” kolay bir iş mi?


Öğretmenler için eğitim – öğretim yılının en zorlu periyodu tatil dönüşleridir. Zira çocuk her tatilde, okulda öğrendiği davranışları unutur, alışkanlıkları yitirir. İlk haftalarda hangi sınıfın kapısından başınızı uzatsanız aynı manzarayla karşılaşırsınız: Çöpler yerlere atılmış, sıra-sandalye düzeni bozuk, avazı çıktığı kadar bağırarak öğrencilerine kendini dinletmeye çalışan, siniri burnunda bir öğretmen ve durmaksızın konuşan, itişen çocuklar…


Yıllar önceydi. Çalıştığım okulun öğrenci servislerinde çocuklarla birlikte seyahat ediyorduk. O zamanlar çocukları adeta (tabirimi mazur görün ama öyle duruyor) saksı gibi evin kapısından alıp servise tıkıştıran “abla”lar henüz icat edilmemişti. Çocukların eve dönüş yolunda başlarına bir aksilik gelmemesini gözetmek, biz öğretmenlerin göreviydi. 


O yıllardan...


Hafızam beni yanıltmıyorsa sömestr tatilinin hemen sonrasıydı. Okul kapısından henüz ayrılmıştık. Servis aracının ön koltuğunda oturuyordum. Önümüzdeki servisin camı açıldı, yola boş bir meşrubat kutusu fırlatıldı. Bunu yapan 8. sınıfa devam eden bir öğrenciydi ve sokakların çöplük olmadığını öğrenmiş olması gerekiyordu, yanılıyor muyum?


Hemen şoförden rica ettim, öndeki servisi güvenli bir yerde durdurttum. İndim, aracın kapısını açtım, dikkat çekici (!) hal ve tavırları nedeniyle olsa gerek, dersine girmediğim halde ismen tanıdığım öğrenciyi araçtan indirdim.

-          Servisten in ve benimle gel.
-          Ama hocam, ben bir şey yapmadım ki!
-          Sana bir şey yaptın demedim. Benimle gel, düzeltmemiz gereken bir hata var.

Aramızdaki konuşma bu diyalogdan ibaret. Sonra sessizce yolun gerisine yürüdük. Fırlattığı içecek kutusunu aldı, çantasına koydu ve yine sessizce servise döndük. Mutsuzdu ve mahcup olmuştu. İlerleyen günlerde bir müddet bana selam vermedi, gördüğü yerde yolunu değiştirdi. Başarmıştım! 


Anne babaların çocuğa kendilerini sevdirmek için aşırı çaba sarf ettiğini gözlemliyorum. Bu yanlış. Çocukluk ve ilk ergenlik döneminde çocuğun en büyük ihtiyacı sınırlarını bilmektir. Elbette çocuğunuzu sevecek, gözünün içine bakacaksınız. Bir Alman mürebbiye edası takınmanızı önerecek değilim. Ancak gelecekte kişilikli, özgüveni gelişmiş, toplum içinde alay konusu edilmeyen bir birey yetiştirmek istiyorsanız “tatlı sert” bir üslup tutturmak durumundasınız. Çocuk, bunu ifade edemez ama neyi yapabileceğini, neyi yapamayacağını, görevlerinin ve haklarının açık tanımını ve sınırlarını bilmek ister. 


Darrow’un tabiriyle hayatının ilk yarısı bir anlamda anne babası tarafından mahvedilmiş bu öğrenciyle geçenlerde markette karşılaştım. Öyle acayip bir tesadüftü ki bu yazıyı yazmama neden oldu. Kocaman delikanlı olmuş. Üniversiteyi bitirmiş. Askere gidecekmiş. Rastlaştığımızda yanında 10-11 yaşlarındaki kardeşi vardı ve bizimki kızın yere attığı kâğıt mendili topluyordu. Elimi öptü, ayaküstü lafladık. “Hocam, bu kız çok pis ya” dedi. Çaktırmadan göz kırptık, gülümsedik. 


İçimden, şunların anne babasıyla bir tanışsam da çevre kirliliği ve görgü kuralları hakkında can sıkıcı bir konuşma yapsam diye geçirdim. Delilik işte…