HER ŞEY ZIDDINA MUHTAÇTIR


Nietzsche Nietzsche demiş ki, Tanrının büyük yanılgısı: Birkaç büyük adam için değersiz kalabalıklar yaratmak.

En az on beş yıl önceydi. Nietzsche’nin Aforizmalarını okuyor, hayranlıktan ayılıp bayılıyordum… Çok sevdiğim bir öğrencim ile yukarıdaki özlü sözü paylaştım. Kendimden ve Friedrich’ciğimden emin, mikrofonik bir tonlamayla “ya, bak ne kadar etkili ve haklı Nietzsche, değil mi?” dedim. Aldığım cevap beynime atılmış bir şaplak gibi geldi: “Yooo. Bence çok saçma. O değersiz kalabalıklar olmasaydı, birkaç büyük adam neye göre büyük olacaktı?”

Beni sersemleten, ezberimi bozan, emin olduğumu katlayıp çöpe atan kişi, bunları söylediğinde sadece 18 yaşındaydı. Lise sona gidiyordu ve üniversite sınavına hazırlanmak için benim Tarih öğretmeni olduğum dershaneye devam ediyordu. Devam ediyordu dedimse, babasının zoruyla orada bulunmaktan ibaret bir durumdu, gelişi. Yoksa ne sınav ne de üniversite umurunda değildi. Varsa yoksa bilim kurgu, varsa yoksa FRP, varsa yoksa çizim… Yani öğretmen milletinin nazarında muteber, öğrenci taifesinin lügatinde “inek” tabir edilenlerden hiç değildi. Pek felsefe okuduğu da söylenemezdi üstelik.

Bu şahane delikanlı gibi nice öğrencilerim oldu. Kendimce anıtlaştırdığım filozofları, ulemayı, tarihi karakterleri birer – ikişer cümleyle yıkıp geçtiler.

Mesela bir defasında senenin ilk dersinde ölsem bile unutamayacağım bir evlat ile karşılaştım. Tarihe giriş mahiyetinde bir ders yapardım, o zamanlar. Devlet türleri, yönetim türleri, hangi cumhuriyet demokratiktir hangileri değildir, tarih boyunca iz bırakmış siyasi akımlar falan… Böyle bir dersin sonunda yanıma geldi ve “hocam, Stalin dönemi Sovyetler Birliği her ne kadar komünizmle idare ediliyormuş gibi görünse de aslında yapılan sürgünler, çalışma kampları, sansür falan… Hep faşizm değil mi?”

Nasıl ama? İnsanın bir büyük açıp, karşısına oturtup, uzun saatler boyu sohbet edesi gelmez mi? Oysa bu soruyu soran da Anadolu’nun boynu bükük taşrasından İstanbul’a gelmiş, 17 yaşında bir lise son öğrencisi idi…

Bu ve benzeri nice deneyim, hemen her öğretmenin hafızasına kayıtlıdır. Bir sürü saçmalığın yanında oksijen çadırı gibi çocuklar gelir elinize. Sevmeye kıyamazsınız, ne öğreteceğini, nasıl öğreteceğini şaşırtırlar insana. Tiyatro oyuncusu için piyes sonunda patlayıveren alkış neyse, öğretmen için de bu klasta öğrenciler odur: Mesleki hazzın şahikaları.

Böyle çocuklar, böyle çocuklarla yaşadığım hocalık zevki bana önemli bir ders öğretti: Hepimiz zıddımıza muhtacız.

Mesela öğretmen. Her şeyi bilen, bildiğini sanan.
Neye ihtiyacı var? Temiz zihne. Öğretilerle karalama defterine döndürülmemiş, algıları çarpıtılmamış, zeki ve temiz bir dimağa.
Doktor? Hastalıklar olmasa tıbba ne hacet?
Hırsızlar, katiller ise bir bakıma avukatın, yargıcın ekmek kapısı…

Ya da yalancılar olmasa kime, neye göre dürüst diyeceğiz?
Veya tembeller olmasa kim çalışkan, aptallar olmasa kim akıllı addedilecek ve neye göre…

Listeyi uzatmak mümkün ve bir o kadar da gereksiz.

Bütün hafta işyerinde boğuştun.
Seni sinir ettiler.
Seni hiç anlamadılar.
Seni takdir etmediler.
Seni üzdüler.
Sana değer vermediler.
Sana haksızlık ettiler.
Sana yalan söylediler.
Sana…

Bugün Pazar. Evdesin. Hafta boyu yaşadıklarına bir de şu gözle bakmaya ne dersin:
Bunların tümüne muhtaçsın. Sen, sen olabilmek için zıddına muhtaçsın. Yalancılara, aptallara, sersemlere, uğursuzlara, düzenbazlara muhtaçsın. Onlar var diye sen dürüst, akıllı, becerikli, güvenilir ve namuslusun. Defterdeki karalamaları iyice temizle, mutlaka sen de göreceksin. İyi pazarlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder