BURUN UZATAN, DİL ŞİŞİREN YALANLAR


Bir dönemin Lise II Tarih ders kitabında bir bölüm “Tarih Öncesinde Türkiye” diye bir başlığa sahiptir. Tarih öncesi çağlarda, yani günümüzden 4 bin yıl önce Türkiye denince herhalde Orta Asya kastediliyor sanmayın. Basbayağı Anadolu, anlatılan. Türkler Anadolu’ya 3 bin yıl sonra göçecekmiş, o devirde Türk kimliğini Anadolu’ya konumlandırmak bilimsel olarak mümkün değilmiş falan filan. Ders kitabını yazan, yazdıran kafalar bilimden ziyade reklamcılığa, propagandaya yatkın olunca sınıfta pirincin taşını ayıklamak, öğretmene düşüyor.

Resmi tarih sıfatıyla hunharca aşağılanan Tarih ders malzemelerinin bu muameleyi hak etmediğini söylemek de kolay değil hani…

Patolojik yalancılık yaklaşımıyla ele alınan meselelerden biri de Osmanlı Ermenileri. İmkân olsa koca koca sadrazamların, mimarların, hekimbaşıların adını telaffuz etmeyecekler. Denemiyor da değiller. Sabırla ve bilimsel bilgiyle bu hastalığı tedavi etmek gerekiyor.

Mimarlık müzesi de bu istikamette şahane bir iş yapmış, “BATILILAŞAN İSTANBUL’UN ERMENİ MİMARLARI” başlıklı bir sanal sergi açmış. Sergi sanal. Yani internet üzerinden geziliyor.
Bakın, hemen şurada: http://www.archmuseum.org/Gallery/Detail.aspx?CategoryID=62  
Sergide Osmanlı İmparatorluğundan kalan nice anıtsal mirasın, sarayların, camilerin, hanların, kiliselerin, okulların ve hatta iskelelerin hangi Ermeni mimarlar tarafından yapıldığını tek tek görebilirsiniz. Bazılarını biliyor olsanız da şaşıracaklarınız çıkacaktır, emin olun.

mimarlik_muzesi 

Bir buçuk yıl önce bu mekânlardan birine, Dolmabahçe Sarayına gitmiştim. Turist avareliğiyle yaptığım bu gezide yine bilimsel doğruculuk savaşına düşeceğim aklımın ucundan geçmezdi. O vakit kişisel blogumda yaşadıklarımı paylaşmıştım. Gelin, Kasım 2012 tarihli o yazımı siz Viral Edito okuyucularına da aktarayım:

Dolmabahçe artık canımı sıkmıyor


Dolmabahçe Sarayı’na hep okul gezisiyle gittiğimden, dünkü turu ilk ziyaret saysam yeridir. Zira neredeyse 8 – 10 defa gittiğim saray, ilk kez gözüme görünür oldu. 

Geziye giden bir öğretmen için baktığı her yer çocuk başıdır ve on dakikada bir o başları saymak en önemli faaliyettir. Bu yüzden Gelibolu’da ya da Topkapı Sarayı’nda olmak birbirinden farksızdır. Okul gezisi demek tehlike demek, tedbir, temkin demek.

Belki bu yüzden, belki sebep olduğu ağır maddi yük nedeniyle ama muhtemelen en çok da Atatürk’ün var iken yok olduğu mekan olmasından dolayı, Dolmabahçe daima canımı sıkmıştır. Önünden geçerken bile ruhen ekşir, içten içe “pfff”ırdarım. 

dolmabahce1


Ama dünkü geziden sonra binanın yaydığı kasvetten ebediyyen kurtulmuş bulunuyorum. “Seni yeneceğim Dolmabahçe” azmiyle girmedim elbet kapıdan, ancak çıkarken attığım her ağırbaşlı hoca’nım adımına inat, görünmez bir velet dönüp dönüp dil çıkardı, nanik yaptı, sarayın orasına burasına.

Nasıl oldu da o çirkin binanın üstüme saldığı uğursuz efsun dağıldı? 

Anladım ki saray korkak. Korkak bir organizmanın karşıdakini ürkütmesi, bunaltması mümkün değil. O derece korkak ki, hiçbir ziyaretçiyi içeri hür başına almıyorlar. Saray insanlardan korkuyor. 

Belli saatte Türkçe veya İngilizce olarak yapılacak rehberli tur için kapıda tıkış tepiş olunuyor, ayaklara galoş geçiriliyor. Türk sporlarından kapıda yığılma ve ilk geçen olma müsabakaları sessiz bir anlaşma ile burada da yapıldı. Bir ben bir de 6-7 yaşlarında iki yakışıklı, oyunbozanlık edip kenardaki sıralara oturarak dipdibe yığılma eylemini protesto ettik.

Rehberimiz gençten, akça pakça bir delikanlı. Ezberini -maaşallah- sular seller gibi yapmış. Her gün birkaç defa aynı lakırdıları papağanlamaktan rahatsız görünmüyor. Hatta pek memnun, bize “uyulması gereken kurallar”ı zikrederken. Birinci kural, fotoğraf, film çekmek yasssssak. Sonra parkelere basmak da yassssak. Dokunmak, zinhar! Yedi büyük günahtan biri. 

Kimse beni sürü güdüsüne kaptırmasın, itiştirmesin diye en arkada kalmaya karar veriyorum. Zira kafilenin kemik yaşı ile akıl yaşının birbirini tuttuğundan emin değilim. Rehberin söylediklerini yüksek sesle kendine tekrarlayanlar var. Neme lazım. 

Dolmabahçe_Saat_Kulesi


Bahçeye girerken gözüm saat kulesine takılmıştı. Karaköy tarafındaki saat doğru zamanı gösterirken, deniz tarafındaki 15 dakika ileriydi. Maksat martıları kandırmak herhalde diye düşünüp, şimdi içeride kimleri nelerle kandıracakları merakıyla tebessüm ettim. 

Tur iki bölümden oluşuyor. Selamlık kısmını 45 dakikada katediyor, her iki katı da teferruatlı dolaşıyorsunuz. Burası bitince deniz tarafından bahçeye geçiliyor ve bir L çizerek Harem’e ulaşılıyor. 

Harem’de ayrı bir rehber eşliğinde olabildiğince Atatürk’ün izlerine vurgu yapılarak bir 35 – 40 dakika daha dolaşılıyor. Dev avizeli meşhur muayede salonu Selamlıkta. Atatürk’ün çalışma odası ve son yatağı ise Haremde.

Beylik lakırdıyla bezeli, gayet iç bayıcı rehber repliklerinden bunalarak merak ettiğim birkaç hususu sordum. Baştakilere yanıt aldım, sonuncu havada asılı kaldı. Gittiğinizde alın onu salındığı yerden, lütfen. 

dolmabahce_avize


Evvela tavan süslemelerinin hangi malzeme üzerine yapıldığını sordum. Alçıymış. Ben ahşap sanırdım, şaşırdım. Bu bilgi hemen bir soru daha yavruladı: 1,5 ila 4,5 ton ağırlıklarındaki bu avizeleri ne taşıyor? Çatıda çelik kirişler varmış. Mantıklı. Ama kat aralarında böyle güçlü taşıyıcılar olmasa gerek çünkü parke zemin öyle bir titriyor ki attığımız her adımda kristal avize ve şamdanların (boyu benden uzun) taşları şıngırdıyor. Yoo yooo depremde burada olmak istemeyiz. 

Muayede salonunda Selamlık gezisinin sonuna gelmişken kafiledekilerden biri “binanın inşaatını kim yapmış?” deyiverdi. Rehber delikanlının cevabı, bin yıllık manipülatif resmi söylemi tekrarladı ve içinde bulunduğumuz şık salonu adeta çamura buladı. Efendim, “Kayserili hristiyan yabancılar” yapmış. 

Pardon? 
dolmabahce_balyan

Osmanlının en tumturaklı binalarını çizen ve inşa eden Balyan ailesi, bu ailenin seçkin üyesi ve Dolmabahçe’nin mimarı Garabet Balyan ne zaman ‘yabancı’ oldu? Ermeni demek neden bu kadar zor? Nasıl bir ‘kenarından dolaşıp kaçıverme’ tavrı bu?

Sinirim tepeme zıpladı. Yüksek sesle “Ermeni! Ermeni!” dedim. Rehberimiz zehir yutmuş fare gibi sarardı ve telaşla şu sözleri sıraladı: “Binanın yapımında en çok Kastamonulu işçiler çalışmıştır. Halılarımız da Uşak ve Hereke’de dokunmuştur.” Pekâlâ, kendin kaşındın evlat. Gezi boyunca sıraladığın eciş bücüşlere karşı kendimi tuttum, şimdi canını yakacağım. 

Sordum: Bu devasa avizeler ilk yapıldığında muhakkak mum ve gaz ile çalışıyordu. Elektrik aksamını yapan kim? 

El cevap: Avizeler İngiltere’de yaptırıldı (bak sen!). 1912 yılında sarayımıza elektrik, telefon hatları ve kalorifer tertibatı döşendi.

Israr: Onu sormuyorum. Avizeleri elektrikle çalışacak hale getiren ustalar hangi memleketten? Türk olmasa gerek. Zira elektrik yeni yeni geliyordu o devirde. Yetişmiş eleman yoktur.

İki omzu yerde: Bilmiyorum. 

Öğrenir umarım. En azından İstanbul’un elektrifikasyon tarihçesi hakkında şu makaleyi okuması yerinde olur. Doğrusu ben de bilmiyorum, saray avizelerinin kim ya da kimler tarafından elektriğe çevrildiğini. Ama meselenin akademik / entelektüel bir merak uyandırdığı kesin. Genç hocalarımız çalışır herhalde. Ben yalandan dili şişen rehberi rahatsız etmekle vazifemi tamamladım.


Harem kısmına geçiyoruz. Bu defa rehberimiz kadın. Küçük bir kızken tiyatrocu olmak istemiş sanırım. Sakil bir Othello tonlamasıyla konuşuyor, vurguları olmadık yerlerde.

Haremin zemini hasırla kaplı. Kurallar burada da ilkokul 2. sınıf talebelerine hitap edercesine tekrarlanıyor. Bir tek “hııı, cısss” eksik. 

Üç katlı Haremin en belirgin özelliği bazı odalarının Atatürk tarafından 1927 yılından itibaren kullanılmış olması. Gezilenin bir Osmanlı sarayından ziyade Cumhurbaşkanlığı köşkü zannedilmesi, bu yoğun ve samimi sevgiyle bezenmiş Atatürk öykülerinden kaynaklanıyor. Buralı olmayanların kafası karışıyordur, eminim.

dolmabahce_asansor


Samimi sevgi derken ironi yapmadım. Atatürk’ün sağlığı kötüleyince, binaya giriş – çıkışı için 1937’de yaptırılan asansörü anlatıp gösterirken rehberin sesi titredi mesela. 

Üstüne iki orta yaşlı kadın ziyaretçinin kafilenin gerisinden gelerek müfettişlik eden görevliye (sanırım avcuna 3-5 para sıkıştırarak) yasak olmasına rağmen Ata’nın son yatağı yanında fotoğraf çektirmesi, kamerada çekilen fotoğrafa bakarken ah – vah etmesi, bunun kanıtı. 


 dolmabahce_ata

Canım Atatürk. Hayallerimizdeki babaydı. 

Sert, hep haklı, yol gösteren, emreden, korkulan, dehşetle korkulan ama kanatları altındaki korunaklı boş vermişlik nedeniyle pek çok sevdiğimiz babamız. 

Babası akıllı olanların akla ihtiyacı yoktur ne de olsa ve salaklık büyük konfordur insanoğlu için…


Ne demiş İtilaf Devletleri, “ignorace is bliss”. 

Aklımı kurcalıyor: Evdeki gardıropta kaç tane giysiniz var? Kaç ayakkabı? Kaç terlik? Çok, değil mi… Atatürk’ün kaç giysisini biliyoruz, sergilenen? Nerede bu gardırop? Atatürk’ün üç beş gömlek ve üniforma dışında kıyafeti yok mu yani? İçim ürpererek hatırlıyorum: Vefatın hemen ardından Çankaya köşkündeki hususi eşyaları apar topar ve yerlerde sürüklenerek traktöre doldurulup atılmış. Bunu, hadisenin görgü tanığı bir devlet büyüğünün torunundan dinledim. Hep tevatür olmasını dileyeceğim bir ayıp. Büyük ayıp.

Söylemeden geçemem: Ermeni asıllı ressam İvan Ayvazovski’nin muhteşem tabloları asılı duvarlarda. Zonaro, Ussi, Cheblowski ve daha ne sanat abideleri.  

Bir not daha: Garip ama gerçek, sarayın bahçesinde bir kabir var! Üstelik muhtemelen Özbek birine ait. İşte resmi: 


 dolmabahce_kabir

Çerezler:
Sarayın arazisinin deniz doldurularak yapıldığından hiç kimse bahsetmedi. Adı üstünde oysa…

Türk kafile ile gezdim ama çevrede Endonezyalı, Rus, Alman, Cezayirli, Mısırlı, Çinli ve Finlandiyalı turistler gördüm. Girişteki turnike makinasına bileti sokmak lazımmış, ben barkod okutmaya çalışıyordum. İngiliz bir teyze imdadıma yetişti.

Kafenin yemekleri çok kötü, çok. Soğuk döner, katmış patates. Tuvaletler temiz ama.

Gayet fırlatma kediler var. Büyükler eteklerimde yuvarlanmak, küçükler koynuma girmek suretiyle ömrümü uzattı.

Haremde valide sultan dairesinin girişinde bir çift sığır tablosu asılı. Pek abes olmuş doğrusu. 

Haremde sadece padişah ve valide sultan dairelerinin gün ışığı gören pencereleri var. Diğer odaların hepsinde pencereler bina içine, ya duvara ya karşıdaki dairenin camına bakıyor. Kadın kısmını “kapat”mak için harcanan enerjiyle… Neyse.

Türksen ve öğretmensen gezi ücreti 5 TL. Yabancıysan, biz burada yabancıları sevmeyiz yavrum: 40 TL. 

Saat müzesini göremedim. Başbakanlık çalışma ofisine dair de bir iz yok. Haberlerde işitmesem orada öyle bir yer olduğu aklımın ucundan geçmezdi.

Özellikle Harem kısmında kesif bir toz kokusu hâkim. Tamam, müzedir, eskidir ama arada bir temizleseler günah yazılmaz.

Sarayı kullanan altı padişahın portreleri yanında Kaiser Wilhelm’inki ne arıyor kuzum?

Çınar ebadında manolya ağaçları var, bahçede. Çıkarken kulağıma “mayısta gelsene akıllım” diye fısıldadılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder