DERSLİKTE NELER OLUYOR?

DERSLİKTE NELER OLUYOR? 
 
Çocuğunuzun okuluna ara sıra da olsa gidiyor musunuz? Gittiğinizde dersliklere girdiğiniz oluyor mu? Hiç değilse kendi çocuğunuzun gününü geçirdiği dersliği görmüşsünüzdür, değil mi?

İçeride nasıl bir düzen var? Hababam Sınıfının yenisi çekilecek olsa, sizin çocuğun sınıfı on numara film seti olur mu?
Cevap evet ise eyvahlar olsun! 

Derslik, öğrenmenin büyük çoğunluğunun gerçekleştiği yer. Bir nevi kutsiyeti var, hem öğrencinin hem öğretmenin gözünde. Vaktinin çoğunu geçirdiği ve arkadaşlarıyla paylaştığı bu oda, çocuklar için neredeyse ev gibi, yuva gibi… 

Derslikler eskiden nasıldı, bugün nasıl? Bu sorunun cevabını görmek, öğrenme süreçlerinin de nasıl geliştiğini, değiştiğini anlamamıza yardımcı olacak. Böylece çocuğunuzun okulu, dersliği çağdaş niteliklere sahip mi değil mi bileceksiniz.

Bizim zamanımızda (ekranın bu tarafında yaş 40′larda) derslikler aşağı yukarı şöyleydi: 

classroom_retro3

Buna benzer ortamlarda öğrencilik ettik:

classroom_retro2

Biz de böyle parmak kaldırır, soruları herkesten önce cevaplamaya, öğretmenin gözüne girmeye çalışırdık…

classroom_retro

Yanımızdakiyle, arkamızdakiyle konuşmamız yasaktı. Sadece öğretmenle konuşabilirdik. O da söz alarak. 

Dersler genellikle öğretmenin konuşması, öğrencilerin dinlemesi ve not tutması şeklinde sürerdi. Bir sürü zeki ve yaratıcı arkadaşımız okuldan soğudu, tahsili yarıda bırakıp iş hayatına atıldıysa işte hep bu bezdirici, bu bitimsiz dinleyicilik hali yüzündendir. 

Şimdi olsa mesela… 

Bütün gün sessizce oturup birini / birilerini dinleyecek, deftere yazı yazacaksınız. Üstelik ergenlik çağındasınız. Eliniz dursa ayağınız pıt pıt atıyor… İçinizdeki enerji, yaşam coşkusu… 

Durabilir miydiniz? Ben duramazdım vallahi. Duramıyordum da zaten. Kafamı kıra kıra okuttular da, mezun olduk, öğretmen olduk işte :) 

Öğrencinin yaşının gerekleri ve öğrenme süreçlerinde ihtiyaç duyacağı donanım, artık eğitim planlamacılarının üzerinde düşündüğü ve eğitim ortamlarına yansıttığı faktörler. Günümüzde derslikler bizim zamanımızdaki gibi değil. Çünkü dersler öyle işlenmiyor. 

Bakın 21. yüzyılda derslikler nasıl:


  
Contemporary Classroom5

Artık çocuklar yanındaki arkadaşıyla konuşabiliyor, hatta konuşması isteniyor. Çocuklar çoğu kez üçgen masalardan oluşturulan sıra öbeklerinin etrafında oturuyolar. Öğrenme hem öğretmenden, hem arkadaşından hem de sınıftaki dijital veya analog donanımdan sağlanıyor. Bu da dersliğin döşenmesine, düzenine işte böyle yansıyor:







Contemporary Classroom10

Daha ileri yaş gruplarında ise yine çoklu etkileşimli öğrenme süreci prensibi takip ediliyor. Yani hoca anlatır, öğrenciler dinler sistemi üst sınıflarda da terk edilmiş durumda. Ancak yetişkinliğe yaklaştıkça sınıf düzeninde arkadaşla etkileşimin payı azalırken, teknolojinin payı artıyor. 



Contemporary Classroom6

Bunları sizlerle niçin paylaştım? Elalemin çocukları ne güzel dersliklerde okuyor dedirtmek için değil elbette.

Haklarınızı bilesiniz diye. 

Mağazada kasiyerin keyfi gelsin de bir kasa açılsın umuduyla, dakikalarca, elimizde satın almaya niyetlendiklerimizle kuzu kuzu bekleşiyoruz. Oysa sesimizi biraz yüksek çıkararak “bir kasa daha açar mısınız lütfen” deme hakkımız var. Mağazanın bizi boşu boşuna orada bekletmesi yanlış. Haksızlık, arsızlık olan onların yaptığı. Ve biz hakkımızı talep etmedikçe, emin olun kimse “buyurun alın” demeyecektir.

Çocuğunuzu ister özel okulda ister devlet okulunda okutuyor olun. Fark etmez. Çağdaş, kaliteli, devrin gereklerine uygun bir derslik, sizin hakkınız. Dahası çocuğunuzun hakkı. Hakkınızı talep ediniz, sevgili anne babalar. 

Her attığınız adımda vergi ödüyorsunuz. Ücretini devlete veya okul sahibine ödediğiniz olanakların size sunulması gerekir. Madem ki ülkemiz bölgesinin en önemli siyasi ve ekonomik gücü haline geldi, o halde resmi / özel hiçbir kurumun, sizi yirmi – otuz yıl öncenin dersliklerine mahkum etme hakkı yoktur. 

Ne demişler, ağlamayan çocuğa meme verilmez.
Ağlayın.
İsteyin.
Elde edene kadar yılmayın.
Bu kadarını, çocuklarınıza borçlusunuz. 


Not: Bu yazıda kullanılan görseller internetten derlenmiştir.

HER ŞEY ZIDDINA MUHTAÇTIR


Nietzsche Nietzsche demiş ki, Tanrının büyük yanılgısı: Birkaç büyük adam için değersiz kalabalıklar yaratmak.

En az on beş yıl önceydi. Nietzsche’nin Aforizmalarını okuyor, hayranlıktan ayılıp bayılıyordum… Çok sevdiğim bir öğrencim ile yukarıdaki özlü sözü paylaştım. Kendimden ve Friedrich’ciğimden emin, mikrofonik bir tonlamayla “ya, bak ne kadar etkili ve haklı Nietzsche, değil mi?” dedim. Aldığım cevap beynime atılmış bir şaplak gibi geldi: “Yooo. Bence çok saçma. O değersiz kalabalıklar olmasaydı, birkaç büyük adam neye göre büyük olacaktı?”

Beni sersemleten, ezberimi bozan, emin olduğumu katlayıp çöpe atan kişi, bunları söylediğinde sadece 18 yaşındaydı. Lise sona gidiyordu ve üniversite sınavına hazırlanmak için benim Tarih öğretmeni olduğum dershaneye devam ediyordu. Devam ediyordu dedimse, babasının zoruyla orada bulunmaktan ibaret bir durumdu, gelişi. Yoksa ne sınav ne de üniversite umurunda değildi. Varsa yoksa bilim kurgu, varsa yoksa FRP, varsa yoksa çizim… Yani öğretmen milletinin nazarında muteber, öğrenci taifesinin lügatinde “inek” tabir edilenlerden hiç değildi. Pek felsefe okuduğu da söylenemezdi üstelik.

Bu şahane delikanlı gibi nice öğrencilerim oldu. Kendimce anıtlaştırdığım filozofları, ulemayı, tarihi karakterleri birer – ikişer cümleyle yıkıp geçtiler.

Mesela bir defasında senenin ilk dersinde ölsem bile unutamayacağım bir evlat ile karşılaştım. Tarihe giriş mahiyetinde bir ders yapardım, o zamanlar. Devlet türleri, yönetim türleri, hangi cumhuriyet demokratiktir hangileri değildir, tarih boyunca iz bırakmış siyasi akımlar falan… Böyle bir dersin sonunda yanıma geldi ve “hocam, Stalin dönemi Sovyetler Birliği her ne kadar komünizmle idare ediliyormuş gibi görünse de aslında yapılan sürgünler, çalışma kampları, sansür falan… Hep faşizm değil mi?”

Nasıl ama? İnsanın bir büyük açıp, karşısına oturtup, uzun saatler boyu sohbet edesi gelmez mi? Oysa bu soruyu soran da Anadolu’nun boynu bükük taşrasından İstanbul’a gelmiş, 17 yaşında bir lise son öğrencisi idi…

Bu ve benzeri nice deneyim, hemen her öğretmenin hafızasına kayıtlıdır. Bir sürü saçmalığın yanında oksijen çadırı gibi çocuklar gelir elinize. Sevmeye kıyamazsınız, ne öğreteceğini, nasıl öğreteceğini şaşırtırlar insana. Tiyatro oyuncusu için piyes sonunda patlayıveren alkış neyse, öğretmen için de bu klasta öğrenciler odur: Mesleki hazzın şahikaları.

Böyle çocuklar, böyle çocuklarla yaşadığım hocalık zevki bana önemli bir ders öğretti: Hepimiz zıddımıza muhtacız.

Mesela öğretmen. Her şeyi bilen, bildiğini sanan.
Neye ihtiyacı var? Temiz zihne. Öğretilerle karalama defterine döndürülmemiş, algıları çarpıtılmamış, zeki ve temiz bir dimağa.
Doktor? Hastalıklar olmasa tıbba ne hacet?
Hırsızlar, katiller ise bir bakıma avukatın, yargıcın ekmek kapısı…

Ya da yalancılar olmasa kime, neye göre dürüst diyeceğiz?
Veya tembeller olmasa kim çalışkan, aptallar olmasa kim akıllı addedilecek ve neye göre…

Listeyi uzatmak mümkün ve bir o kadar da gereksiz.

Bütün hafta işyerinde boğuştun.
Seni sinir ettiler.
Seni hiç anlamadılar.
Seni takdir etmediler.
Seni üzdüler.
Sana değer vermediler.
Sana haksızlık ettiler.
Sana yalan söylediler.
Sana…

Bugün Pazar. Evdesin. Hafta boyu yaşadıklarına bir de şu gözle bakmaya ne dersin:
Bunların tümüne muhtaçsın. Sen, sen olabilmek için zıddına muhtaçsın. Yalancılara, aptallara, sersemlere, uğursuzlara, düzenbazlara muhtaçsın. Onlar var diye sen dürüst, akıllı, becerikli, güvenilir ve namuslusun. Defterdeki karalamaları iyice temizle, mutlaka sen de göreceksin. İyi pazarlar.

KAÇ PARALIK ADAMSIN?

Bütün değerlerin TL cinsinden ifade edildiği günlerdeyiz.

Son derece lağım zamanlardan geçiyoruz.

Eğitimin sektörleşmesi yetmezmiş gibi devlet üniversitelerinde bile “talep yok” bahanesiyle Fizik, Matematik bölümleri kapatılıyor.

Parası olan iyi eğitim alıyor,

Parası olan iyi doktora gidiyor,

Parası olan haklı çıkıyor, mahkemede bile…

Cahilin dili çözüldü. Azıcık başı sıkışınca hemen “kaç paralık adamsın?” lafını patlatıveriyor. Karşısındaki doktormuş, öğretmenmiş…

Ya sen? Kaç okulluk, kaç diplomalık adamsın? Soramıyoruz.

ogeder

Bu yangın yerinde üniversite hocalarının da hasırı tutuştu elbet.

Geçtiğimiz günlerde ÖGEDER (Öğretim Elemanları Derneği) bir video yayınladı. Akademyanın belkemiği araştırma görevlileri, öğretim görevlileri ve öğretim üyelerinin durumunu bir kez de böyle anlatmaya, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen üniversite dışındaki kamuoyuna sesini duyurmaya çalıştı.

Ben de eski bir öğretim görevlisi olarak bu sesi sizlere aktarmayı görev bilir, bundan onur duyarım. Hocaları bu feryada mahkûm edenler utansın. Utanmazlar ama utansınlar.



Not: Video şuradan alınmıştır.

24 NİSAN 1915′TE NE OLDU?

 

Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, 1914 yılında yapılan nüfus sayımına göre ülkede 1.173.000 Ermeni yaşıyormuş. 

Bugün?
Kaç Ermeni TC vatandaşı var?
60.000 kadar tahmin ediliyor. 

Nerede bu insanlar? Bir halkın nüfusu 99 yılda bir milyon yüz bin (en azından) azalır mı? Durduk yere…

Uzun lafın kısası, biz bir türlü sıfatı üzerinde anlaşamasak da, 99 yıldır kalplerde sızlayan bir ACI var. Ve acılar eskimez. Acılar erimez, yorulmaz, ufalanmaz…

Örneğin anneanneciğimden dinlediğim Bulgar mezalimi, hiç başıma gelmemiş olsa da canımı yakıyor. Hala… 1941′de evini, arazisini, iş yerlerini, topraklarını, anılarını, akrabalarını ve hayatlarını geride bırakarak can havliyle trene atlayıp Türkiye’ye sığınan Bulgaristan göçmenlerinin hatırası, benim zihnimde yankılanıyor. Hiç gitmediğim Filibe (Plovdiv) sokakları sanki rüyasından ansızın uyanmışım gibi gözümün önünde… 
 
Acının milliyeti olur mu? 

Vatanından kaçan / kovulan / sürülen kim olursa olsun, o acıyı bilir, hisseder. 

Muhacirlerin gözyaşları ortaktır, içlerine akar.

Uzun yıllar bir arada yaşayan çeşitli etnik kökenden halklar, bir sebepten, bir şekilde birbirini düşman belleyebiliyor, maalesef. Peki, etnik çatışmaları bitirmenin, çoluk çocuğa, insanlara ıstırap çektirmeden sulhe varmanın bir yolunu bulabilir miyiz?

stefan_wolff

Bulunmuşu var. TED için gönüllü altayazı çevirmenliği yapıyorum. İlgimi çeken konferanslar için Türkçe altyazı hazırlıyorum. Onlardan biri de Dr.Stefan Wolff‘un verdiği konferans. Birbirimizin acısını küçüklemeden, asaletimizi ve uygarlığımızı yitirmeden, acıları ve can kırıklarını birbiriyle yarıştırmak rezilliğine düşmeden çözebiliriz, etnik sorunları.
Hazır tarih 24 Nisan iken izleyiniz, izletiniz efendim.


23 NİSAN KUTLAMASI BÖYLE OLUR

23 NİSAN KUTLAMASI BÖYLE OLUR 
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun efendim.
Öyle TRT spikeri plastikliğinde değilim, hepinizin bayramını kutlamıyorum yalnız, belirteyim.
Nasıl? Ayıp mı?
Hiç sanmam.

Ulusal egemenliğin ne olduğunu bilmeyenlerin bayramını neden kutlayayım ki? Birine hayran olmak ile birine köle olmak, oyuncak olmak arasındaki farkı bilmeyen, bilse de aldırmayanlara bayram da yok, tebrik de.

23 Nisan, ulusal egemenlik bayramı. Demokrasi bayramı. Halk için, halka göre, halkın yararını gözeterek davranmanın makbul ve yüce kabul edildiği zamanlardan kalma… Halkın yararını en iyi yine halkın bileceği, kimsenin ama hiç kimsenin “ben dedim böyle olacak” kibrine yer bırakmayacak zamanlara uzanmasını umduğumuz bir bayram. İdi, en azından…

Şimdi içinden ulusun (kendi kaderi ve ülke geleceği üzerindeki) egemenliği unsurlarını çıkarıp akılları sıra 23 Nisan’ı “çocuk” meselesine indirgediğini zannedenler ileride çok ağlayacaklar. Çocuk inilecek bir kavram değil zira. Ardından koşulacak, yukarılara ve ilerilere taşımak için ter dökülecek bir mesele.

Demokratik haklarını talep ederken 13-14 yaşındaki kızlarını evlendirenler, ileri demokrasi reçetesi verirken 9-10 yaşındaki oğullarını işçi olarak çalıştıranlar bu yüzden inandırıcı değil ve bu yüzden kalıcı olamayacaklar. Çarkın kolunu elde tuttukları sürece martavallarını dinleyecek sonra bir anda unutacağız o ikiyüzlüleri. Bir Tarihçi olarak söylüyorum, kesin bilgidir: İnsanlık tarihi boyunca bu, böyle olmuştur. Aslolan, sahici olan, çağlar boyu yaşayacak olan hep evrensel doğrulardır.


Çocuk bayramında, ulusal egemenlik bayramında surat asıp tarihten ve toplumsal politikalardan bahsedecek değiliz. Bayrama yaraşır, kocaman bir tebessüm için gelin sizi biriyle tanıştırayım: Gustavo Dudamel.

dudamel_bolivar2

1981 doğumlu. Venezuelalı. Ülkenin en fakir bölgelerinden birinde doğmuş, El Sistema adı verilen, dezavantajlı çocukların yetenekleri doğrultusunda seçilmesi ve yetiştirilmesi şeklinde özetlenebilecek amaçla kurulmuş, ulusal bir kurum tarafından okutulmuş. Çağımızın en yetenekli genç orkestra şefi kabul ediliyor.

Gustavo Dudamel, tıpkı kendisi gibi en fakir, en varoş mahallelerden gelen, yetenek sınavıyla seçilmiş ve müzik eğitimi almaya başlamış gencecik çocuklardan bir orkestra kurdu. Hepsi ortaokul veya lise çağındaki bu şahane ekibin adı Simon Bolivar Senfoni Orkestrası.

Müzik dünyasında fırtına gibi esen bu güzel çocuklar eşliğinde bir kez daha, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Şahane evlatlar yetiştiren tüm aileleri, öğretmenleri, gönüllüleri, sosyal hizmet çalışanlarını ve kuruluşları kucaklar, öperim efendim.
Açın efendim, sesi açın!


ÖĞRETMENE MOBBİNG VAR!

ÖĞRETMENE MOBBİNG VAR!  

İsimler önemlidir. İnsan zihni bir şeye ne ad verdiğine göre tavır alır. Mesela bir tabancaya “suç aleti” dendiğinde tüm olan biten zihnimizde belirir. Ortada bir suç olduğunu anlamak için ayrıca izaha gerek kalmamıştır.

Ne yazık ki her isim böyle açık ve net olmuyor. Anlaşılması güç terimler, çoğunluğun şıp diye zihninde canlandıramadığı tabirler kullanmak da bir manipülasyon çeşidi, bir algı çarpıtma yöntemi. Böylelikle çoğu defa suçlar, kabahatler, utanç verici eylemler perdeleniyor, örtülüyor. Mobbing de böyle. Adının ardındaki suçu, ahlaksızlığı, utanmazlığı gizleyen, yabancı dilden aparılmış bir söz.

“Öğretmene mobbing” deyince bir anda ve tastamam neyin kastedildiğini anlamak kolay değil. Mobbing taciz demek, psikolojik yıpratma demek, kasten uygulanan bezdirme metotları demek… Mobbinge maruz kalanlar zamanla çalışma şevkini, özgüvenini ve iç huzurunu yitiriyor, çoğu defa istifa ediyor.
mobbing6

Mobbing sadece ofis hayatında değil, okullara da girmiş durumda. İlginç olanı öğretmene mobbing uygulayan da öğretmen. Meslekten, bilfiil derse giren veya eskiden girmiş ve hoca unvanı taşıyan kimseler. Çoğu idareci koltuğuna oturtulmuş zavallılar.

Ben her mobbingcinin bir zavallı olduğunu düşünürüm. (Acınası türden değil de, daha ziyade tiksindiren tipleri kastediyorum.) Neden zavallı? Çünkü mesleki açıdan kendine güvenen, kişiliği olgunlaşmış bireylerin astlarını taciz ederek, onları hayattan bezdirerek bir yere varmayı umması söz konusu olamaz.
mobbing5  

Verdiği dersi bilen bir hocaysa, oturduğu idari makamı dolduracak beceri, bilgi ve deneyime sahipse zaten doğal olarak liderliği kabul edilir. Oysa kifayetsiz, yetersiz kimselere idarecileri, patronları tarafından bahşedilen yetki ve makamlar, bu zavallıları aşağıda birkaç örneğini göreceğiniz çirkinliklere itiyor. Sonunda öğretmen eziliyor, öğretmen yıpranıyor…

Bir özel lise. Okul müdürü X Hanım, sert üslubu ve patavatsızlığı ile tanınıyor. Öğretmen Y o gün öğle teneffüsünden sonraki bir saatte, okul bahçesinden geçerek konferans salonuna, bir süre sonra başlayacak tiyatro kolu provasına gidiyor. Telaşının yanı sıra sabahtan beri altı saat derse girmiş, yorgun bir halde. Okul müdürü X Hanım bahçede rastladığı öğretmen Y’yi durdurarak, aniden “Kızım nedir senin bu kılıksızlığın böyle? Daha şık ve özenli giyin” deyiveriyor. Öğretmen Y de zaten gergin, yapıştırıyor cevabı: “Verdiğiniz maaşla ancak bu kadar giyinebiliyorum hocam.”

mobbing2
Bir vakıf üniversitesinin meslek yüksekokulu. MYO müdürü Prof. X Bey akademik kadroya, daha önceden tanıdığı bir öğretim görevlisini alıyor. Öğretim görevlisi Y’nin çalışacağı birimden bir başka öğretim görevlisi, Bay Z kendisiyle tanıştırılan bu yeni meslektaşın ayağını kaydırmayı aklına koymuş durumda. Zira kendisi emekli ve yaşı epey ileri. Yeni gelen Y Hanım ise genç ve kendi yerini almasından korkuyor. İlk fırsatta dekanlığa çıkıyor ve “Bu Prof. X Bey de gitmiş hamile bir kadını işe almış. Yarın bir gün kadın doğum iznine ayrılacak, dersler yine benim başıma kalacak” diyor. Dekan Prof. X Beyi çağırıp konuyu soruyor. Prof. X de öğretim görevlisi Y’yi odasına çekip, böyle mahrem bir konuda sorguluyor. Öğretim görevlisi Y hamile olmadığını, sadece biraz kilo aldığını anlatmak zorunda kalıyor. Bir öğretim yılı geçiyor ve ortada doğum, bebek ve sair olmayınca Bay Z’nin pis bir iftira attığı herkesçe anlaşılıyor.

Bir devlet okulu. Lise son sınıflara derse giren öğretmen X Bey, bir süredir adına gelen kredi kartı ekstrelerinin, faturaların kaybolmasından şikâyetçi. Durumu okul müdürü Y’ye anlatıyor. Okul müdürü öğretmenler odasındaki güvenlik kamerası kayıtlarını inceliyor. Söz konusu zarfların öğretmen X ile aynı branş derslere giren öğretmen Z tarafından alındığını tespit ediyor ve Bay Z’yi yanına çağırarak neden böyle yaptığını soruyor. Aldığı cevap düşük IQ timsali olduğu kadar utanmazca: “Bu öğretmen X neden hep lise sonlara giriyor ki hocam? Ben ondan daha kıdemliyim. Son sınıflara benim girmem lazım. Borçları birikince devletten istifa eder, özele geçer diye ümit etmiştim. Zor durumda kalması için yaptım.”
Mobbing3

Bir başka özel lise. Bölüm başkanı Bayan X bölüme yeni gelen öğretmen Bay Y ile aynı dersin hocası. Yeni gelenden rahatsız, zira başkanlığı ona kaptıracağını düşünüyor. Öğretmen Y’nin başka bölümden bekâr bir öğretmen ile gönül ilişkisi olduğu dedikodusunu yayıyor. Bunu öğretmen Y’nin karısı ile arkadaş olduğunu bildiği bir başka öğretmene anlatarak onun duymasını sağlıyor. Öğretmen Y’nin karısı ile arasında çıkan tartışmada olayın nereden ve kimden kaynaklandığı anlaşılıyor ve çift tarafından okul yönetimine yazılı olarak bildiriliyor.

***

Eminim içinizden “Ee? Sonunda ne olmuş?” diye soruyorsunuz.

Yukarıdaki mobbing hikâyelerinin tümü gerçek. Evvela bunu belirteyim. Dolayısıyla isim vermedim hatta isimlerin baş harflerini dahi kullanmadım. Hepsinin sonucu aynı: Mobbinciler yerli yerinde oturuyor, üstleri tarafından himaye ediliyor ve pis dolaplarına yeni kurbanlar verdiriyorlar. Mutlu son yok, ne yazık ki. Kötüler kazanmaya devam ediyor.

Mother scolding her sonMaalesef ülkemizde psikolojik taciz hakkında “Ne var ki bunda? Bütün iş yerlerinde oluyor” zihniyeti hâkim. Dişini sıkabilen dayanıyor, canı yanan ise kariyerini baltalamak pahasına istifa yoluna gidiyor. Başka sektörlerde de mobbing var, biliyorum. Ancak eğitim sektörünün özel bir durumu var. Mobbing yüzünden sinirleri gerilmiş bir öğretmen sizin, benim çocuğumuzun karşısına çıkıyor. Onu sözlü sınava çekiyor, not veriyor hatta azarlıyor. Elbette istemeden ama elde olmayarak hırsını öğrenciden çıkarıyor. Küçücük, gencecik öğrenciler dolaylı mobbinge maruz kalıyorlar…

Kendi işyerimizdeki mobbinge çeşitli sebeplerden göğüs germeyi seçebiliriz ama çocuklarımızın eğitim – öğretim ortamının bir sinir harbi meydanına dönmesine razı olmamalıyız. Psikolojik yıpratmaya maruz kalan, iftiraya uğrayan, hakları çiğnenen öğretmenlerin susmaması gerekir. Sendikalar mobbing kurbanı öğretmenlere ivedi ve etkili hukuksal destek vermelidir. Hatta bu iş sendikalara bile bırakılmamalı, bizzat Milli Eğitim Bakanlığı, İl ve İlçe Müdürlükleri tarafından hassasiyetle ele alınmalıdır. Mobbing yaptığı belirlenen öğretmenler ve eğitim yöneticileri derhal meslekten men edilmelidir. Öncelikle öğretmenin psikolojik sağlığı, ardından da öğrencilerin yani çocuklarımızın öğrenme ortamı korunmalıdır.

ÇOCUKLAR GÜZELDİR

 
 
Çocuklar olmasa okul binalarının kabristandan farkı kalmazdı. Eğitim ile haşır neşir olan herkes için çocuk, nefes demektir. 

Hele de aralarından öyle eşsiz – benzersiz olanlar çıkar ki, ömrünüz boyunca kalbinizde bir çift kanat gibi taşırsınız.

Mesela Malala. Canilerin kurşunları bile o güzel çocuğu solduramaz. Nefes olur, binlerce kilometre uzaktan göğsüne dolar insanın. 

malala-yousafzai3

Çocukları bir kenara ayırıacak olursanız, eğitim dünyasında kalanlar hiç de iç açıcı şeyler değil. Son zamanlarda yurdumun eğitim gündemini öğrenciden, çocuktan gayrı bakın neler işgal ediyor:


EĞİTİMDEN KISA KISA:


Okul müdürü, müdür yardımcısı… Yakında hepsi işsiz kalacak!

canavar_bitki
Cumhuriyet gazetesinin haberine göre “Dershanelerin kapanması ile ilgili 3 maddenin olduğu 29 maddelik yasa tasarısı ile Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), müsteşar hariç yönetici kadrolarını açığa alacak. Aralarında Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı, üyeleri ile genel müdürler ve il milli eğitim müdürlerinin bulduğu 615 yönetici “havuz” olarak tabir edilen “bakanlık müşavirliği” veya “eğitim uzmanı” kadrolarına atanacak, yani açığa alınacak.” 

Haziran itibarıyla uygulanacak bu değişiklikle 4 yıl veya daha uzun süre eğitim yöneticiliği yapmış olan tüm MEB personelinin idari görevleri son bulacak.

Nasıl? Harika değil mi?!! Yetişmiş insan kaynağını ağzını şapırdata şapırdata yiyen bir canavar adeta… 


Genç kızların intiharı, çocuk pornosunda dünya liderliği… Hep yerel facialar.

Adnan Menderes Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Eskin’in yürüttüğü “intihar” konulu bir araştırma, intiharın Türkiye’de 15-19 yaş grubundaki kızlarda yaygın olduğunu ortaya çıkarmış.
Aynı araştırma hakkında Vatan gazetesine konuşan Prof. Eskin, şu çarpıcı sözlerle muhafazakarlaşma ve çocuk pornosu arasında bir bağıntı olabileceğini vurgulamış: 

Tuhaf bir muhafazakârlaşma var. Nasıl bir muhafazakârlaşma? Neyi, hangi değeri muhafaza ederek muhafazakârlaşıyoruz? 11 yaşındaki kız çocuklarımızı evlendirmeyi mi yoksa kadınlarımızı öldürmeyi mi? TİB verilerine göre saatte 2 milyon kez porno sitelerine giriliyor. Avrupa ’da çocuk pornosu girişlerinin yüzde 67’si Türkiye’deki bilgisayarlardan. Bu tür muhafazakârlaşma kafa karıştırıyor.” 


Öğretmenlerin aylık et tüketimi, 1-2 kilogram civarında!

Türk Eğitim Sen tarfından düzenlenen ve 16 bin 723 kişinin katıldığı bir anket, öğretmenlerimiz hakkında şu akıl kaçırtıcı gerçekleri ortaya dökmüş:
  • Ankete katılan eğitimcilerin yüzde 89.2’nin borcu var.
  • Yüzde 66.9’nun tükenmişlik sendromu yaşıyor.
  • Yüzde 37’si işi nedeniyle sinirlilik hali yaşıyor.
  • Yüzde 86’sı elektrik, su ve yakıt giderlerini azaltmak için kısıtlama yapıyor, yani soğukta ve loş ışıkta yaşıyor, istediği sıklıkta yıkanamıyor.
  • Yüzde 76.9′u sosyal ve kültürel faaliyetlere ayıracak bütçe bulamıyor.
  • Yüzde 82.1’i çocuğuna ekonomik ve sosyal olarak iyi imkanlar sunduğunu/sunabileceğini düşünmüyor.
  • Yüzde 31.9’u öğrenci ya da veli şiddetine maruz kalıyor.
  • Yüzde 96.5’i öğretmenlerin toplumsal itibar kaybına uğradığını düşünüyor.

Bunları okuyunca “bu şartlarda eğitim meğitim olmaz” demek için eğitimci olmaya gerek yok. Bunlar eğitimin, pedagojinin meseleleri değil. Olmamalı. 

Eğitimin ne gibi meseleleri olabilir? Eğitimci ne türden sorunlarla uğraşabilir? Bir örnek vererek hatırlatmak isterim. Zira bu günlerde eğitimciler ve ana-babalar gerçekten eğitsel konuların ne olduğunu unutacak kadar büyük, kapsamlı ve ciddi sorunlarla uğraşmak zorunda… 

Mesela ilk derslerde çocukların uykulu bir halde olması, öğle arasından sonra ise aşırı hareketli ve dikkat dağınıklığı içinde bulunması eğitsel sorunlar. Sabah saatlerinde öğrencinin zihnini açık tutmak, öğle saatlerinde ise enerjisini kontrol altına alabilmek, sınıf yönetimi ve dersin verimliliği açısından tipik konular. 

Bir ampul firması, eğitimcinin bu sorunlarına çözüm olmaya aday bir proje geliştirmiş. Sınıflara kurulan bir düzenekle sabahki derslerde gün ışığına yakın bir aydınlatma ve öğleden sonraki derslerde odaklanmayı kolaylaştıracak daha loş bir aydınlatma kullanmanın ders kalitesini ve öğrenci performansını arttıracağını iddia ediyorlar. Hollanda’daki bir okulda pilot uygulaması yapılan düzenekle ilgili, öğretmenler de olumlu görüş bildiriyor.
Eğitimin, içinde çocuk olan, içinde umut olan, çözüm olan, tadından yenmeyecek cephesini anımsamak ve batı aleminin minyon dertlerine bakıp tebessüm etmek için: 



BAŞKA OKULUN ÇOCUKLARI

BAŞKA OKULUN ÇOCUKLARI
 
 
Fotoğraf sanatçısı Julian Germain, ilginç bir projeyi hayata geçirmiş. Dünyanın farklı ülkelerinde, çeşitli okulları ziyaret etmiş ve ders esnasında sınıftaki öğrencileri fotoğraflamış.

“Derslikten Portreler” başlıklı projesinden birkaç görseli Viral Edito okurlarıyla paylaşmak istedim. Zira sayfalar dolusu sözün anlatamadığını, bazen tek bir fotoğraf karesi anlatır. En azından ben bunun doğruluğuna inananlardanım.

Hem burada kullandığım fotoğrafları kaynağında görmek hem de sanatçının başka fotoğraflarını incelemek için lütfen şurayı ziyaret edin: www.juliangermain.com

abd_45_sosyal

almanya_7_ingilizce

arjantin_4_fen

bahreyn_sinif11_islam

brezilya_4_cografya

hollanda_678_tarih

ingiltere_sinif1

japonya_5_klasikjaponca

katar_sinif8_ingilizce

nijerya_2_sosyal

peru_4_mat

tayvan_ana

yemen_sinif2_fen

EĞİTİM GÜNDEMİ DENGENİZİ BOZABİLİR



Eğitim gündemini takip etmek insanın dengesini bozabilir.
Ciddiyim.
Başlarda güllük gülistanlık görünen manzaraya yaklaştıkça kötü kokular yayılmaya başlar. Derken bir baş dönmesi, mide bulantısı hatta şiddetli intihar eğilimi bile başgösterebilir. Kendi adıma bir gün sükûneti yekten kaybedip bilgisayarı balkondan atacağımdan endişeliyim.
Duyuyorum, hoca abartıyor diyorsunuz. Gelin deneyelim. Size de olacak mı bakalım o zıvanadan çıkmalar.

denge2Gündemin ilk maddesi haberden ziyade bir müjde adeta. Ay yüzlü YÖK Başkanımız muştulamış: Okullaşma oranı arttı. Oh ne güzel! Memleket evlatları okula gidiyor, eğitimsiz kalmıyor, gelecekte aydınlık günler bizi bekliyor, falan filan…
İnsan şu satırları okurken mutluluk sarhoşluğuna kapılıyor adeta: Türkiye’nin net (18-22 yaş aralığı) yükseköğretim okullaşma oranı 2003′te %14,7 iken, 2013 yılında % 38,5 olmuştur.
Hedonist bulutlarda daha fazla gezinmek için metnin tamamını isteyeceklere arz ederim: Kaynağı için tıklayınız.

Sonra bir bakıyorsunuz, matematik korkusu sadece yurdum evlatlarına özgü bir araz değilmiş. Dünyanın çeşitli memleketlerinde öğrenciler matematik dersinden, sınavından, ödevinden dolayı kaygı ve endişe hissediyorlarmış. Gerçi ekonomik ve akademik anlamda gelişmiş ülkeler listede yok ama olsun. Bir tek biz değilmişiz işte. Liste burada.
iuww 
Biraz daha gevşeyip eğitim gündemi içinde kelebek stilde yüzmeye devam ediyoruz. Ha, doğru ya! Geçenlerde YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) yapıldı.
Kaç kişi girdi sınava? 2.007.685 aday. Yazıyla iki milyon yedi bin altı yüz seksen beş. Avrupa’da büyükçe bir şehrin nüfusu kadar, neredeyse…
Peki, başarı nasıl? Ortalamalar için şu kaynağa bakıyor, listeyi inceliyoruz.
YGS

Şimdi sesli (yazılı) düşünelim:
1. Türkçe netleri artmış. Henüz yarısı bile değil ama olsun. Artmış.
2. Sosyal Bilimlere gereken önemin verilmediği anlaşılıyor.
3. Matematik nedir öyle yahu!? Aman, eyvah, imdat! 40 soruda 6,5 ortalama mı?
4. Ay yapma! Ne diyorsun? Fen daha mı berbat? Başarı ortalaması %10 civarında mı?
whoa 
Nasıl? “Eğleniyonuz mu anam?”

Ecnebi çocukları da matematikten korkuyormuş dedik ama korkmak ile hiç anlamamak arasında bir fark var gibi. Zira dünya çapında 15 yaş öğrencilerine uygulanan PISA sınavında (2012) matematik testinin ortalama başarı puanı 494. En başarılı ülke olan Çin’in puanı 613 iken en başarısız ülke Peru 368 puanda. Türkiye? 65 ülke içinde 44. sırada ve 448 puanda.
pisa

Başarısızlığa işaret eden istatistiklerden uzak duralım. Ne de olsa akıl sağlığımızı sokakta bulmadık. Başarıya odaklanalım, ne dersiniz?

Habere göre bu yılki YGS’de en yüksek puanları alan öğrenciler Ankara Fen Lisesi, Malatya Fen Lisesi, İstanbul Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi, Mersin Eyüp Aygar Fen Lisesi, İstanbul Erkek Lisesinden çıkmış.
Oh! Sonunda güzel bir haber. Aferin Fen Liselerine!

Eğitim gündeminin yakıcı karanlığından tam da kurtulmuşken aklınıza şu soru takılıyor: Madem en başarılı öğrenciler fen liselerinde yetişiyor, o halde neden düz liseleri gayretkeş bir uğraşla imam hatiplere dönüştürüyor Bakanlık? Lise eğitiminin amacı üniversiteye daha çok sayıda ve daha donanımlı öğrenci yetiştirmek değil mi? Öyleyse hangi okul türünün başarılı olduğu ortada: Fen Liseleri!

YGS birincileri ve fen liselerinin yıllardır kemikleşmiş başarısı şöyle dursun. Asabımızı bozmamaya çalışarak eğitim gündemini incelemeyi sürdürelim.

Son haber altın vuruş” niteliğinde:
YGS’ye giren 2 milyon adaydan 420 bini matematik testinde sıfır çekmiş!
YGS’ye giren 2 milyon adaydan 900 bini de fen testinde sıfır çekmiş!
Sıfır çekmek ne demek? Tek bir soru bile yapamamışlar.

Kimler?
Öğrenciler.
Kaç kişi?
Neredeyse yarısı.
Yazı tura atsan 40 soruda 2-3 doğru denk gelir yahu.
………………

Ilık bir duş, melisa ya da yasemin çayı, hafif bir müzik.
Nasıl?
Anladım.
Baş ağrısı, göğüs daralması, bulantı ve kusma şikâyetleriniz için doktorunuza danışınız.

GÖKDELENLER KENTLERİN MEZAR TAŞLARIDIR*


Salman Rüşdi söylemiş bu sözü. Bana da arkadaşım Emrah Sayın hatırlattı.

Çok önemli, çok lirik bir tespit.

Ölen bir kentin, ölen kent kültürünün başucuna dikilen heyyulalar, gökdelenler.

Gökdelen deyince benim aklıma Dubai geliyor. Çöl. Kuraklık. Ölüm. Çok para, çok insan, hiç yaşam.

AVM’siz, gökdelensiz bir hayat artık hayal mi oldu? Hayır. Avrupa’da hangi ülkede 70 metreden yüksek kaç gökdelen var, biliyor musunuz?

Çok acayip sonuçlara hazır olun.

Güzel ülkem Bertelsmann Stiftung raporuna göre demokrasi ölçütlerinde “sıfır” çeken Türkiye, gökdelen haritasını parlayan yıldızı!

Heyy! Bakınız, Norveç’leri, İsveç’leri bile geçmişiz. Aferin bize…

skyscrapers_amount