YÜZÜNDE HAYAT SOLAN ÇOCUKLAR

Afganistan’ın çocukları onlar.
Yani Hazara, Paştun, Tacik, Özbek, Türkmen, Beluci halkların buruk evlatları.
Afganistan’ın, insanın kemiklerini sızlatan yoksulluğu, tedirginliği onların yüzlerine kazınmış. Bakışlarında nefesler susmuş, hayatlar solmuş adeta.
Dünyanın unuttuğu çocuklar.
Gözle değil, sırtla baktığımız hiçlikle büyüttüğümüz çocuklar.

Fotoğraflar büyük üstat Steve McCurry imzası taşıyor. Müzik ise bir başka dev isimden, Farid Farjad – Davighbayk

Kaynak

TÜRKİYE’DE ÇOCUK OLMAK

Türkiye’de çocukların yaşamı, durumu hakkındaki istatistik veriler korkunç.
Masumiyetle, oyunla, eğlenceyle, sevgi ve şefkatle anılması gereken çocukluk; şiddet, istismar, ölüm gibi insanın soluğunu kesecek tehditler tarafından kıskaca alınmış durumda.
Çoğunluk kendi çocuklarını bağrına basarken dilendirilen, evlendirilen, çalıştırılan ve suça itilen çocuklara bakmamaya gayret ediyor. Tıpkı arabaların geldiği yöne bakmayınca sağ salim karşıya geçeceğini sanan ve kendini caddeye atanlar gibi…

Geçtiğimiz günlerde Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu tarafından Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin yürürlüğe girişinin 20. yılı dolayısıyla İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Prof. Dr. Cemil Bilsel Konferans Salonu’nda düzenlenen “Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 20. Yılında Neredeyiz?” forumu hakkındaki haberlere dikkat çekmek istiyoruz.
Foruma Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu kurucularından Yasemin Öney Cankurtaran, Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu başkanı Figen Özbek, İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi üyesi Seda Akço ve Aile Hukuku Derneği başkanı Prof. Dr. Bahadır Erdem katıldı.
Yukarıda adı geçen uzmanların Bugün gazetesinin Anadolu Ajansına dayanarak verdiği 19 Kasım 2014 tarihli haberinde yer alan sözlerinden, durup düşünmemiz gereken kısımları sizler için görünür kılmaya çalıştık.

child_in_prison 

child_labor 

criminal_child 

child_poverty 

child_marriage 
Kaynak

100 BİN KİŞİLİK SINIFTA ÖZEL DERS

1980 Darbesinin icadı olsa da, 24 Kasım Öğretmenler Günü Türkiye’de hemen tüm çevrelerce kutlanan bir gün. Öğretmenler, öğrenciler, veliler, eğitim yöneticileri, devlet katı… Hiçbirinin 5 Ekim’deki asıl ve uluslararası öğretmenler gününden haberdar olduğu söylenemez. Bilenler de o tarihte kutlamaktansa 24 Kasım’ı tercih ediyor.
5 Ekim, 24 Kasım… Her neyse. Bir öğretmenler günü olması, öğretmenler gününün kutlanması güzel.
Özel günler, bayramlar ve benzeri topluca yapılan kutlamalar, genellikle anma ve doğum günü merasimlerinden farklı bir ruha sahip: Zamandan bağımsız algılanıyorlar. Öncesi – sonrası yok.
Sadece milli bayramlarda, o da geçmişe dönük bir zaman algısı mevcut. Mesela “Cumhuriyet’in 91. Yılı” gibi…
Peki, ya gelecek?

Bu yılki öğretmenler gününde kutlama mahiyetinde bir yazı hazırlamak istemiyorum. Mesleğin güçlüklerinden söz etmekten ya da gündelik sorunlara değinmekten de kaçınacağım. Eski ağaçları silkelemeyeceğim bu defa. Zira hiçbirinin altına lezzetli bir meyve düşmeyecek.
Bu defa, öğretmenliğin geleceğine bakmak istiyorum. İçine teknoloji katılmış eğitimden değil, gerçekten teknoloji ile eğitimden. Öğretmenliğin yarınında bu var zira. Gelecek 10 – 20 – 30 yılda okul konsepti, öğretmenlik anlayışı, eğitim felsefesi tümden değişecek. Değişmek zorunda kalacak. 100 bin kişilik bir sınıfta özel ders vereceğiz, mesela.
Yarınlarınız bilimsel olsun, teknolojik olsun, öğretmenler gününüz kutlu olsun efendim. Buyurunuz saygıdeğer öğretmenlerimiz, Peter Norvig yarının dersliğinden bahsediyor:

Kaynak

3 GRAFİK İLE EĞİTİMDE HASAR TESPİTİ

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü yani evrensel adıyla OECD (Organisation for Economic Cooperation and Development) düzenli olarak dünya ülkelerindeki gelişmeleri, gerilemeleri izler ve hem politika yapıcılara kılavuzluk etmesi hem de yönetilenlerin kendi durumlarını dünya ölçeğinde görmesi için raporlar halinde yayımlar.
Ekonomiden savunmaya, sağlıktan eğitime kadar yaşamın hemen her alanını kapsayan bu hacimli raporlara internet üzerinden ulaşmak mümkündür. OECD, yayımladığı raporun dilini bilen, konuyla ilgili hemen her profesyonelin rahatça inceleyebileceği türden bir bilgi sunma sistemine sahiptir.
Dileyen okuyucular, bu yazıda bir boyutuyla inceleyeceğim “Education At A Glance – 2014” (Bir Bakışta Eğitim – 2014) adlı raporun tamamını şuradan indirebilirler.
Gerçi MEB 2013 tarihli bir önceki raporu kısmen Türkçeleştirmiş. Onu da şurada yayınlamış. Ancak İngilizce aslındaki verileriler ile kıyaslayınca son derece daraltılmış olduğu göze çarpıyor. Şu kadarını söyleyeyim, Türkçesi 24 sayfa olan 2013 tarihli raporun İngilizce aslı 440 sayfa ve sizi temin ederim, Türkiye ile ilgili kısımlar 24 sayfadan kat kat fazla. Hemen her çizelgede Türkiye’deki eğitimin durumuna dair rakamlara yer veriliyor ve tüm başlıklar altında da ülkemizin eğitim çıktıları inceleniyor. Bu yüzden bende Türkçe çeviri için bir “seçki” yapıldığı intibaı uyandı.
Gelelim bu yılki raporda dikkati çeken tablolara. Takdir edersiniz ki, bir ülkenin eğitim çıktılarını istatistik veriye dönüştürmek zaman alan bir iştir. 2014 raporundan edindiğimiz bilgiler de bu yüzden 2012 yılına kadarki durumu, değişimi resmediyor.

GENÇLERİMİZİN ÜÇTE BİRİNİ KAYBETTİK
Geçtiğimiz aylarda “Nerede Bu Çocuklar?” başlıklı yazımda değindiğim endişe verici rakamlar, OECD raporuyla da örtüşüyor, ne yazık ki.
Aşağıdaki tabloda 15 – 29 yaşları arasındaki gençlerden işsiz ve okulsuz olanların oranı gösteriliyor. Bu insanlar ne herhangi bir eğitim kurumuna devam etmekte ne de herhangi sigortalı bir işte çalışmaktalar. Yani ya aylak geziyorlar ya da güvencesiz olarak çalıştırılıyorlar.
 issiz_okulsuzlar_2011_2012
Yani yaklaşık 20 milyon nüfusun üçte biri, 6 – 6,5 milyon kadarı bu durumda…
BİR ÖĞRETMEN KAÇ ÖĞRENCİDEN SORUMLU, BİLSENİZ…
Aşağıdaki tabloda belli başlı ülkelerde öğretmen başına düşen öğrenci sayıları gösteriliyor. Kabaca, ülkedeki toplam öğrenci sayısının toplam öğretmen sayısına bölünmesiyle elde edilen bu rakamlar, eğitim kalitesini belirleyen en önemli parametrelerden biri.
Sorumlu olduğu öğrenci sayısı arttıkça öğretmenlerin verimli çalışma imkânından gitgide uzaklaştığını bilmek için eğitimci olmaya gerek yok. Şöyle bir düşünelim: Her yazılı sınavda 100 öğrencinin kâğıdını okuyan bir öğretmen mi derste daha verimli olur, öğrencisini daha yakından izler yoksa 500 öğrencinin kâğıdını okuyan mı?
Tablodaki verileri değerlendirmek için OECD ortalamasının öğretmen başına 15 öğrenci olduğunu belirtelim. Örneğin en kötü durumdaki İsrail’de bu oran 1’e 27. En iyi durumdaki İsveç ve İzlanda’da ise öğretmen başına yaklaşık 6 öğrenci düşüyor.
ogretmen_basina_ogrenci_ana
En kötü ülkelerden biri durumundaki Türkiye ise bu listede sondan altıncı. Ülkemizde her bir öğretmen 21 öğrenciden sorumlu.

ANNELER İŞSİZ, ÇOCUKLAR DÖRT DUVAR ARASINDA
Aşağıdaki tabloda 3 yaşında okul öncesi eğitime başlayan çocukların sayısında, 2005’ten 2012’ye kadar gözlenen değişim gösteriliyor.
Örnekse Belçika ve Fransa’da 3 yaşındaki çocukların tamamı 2005’ten beri anaokuluna kayıtlı. Türkiye’de ise bu oran %5-6’larda takılıp kalmış görünüyor.
anaokuluna_kaydolma_oranlari
Bu ne demek?
Öncelikle 2005 – 2012 arası dönemde okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmak için harcanan paralar boşa gitti demek.
Ayrıca bu yaşlarda çocuğu olan annelerin de büyük bir çoğunluğunun iş yaşamından uzak tutulduğu da anlaşılıyor.
Zira eğer çocuk bir anaokuluna devam etmiyorsa ancak evde bakılıyor olmalıdır. Bu durumda ya bir aile büyüğü ya da ücretli bir bakıcıya teslim edilmiş olsa gerektir. İster işsiz ve çoğu defa mesleksiz, eğitimsiz annesi tarafından bakılsın ister büyükanne isterse de bakıcı. 3 yaş çocuğu okulda değilse alacağı eğitim, edineceği beceriler ve gelişimi ancak ona bakan bu kişilerin akademik kapasitesiyle sınırlı kalacaktır.
Üstelik yaşıtlarıyla birlikte oyun oynayarak öğrenme imkânından da yoksun kalacağı için ilkokula başladığında arkadaşlarıyla iletişim kurmakta, diğer çocuklara göre daha çok sıkıntı çekeceklerdir. Bu şartlarda büyütülen çocukların anaokuluna giden yaşıtlarından geri kalacağını bilmek için de eğitimci olmak gerekmez.
SONUÇ?
  1. Gençler işsiz ve eğitimsiz.
  2. Öğretmenlerin verimli çalışmasını beklemek güç.
  3. Anneler eve kapanmış ve küçük çocuklar eğitime geç kalıyor.

ÇÖZÜM?
Türk eğitim sisteminin iyileştirilmesi gerçekten isteniyorsa, en azından bu veriler ışığında yapılması gerekenler bellidir:
  1. 12 yıllık zorunlu eğitime devam zorunluluğu da getirilmelidir. Mevcut uygulama 9 yaşından sonra (4. Sınıfı bitirince) öğrencilerin açık öğretime yönelmesine izin vermektedir. Bu da genç nüfusu okuldan – eğitimden mahrum bırakmakta, işsiz ve/veya mesleksiz nesiller yetişmesine sebep olmaktadır.
  2. Acilen öğretmen başına düşen öğrenci sayısını yarı yarıya azaltacak kadar öğretmen ataması yapılmalıdır.
  3. Kadınların meslek edinmesi teşvik edilmeli, 3 yaşını geçen her TC vatandaşına devlet okullarına devam etme, anaokulu eğitiminden yararlanma hakkı sağlanmalıdır.

Bu yazı daha önce http://vivahiba.com adresinde yayımlanmıştır.
 
Kaynak

YALINAYAKLAR KOLEJİ – Yoksulluk Eğitime Engel Değil

Mucizenin 1. ayağı:
Köylüler.
Günde 1 dolardan az gelirleri var.
Hindistan’ın en yoksul köylerinde yaşıyorlar.
Çocuklarını herhangi bir okula göndermeleri imkansız gibi görünüyor.

Mucizenin 2. ayağı:
Bunker Roy
Hindistan’ın en seçkin ailelerinden birinin oğlu.
En iyi ve pahalı okullara gitmiş, yaldızlı diplomalar almış.
Ailesinin kendisinden tüm beklentilerini elinin tersiyle bir kenara itiyor ve bambaşka bir yol seçiyor…

Ülkemizde derin bir yoksulluğun hâkim olduğunu bilmeyenimiz yok. Belki gündelik hayatlarımızda bu can yakıcı yoksulluk ile pek sık yüzyüze gelmiyoruz ama biliyoruz ki milyonlarca insan, insanımız derin ve dehşet verici bir fakirliği, yokluğu, yoksulluğu yaşıyor.

Bir kesimimiz, en varlıklı %20’miz, çocuğunu hangi koleje kaydettireceğine dertlenirken, o okullarda hayata dair gerçek bilgilerin, işe yarar ve pratik bilgilerin yanından bile geçmeyen bir eğitim verildiği gerçeğini gözardı ediyor. Her yıl bir ev parası ödenen okullardan, yaldızlı ve manasız diplomalarla mezun oluyor, gençler.
Bir başka kesim, en yoksul %20 ise o akşam sofraya bir çorba ve birkaç somun ekmek koyabilmek için günün 14-16 saatini çalışarak geçirmek zorunda ve bunca yoksulluk içinde çocuğun okulunu falan düşünecek hali yok. Sosyal sistemimiz çocukların (evet, küçücük, el kadar, oyun çağındaki çocukların) evlendirilmesine, çalıştırılmasına, dilendirilmesine mani olacak etkili önlemler almaktan aciz kalmış görünüyor.

Türkiye’dekinden daha derin ve feci bir yoksulluğun yaşandığı Hindistan’dan bir mucize öyküsü sunmak istiyorum, sizlere: Yalınayaklar Koleji. Günde 1 dolardan düşük gelirle hayatta kalmaya çalışanların okul – eğitim – çocuk ekseninde bulduğu ve yaygınlaştırdığı muhteşem bir formül.
Bunker Roy, sanırım bir modern çağ kahramanı. Robin Hood’dan farkı zenginden alıp fakire vermenin ötesinde: Fakirin kendi bilgeliğini keşfetmesine ve bununla bir gelecek inşa edecek gücü kendinde bulmasına önayak oluyor.

Bunker Roy’un TED için verdiği konferansı dilimize Onur Arpat kazandırmış.

Kaynak

Kitap Tanıtımı: Karl Popper – Açık Toplum ve Düşmanları

Hoşgörülü müsünüz?

Ben pek hoşgörülü olduğumu söyleyemem.
Sabırlıyımdır gerçi.
Sabrımın sınırına gelince -tanıyanlar bilir- diyeceğimi der, çeker giderim.
Fıtratım (!) budur.


Necip Türk milleti benim gibi değil ama.
Acayip hoşgörülü.
Aşırı hoşgörülü.

Öyle hoşgörülü ki, kendisine ayrılan hoşgörünün sonuna gelindiğinin bile farkında değil. Bu engin (!) hoşgörü, onu nereye sürüklüyor, anlamış gibi görünmüyor…


Konu hoşgörü olunca sizi mükemmel bir zihinle, değerli bir beyefendiyle tanıştırmak isterim:
Felsefenin en tatlı bilgesi Karl Popper’la!


Popper’in büyük eserlerinden birini, The Open Society and Its Enemies adlı iki ciltlik kitabını, yine büyük ve şahane bir hoca olan Mete Tunçay, Harun Rızatepe ile birlikte Türkçe’ye çevirmiş.

popper4Eserin adı Açık Toplum ve Düşmanları.


Açık Toplum ve Düşmanları, orijinal haliyle 1945 yılında okuyucuyla buluşmuş.

Popper’in Hitler Nazizmine saldırısı ve kendi demokrasi anlayışını savunması niteliğindeki bu değerli eseri temin etmek için aceleci davranmanızı öneririm. Zira siz temin edene kadar tükenebilir.

Görünen o ki, felsefe kitaplarının çoğunda olduğu gibi bu nefis çeviri de yeter sayıda ve sıklıkta basılmamış. İlk baskısı 1994 yılında Remzi Kitabevinden çıkmış. 2000 yılında yeniden basıldıysa da bu nüshasına ulaşmak pek mümkün değil gibi. 2013 tarihli yeni naskısı ise bugün birçok kitapçıda bulamayacağınız kadar azalmış durumda.


Kitabı okumadan önce Karl Popper’i ve fikirlerini daha yakından tanımak için bir konuşmasından alıntı yapmakta fayda var.

Hitler’in seçimle göreve gelmesi ve Almanya’nın başına geçmesi meselesine “hoşgörü” merceğinden bakıyor Popper ve bakın hoşgörünün sınırını nasıl çiziyor:

Her şeyi hoşgörmenin sonu, hoşgörünün büsbütün ortadan kalkmasıdır.

Hoşgörünün sınırlarını, hoşgörüsüzleri de kapsayacak kadar genişleterek toplumu hoşgörüsüzlerin saldırılarından korumayı akıl edememek, sonunda hoşgörülüleri de hoşgörünün kendisini de yok edecektir.

Bu ifadeyle, mesela, toleranssız düşünce akımlarının toplum nezdinde baskılanmasını kastetmiyorum. Akla uygun bir karşı tezi üretilebildiği ve kamuoyundaki yansıması göz önünde bulundurulduğu müddetçe, elbette herhangi bir görüşü yasaklamak ya da baskılamak akıllıca değil.

Ancak hoşgörüye yer vermeyen fikirlerin, gerektiğinde güç kullanılarak bastırılmasını savunalım ki, bunların bizimle akıl düzleminde karşılaşmaya ne kadar hazırlıksız olduğu çabucak ortaya çıksın.

Böyleleri akıl düzleminde tartışmaya alışık değillerdir. Mantıklı bir eleştiriye yumruklar ya da silahlarla karşılık vermeleri işten bile değildir.

İşte bu nedenle, hoşgörünün korunabilmesi adına, hoşgörüsüzlere karşı hoşgörülü olmama hakkını talep edebilmek gerekir.

Kendini yasanın dışına konumlandıran, hoşgörüsüzlüğü bir öğreti gibi benimseyen ve yücelten herhangi hareketi, cinayetin veya adam kaçırmanın ya da köle ticaretinin yüceltilmesi kadar ciddi ve o biçimde suça teşvik saymalı ve buna göre kovuşturmaya tabi tutmalıyız.

 Kaynak
karl-popper

Strese giren çocuk ne ister?

Geçenlerde ciddi ve güvenilir bulduğum bir psikoloji sitesinde etkileyici bir infografik gördüm.
Psych Central adlı bu sitede paylaşılan bilgiler, Kids Health (Çocuk Sağlığı) adresinde yayımlanan bir araştırma sonucunun görselleştirilmiş hali idi.

Çocuklarının gergin, üzgün ve stresli olduğu zamanlarda ne yapacağını, işe nereden başlayacağını bilemeyen, gözyaşları içindeki evladı karşısında kendini güçsüz ve çaresiz hisseden anne – babalar için bahsettiğim görseli, yani araştırma sonuçlarını Türkçeleştirdim.

Umarım ana babalar için yararlı olur.
whatkidswant_rev2
Kaynak

DÜNYA ÇOCUK HAKLARI GÜNÜ

Bugün 20 Kasım, dünya çocuk hakları günü. Aslında kutlamamız, bir şenlik havasında geçirmemiz gerek ama nerde…

Zira bugün çocukların vatandaşı oldukları devletlerden, üyesi oldukları ailelerden ve parçası oldukları toplumlardan korunması gerekiyor.
Ne tuhaf değil mi?
Çocuğu, onu dünyaya getiren anne babadan korumak gerekebiliyor. Ya da her vatandaşına olduğu gibi çocuklara da hizmet etmesi gereken devletler, hayatlarını zindan edebiliyor.
Ve toplumlar, öyle tuhaf kurallar inşa ediyor ve öyle kuvvetli kazıyorlar ki ortak bilince… Milyonlarca çocuklara eziyet edeceğini aklının ucundan geçirmeden, bir dizi sapkınlığı “gelenek” etiketi altında meşrulaştırabiliyor, adına toplum dediğimiz organizma.

NE OLACAK BU ÇOCUKLARIN HALİ?
Öncelikle UNICEF’in sayfasından Çocuk Hakları Evrensel Sözleşmesini bir inceleyelim.
Ülkemiz de Çocuk Hakları Evrensel Sözleşmesine imza koyan, yani onu uygulamaya söz veren devletlerden biri. Mesela Başbakanlık sitesinden aşağıdaki dokümana ulaşmak mümkün:

basbakanlik


Oysa vaat edilen haklar çocukların yaşamına ne ölçüde yansıyor?
Çocuklar, söz konusu “sözleşme” ile sahip olmaları gereken eksiksiz biçimde gelişme hakkına, istismar ve sömürüden korunma hakkına gerçekten sahipler mi?

Aşağıdaki harita*, ülkemizin sözü ile eylemi arasındaki uçurumu gözler önüne sermeye yetiyor:

practice-of-child-marriage-for-girls

Öncelikle 80 milyonluk Türkiye olarak şu konuda anlaşmak zorundayız:
18 yaşın altındaki herkes ÇOCUKtur.

Çocuk evlenmez. Evlendirilmez.
Çocuğa cinsellik penceresinden bakılmaz. Pedofili yani sübyancılık suçtur, en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Çocuk belli bir kıyafete girmeye zorlanamaz. Serbestçe gelişme hakkı gasp edilemez. Bu yüzden ortaokullarda türban uygulamasına derhal son verilmelidir.
Çocuk işçi çalıştırmak suç kapsamına alınmalıdır. 18 yaşın altındaki bireyler, henüz gelişme çağındadır. İş gücü olarak görülmeleri her şeyden önce Çocuk Hakları Evrensel Sözleşmesine aykırıdır.
Çoğu defa yoksulluk yüzünden, kimi örneklerde de başka sebeplerle, aileleri ve kötü niyetli kimseler tarafından dilenciliğe zorlanan çocukların kurtarılması, korunması ve yetiştirilmesi devletin görevidir. Sokaklarda, caddelerde, otoyollarda dilendirilen, mendil vs. satmaya zorlanan bu çocukların Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından himaye altına alınması şarttır.

Evrensel doğruları çivi çakarcasına söyleyelim, kurumları göreve çağıralım, pekâlâ. Ancak sade yurttaş olarak bizlerin yapabileceği hiçbir şey yok mu?
Var.
Öncelikle asla ve asla dilenci çocuklara para, yiyecek, giysi ve sair vermemeliyiz. Sokaktan beslenmeleri, onları sokağa ve dilenciliğe daha da mahkûm edecektir.
İkincisi her ne kadar mükemmel işlemediğini görüyorsak da, kurumları büsbütün yok saymayalım. Tanık olduğumuz bir çocuk istismarı olduğunda, olayın nev’ine göre ya Çocuk Polisine ya da Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna müracaat etmeliyiz.

Tüm bu hak ihlalleri ile en çok da sübyancılık ve çocuk yaşta zorla evlendirilme sorunu ile mücadele eden sivil toplum hareketlerine elimizden geldiğince destek olalım.
Bunlardan biri ve bence en doğru kampanyayı yürüteni, “Çocuk Bedenime Dokuma” hareketi. Aşağıdaki bağlantıdan bu gönüllü ve hayırlı işi yapanlarla irtibat kurabilir, çocukların korunması için bir el de siz verebilirsiniz.
Çocuk Bedenime Dokuma Facebook sayfası
Çocuk Bedenime Dokuma blogu
Çocuk Bedenime Dokuma Twitter hesabı

cbd
 * Harita şu adresten alınarak, yazar tarafından Türkçeleştirilmiştir.
Kaynak

Çocuk dostu bir kent: Ann Arbor

Belediyeden yapılan, “İstanbul Anadolu yakasındaki 14 ilçenin 12’sinde, 4 gün süreyle su kesintisi yapacağız” mealindeki açıklama ile hop oturup hop kalktık. Epeyce gürültü çıkarmış olmalıyız ki, sayın başkan devreye girdi ve pelerinini dalgalandırarak şehre konan süpermen misali, kararı askıya aldırdı.

Öyle ya!
Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla, Ataşehir, Adalar, Kadıköy, Sancaktepe, Çekmeköy, Ümraniye, Beykoz ve Üsküdar ilçelerinde, toplam 5 milyonun üzerinde bir nüfusu dört koca gün susuz bırakmak olacak iş değil. Neredeyse ufak bir ülke kadar insana bu çileyi çektirmeden ne tamirat yapılacaksa halledilmesi gerek.

Kent yaşamı zaten çekilir gibi değil.
Akla zarar trafik sıkışıklığı, kaldırımlarda yürümenin neredeyse imkânsız olması, toplu taşıma beklerken hızla geçen aracın yoldan kaldırıp duraktaki insanların üzerine püskürttüğü pis su birikintileri, bebek arabasıyla bir yerden bir yere gitmenin atletizm müsabakasından zorlu olması, hele engelli ve yaşlı yurttaşların neredeyse sokaktan fiilen men edilmesine yol açan plansızlık, düzensizlik, çarpıklıklar dizisi…

Güzel bir kentte yaşamak nasıl olurdu acaba?
Siz de bizim gibi ara sıra hayalini kuruyor musunuz?

İnsanca yaşanabilen, ulaşım – temizlik – altyapı – kültür gibi temel sorunların yurttaş lehine çözüldüğü, kenti yönetirken kentlinin sesine kulak verilen bir yerde yaşamak…
Ah! Ne tatlı bir hayal!

Bunların bile ötesine geçen bir kenti sizlere tanıtmak istiyoruz: ABD’nin Michigan eyaletine bağlı bir üniversite şehri, Ann Arbor.
ann_arbor_map

Ann Arbor sokaklarında minik kapılar var. Adlarına “Peri Kapıları” deniyor ve kentin çocukları tarafından çok seviliyor.
Bu şirin uygulamanın fikir babası çocuk kitapları yazarı Jonathan B. Wright. Onun Peri Kapılarının Ardında Kim Var? adlı kitabından yola çıkılmış ve şehrin orasında burasına küçücük “peri kapıları” konmuş. Çocukların pek sevdiği hatta zaman zaman para, yiyecek ve sair bıraktıkları bu kapıcıklar, çocuk dostu şehir nasıl olurmuş, ele güne gösteriyor:

ann_arbor_3
ann_arbor_7
ann_arbor_8
ann_arbor_12g
Kaynak

Kılavuz Kirpi

Hayvanlar Okulundan çıkarılacak dersler

Çeviri: Beril Devlet

hayvanlar_okulu

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir hayvanlar okulu varmış.

Okuldaki herkese uyacak bir müfredat hazırlamaları gerekiyormuş. Bu yüzden dört dersi seçmişler:
Koşma, tırmanma, uçma ve yüzme.

Bütün hayvanlar bu derslerin hepsine giriyormuş.

Ördek, yüzme dersinde öğretmenden bile iyiymiş. Koşma ve uçmadan sınıfı geçecek kadar not alıyor ama tırmanmada bir türlü başarılı olamıyormuş. Bu yüzden onu tırmanma dersine çalışabilmesi için yüzme dersinden muaf tutmuşlar. Bir süre sonra yüzme notları düşmeye başlamış ama ördek dışında kimse bunu umursamamış. Çünkü nasılsa sınıfı geçecek kadar not alıyormuş.

Kartal en haylaz öğrencilerden biriymiş. Tırmanma dersinde kurallara uymuyor, ağacın tepesine hep kendi yöntemiyle çıkıyormuş. Her defasında okuldan sonra cezaya kalıyor, defterine beş yüz defa “hile yapmak yanlıştır”  diye yazmak zorunda bırakılıyormuş. Bu yüzden çok sevdiği havada süzülme oyununa zamanı kalmıyormuş.

Kışları uykuda geçirip yazın enerjik olan ayının adı, okulda tembele çıktığı için hep sınıfta kalıyormuş.

Midillilerin çizgileriyle alay ettiği Zebra buna çok üzülüyor, bu yüzden hep okulu kırıyormuş.

Bütün yarışları kazanan kanguru, sınıf arkadaşları gibi dört ayağını birden kullanarak koşmak zorunda bırakılınca hevesini kaybetmiş.

Balık, okuldan çok sıkılmış ve öğrenciliği bırakmış. Kimse nedenini anlayamamış, çünkü daha önce hiç balık görmemişler. Aslında balık için bütün dersler birbirinin aynıymış.

Sincap tırmanma dersinden en yüksek notları alırmış. Ama uçma öğretmeni yerden yukarı doğru uçmasını istemiş, ağacın tepesinden aşağı değil. Bu yüzden bacakları ağrımaya başlayan sincabın tırmanma ve koşma derslerinde notu düşmüş.

En sorunlu öğrenci arıymış. Öğretmen onu Doktor Baykuş’a göndermiş. Doktor Baykuş, arının kanatlarının uçmak için çok küçük olduğunu ve yanlış yerde bulunduğunu söylemiş. Arı doktor raporunu hiç görmediğinden olsa gerek uçmaya devam edebilmiş.

Ben bir – iki arı biliyorum sanırım. Ya siz?


Peki, bu hikâyede kim kimi temsil ediyor?

Ördek, matematiği iyi, dil dersi zayıf olan öğrenciyi temsil ediyor. Sınıfındakiler matematik dersi yaparken o dil öğretmeniyle eksiklerini çalışıyor. Bu yüzden dil dersinden geçecek kadar not almak pahasına matematikteki üstün başarısını yitiriyor.

Kartalın yaramaz öğrenci sayılmasının nedeni her şeyi kendince yapması. Aslında hatalı ya da yanlış bir şey yapmıyor ama alışılmışın dışında davrandığı için cezalandırılıyor.

Ayı kim? Bilmeyen yoktur: Kampa gidildiğinde harikalar yaratan, müfredat dışı işlerde büyük gelişme gösteren ama akademik konularda ilerleme kaydedemeyen o çocuk.

Zebra o şişman, uzun, kısa veya içine kapanık çocuk. Pek az insan okuldaki başarısızlığının yetersizlik hissinden ileri geldiğini anlamıştır.

Kanguru, azmetmek yerine vazgeçmeyi seçen, cesareti kırılan ve başarısı takdir edilmediği için geleceği kaybolan çocuk.

Balık, tamamen özel bir eğitim programına konması gereken ve normal bir sınıfta asla becerilerini geliştiremeyecek olan çocuk.

Sincap, ördekten farklı olarak başarısız olmayı “başarmış” öğrenciyi temsil ediyor.

Arıya gelince, okuldakilerin başa çıkılmaz olduğuna karar verdiği ama her şeye rağmen ailesinin desteği sayesinde kendini motive etmeyi başarmış öğrenci. Hâlbuki herkes başaramayacağını düşünmüştü.

Bir sürü “arı” tanıdığıma öyle memnunum ki.

Çocuğunuz bir takım yeteneklerin, kişilik özelliklerinin ve niteliklerin, aynısını başka kimsede bulamayacağınız benzersiz bir karışımıdır.

Kimi çocuk entelektüel açıdan, kimi duygusal açıdan yeteneklidir ve bazıları da yaratıcı dehayla doğmuştur.

Her çocuk kendine özgü bir beceriler paketine sahiptir.

Çocuğunuzun kullanma kılavuzu yoktur. Etkin ana-babalar her çocuk için beklentilerini, kurallarını daima günceller, öğrenerek, çalışarak ve uyarlayarak geliştirir.


 

Sizi çileden çıkaran kişilerle nasıl baş edersiniz?

maraziOndan bahsediyoruz.
Evet, evet.
Hani sizi deli eden, bir türlü sağlıklı ve sürdürülebilir bir diyalog kuramadığınız o kişiden.
Sürekli çekişme, sürekli gerilim…
Aklınıza gelen her yolu denediniz ama olmuyor, olmuyor…
Ne olacak bu işin sonu?
Bilimsel bir çözüm ister misiniz? İşte uzman görüşleriyle dolu yararlı bir yazı:

MARAZİ İNSAN KİME DENİR, BU KİŞİLERLE NASIL BAŞA ÇIKILIR?*

Muhtemelen daha önce çevrenizi marazi kişilerle doldurmamanız gerektiğini anlatan yazılar okumuşsunuzdur. Peki, marazi insanı diğerlerinden ayıran özellikleri nedir? Ayrıca çevremizdekilerden birinin marazi olup olmadığını nasıl anlarız?

İki uzmana danıştık, marazi insanlar ve ilişkiler hakkındaki görüş ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını rica ettik. İşte konu hakkındaki uzman görüşleri:


Marazi İnsan Gerçekte Kimdir

Sydney – Avustralya’dan psikoterapist ve yaşam koçu Jodie Gale söyle diyor:

“Aslında hiçbir kişilik baştan aşağı marazi değildir. Daha ziyade bu kişilerin davranışları ve onlarla kurduğunuz ilişki marazidir. Marazi kişiler çoğunlukla, bir nedenden dolayı derinden yaralanmış ve bu yarayla, bunun getirdiği duyguyla, ihtiyaçlarla ve hayatın sorunlarıyla yüzleşecek, onlarla baş edecek sorumluluğa erişememiş kimselerdir. Kendi kimliklerine dair en çok vurguyu bu bakış açısından yaparlar. Tekrar tekrar nasıl da kurban / mazlum / mükemmeliyetçi / fedakâr olduklarını dile getirirler. Marazi insan, kimliğinin bu yanlarını öne çıkararak, son derece sağlıksız bir yoldan, istediklerini yaptırtmayı amaçlar.”

Gale’e göre marazi kişilerde sıkça görülen davranışlar şunlardır: Hadise çıkarmak ve devamlı bir sansasyon içinde yaşamak, karşılarındakini sürekli manipüle etmek veya kontrol altında tutmak, daima muhtaç taraf olmak (her şey onların başına gelir, her şey onlarla ilgilidir), taleplerini hep karşı tarafın gerçekleştirmesini beklemek (mesela narsist anne babalar), kendilerine ve başkalarına karşı aşırı eleştirel davranmak, kıskançlık duyma ve haset etme, kendi kötü talihlerinden yakınıp başkalarının iyi talihini kıskanmak ve sevdiklerinden / bir terapistten yardım istemekte yetersiz veya isteksiz davranmak.

Washington, ABD’den psikoterapist Amy Tatsumi ise, asıl marazi olanın bu kimselerle temas edildiğinde verilen tepki olabileceğine dikkat çekiyor. Tatsumi’ye göre böyle bir ilişki içinde davranışlarımız ihanete uğramışlık, küskünlük, hissizlik veya aşırı duyarlılık içerebilir. İki kişi arasındaki sağlıklı sınırlar aşıldığında veya değer yargılarımızı gözardı ettiğimizde başımıza bunun geldiğini söylüyor. Marazi bir ilişkide sorun her iki tarafın tutumundadır. Bu yüzden kendi tavrımızı da dikkatle ele almamız önemlidir. Tatsumi ekliyor:

“Marazi ilişkilerin en ayırt edici özelliği her iki tarafın, bilerek ya da bilmeyerek iletişimi, karşı tarafa yönelik yargılama, suçlama, korku üzerine kurması ve sonunda sınırların geçilmesidir.”
marazi3

Etrafınızın marazi kişilerle çevrildiğinin işaretleri:

Gale’a göre;

• Yarattıkları sansasyondan duygusal olarak etkileniyorsanız,
• Onlarla bir arada olmaktan korkuyor ve çekiniyorsanız,
• Onlarla iletişim kurunca kendinizi bitkin veya öfkeli hissediyorsanız,
• Kendinizden utanıyor ya da kendinizi kötü hissediyor, suçluyorsanız,
• Onlara karşı ‘kurtar, düzelt, iyileştir’ şeklinde bir davranış sarmalına kısılıp kaldıysanız karşınızdaki marazi biri

demektir.


Tatsumi bu listeye başka maddeler de ekliyor:

• Karşı taraf “hayır” cevabını kabul etmiyorsa,
• Böyleleriyle beraberken hep bir pot kırmaktan korkar olduysanız,
• Kendi değerlerinizi gözardı ediyorsanız,
• Duygusal olarak ilişkiden koptuysanız,
• Yönlendirildiğinizi veya karşı tarafı yönlendirdiğinizi hissediyorsanız, karşınızdaki marazi biri demektir.


Tekrar vurgulamakta fayda var, bu ilişkideki rolünüzü keşfetmeniz sorunu çözmede önemlidir. Örneğin, ne oluyor da kendi değerlerinizden ve sınırlarınızdan vazgeçiyorsunuz? Saldırıya geçmenize sebep olan yanlış anlaşıldığınızı ya da sözlerinize kulak verilmediğini hissetmeniz mi? Yoksa her eleştiri karşısındaki tutumunuz bu mu?


Marazi bir ilişki hakkında ne yapmalı?

Psikoterapist ve yaşam koçu Jodie Gale, marazi bir iletişim içindeyken yapmanız gerekenle hakkında şunları öneriyor:

“Karşınızdakine kat’i bir şekilde nasıl hissettiğinizi açıklayın. ‘Ben’ dili kullanın. Örneğin, ‘Sen ______ yaptığında / dediğinde / davrandığında ben kendimi ______ hissediyorum. Seninle bu duygularımı, taleplerimi paylaşıyorum, çünkü ______ (seni seviyorum, seninle sağlıklı bir ilişki kurmak istiyorum, vb.)’.

Sınırlarınızı belirleyin ve onlara sadık kalın.

Kendinizi kollamaya öncelik verin.

“Onun sağlıksız davranışlarından kendinizi koruyacak yöntemler geliştirin.”

İlişkinizi gözden geçirin. Bu kişiyle aranızdaki sağlıksız iletişim döngüsüne yakalanmanıza neden olan nedir, bunu bulmaya çalışın. Belki de davranışları karşısında bahaneler üretiyor veya onları iyileştirmeye, düzeltmeye çalışıyorsunuzdur. ”


Jodi Gale son olarak şunlar söyledi:

“Eğer bu kişinin marazi davranışlarında bir düzelme olmuyorsa veya bu kişi size fazla rahatsız edici geliyorsa, ona ‘yolun açık olsun’ deyin. Sevgiyle, merhametle onu kendinizden uzağa, kendi yoluna gönderin. Siz de kendi yolunuzda ilerlemeye bakın.”

Bir ilişkiyi sona erdirmek, özellikle de uzun mazisi olan münasebetlerde, üzücü, acı verici olabilir. Ancak böyle bir ilişkiyi bitirerek yaşamınızda daha doyurucu ve sağlıklı yeni ilişkilere yer açtığınızı da gözardı etmemek gerekir.

* Bu yazının İngilizce orijinali Psychcentral sitesinde yayımlanmıştır. Türkçe çevirisi Beril Devlet tarafından Evrim Ağacı için yapılmıştır.
Evrim Ağacı‘nda başka ilginç, bilimsel makaleler okumak için linke tıklayınız.

Kaynak

Hafta sonu bir Urartu kentine gidelim!


urartu

Günümüzden kabaca 3.000 yıl (evet, üç bin) önce Doğu Anadolu’da yaşayan Urartular, tarihe beceriklilikleriyle geçmiştir desek, yanlış olmaz.

Çağdaşı diğer bölge uygarlıklarında görülmeyen gelişmişlikte sulama kanalları, dönemine göre gayet zarif kuyum işleri bu becerilerin  başlıcaları.

Tarihe çokça meraklı olan ve Urartu uygarlığı hakkında ileri okuma yapmak isteyenler için birkaç kitap önereyim:
  1. Afif Erzen, Doğu Anadolu ve Urartular, Türk Tarih Kurumu Yayınları
  2. Doğu Anadolu’da Urartu Sulama Kanalları, Prof. Dr. Oktay Belli, Arkeoloji Sanat Yayınları
  3. Urartu – Doğu’da Değişim, Hazırlayanlar: Kemalettin Köroğlu & Erkan Konyar, Yapı Kredi Yayınları
  4. Urartu Krallığı Döneminde Elazığ (Alzi) ve Çevresi, Kemalettin Köroğlu, Arkeoloji Sanat Yayınları

Bu kadar okuma fazla gelirse ve eserlerden birini seçmek gerekirse, fakültede benim de hocam olan Sayın Prof. Dr. Kemalettin Köroğlu‘nun eserini tavsiye ederim. Türkiye’de bu konunun uzmanı, önde gelen isimlerdendir.

O kadar derine inmeyi düşünmeyenlere ise bir müze gezisi öneriyorum:
Rezan Has Müzesi Urartu takılarını sergiliyor. Bu eşsiz, bin yılların mirası sanat eserlerini görmek isterseniz, İstanbul – Cibali’deki Kadir Has Üniversitesi içinde yer alan müzeye gidiniz. Hem Haliç’e bir selam eder hem de hoşça vakit geçirmiş olursunuz.
Müzenin ziyaret ve iletişim bilgileri şöyle:

Ziyaret Saatleri:
Saat : 9:00 – 18:00 (Her Gün)
Telefon:
+90 212 533 65 32 / +90 212 534 10 34

Hiçbirini yapacak vaktiniz, imkanınız yoksa ne gam! Kılavuz Kirpi’nin işe yarar bilgiler verme şiarıyla, size şu videoyu sunalım.

Rezan Has Müzesi, animasyon teknolojisini tarihin hizmetine vermiş ve bir Urartu kentini bin yıllar öncesinden gözle görünür kılmış. Bakın, 2.500 – 3.00 yıl önce bir kale – kent nasılmış:


Kaynak

ÖĞRETMENLER GÜNÜNDE GELECEĞE BAKMAK

Ömründen çeyrek asırlık bir süreyi derste geçirmiş eski bir öğretmen olarak, tüm meslektaşlarımın öğretmenler gününü yürekten kutlarım. Çektiğimiz bütün zorlukları, maruz bırakıldığımız tüm haksızlıkları bir günlüğüne kenara itmek ve çocuklar gibi sevinmek, bizlerin hakkıdır.

1980 Darbesinin icadı olsa da, 24 Kasım Öğretmenler Günü Türkiye'de hemen tüm çevrelerce kutlanan bir gün. Öğretmenler, öğrenciler, veliler, eğitim yöneticileri, devlet katı... Hiçbirinin 5 Ekim ’deki asıl ve uluslararası öğretmenler gününden haberdar olduğu söylenemez. Bilenler de o tarihte kutlamaktansa 24 Kasım’ı tercih ediyor.

5 Ekim, 24 Kasım… Her neyse.

Bir öğretmenler günü olması, öğretmenler gününün kutlanması güzel.

Özel günler, bayramlar ve benzeri topluca yapılan kutlamalar, genellikle anma ve doğum günü merasimlerinden farklı bir ruha sahip: Zamandan bağımsız algılanıyorlar. Öncesi – sonrası yok.
Sadece milli bayramlarda, o da geçmişe dönük bir zaman algısı mevcut. Mesela “Cumhuriyet’in 91. Yılı” gibi…

Peki, ya gelecek?

Bu yılki öğretmenler gününde gözü yaşlı kutlama mahiyetinde bir yazı hazırlamak istemiyorum. Mesleğin güçlüklerinden söz etmekten ya da gündelik sorunlara değinmekten de kaçınacağım. Eski ağaçları silkelemeyeceğim, bu defa. Zira hiçbirinin altına lezzetli bir meyve düşmeyecek.
Bu defa, öğretmenliğin geleceğine bakmak istiyorum.

İçine teknoloji çeşnisi katılmış eğitimden değil, gerçekten teknoloji ile eğitimden söz edelim. Öğretmenliğin yarınında bu var zira. Gelecek 10 – 20 – 30 yılda okul konsepti, öğretmenlik anlayışı, eğitim felsefesi tümden değişecek. Değişmek zorunda kalacak. 100 bin kişilik bir sınıfta özel ders vereceğiz, mesela.

Yarınlarınız bilimsel olsun, teknolojik olsun, öğretmenler gününüz kutlu olsun efendim.
Buyurunuz saygıdeğer öğretmenlerimiz, Peter Norvig yarının dersliğinden bahsediyor:


Kaynak

"Açık Toplum ve Düşmanları"

Hoşgörülü müsünüz?

Ben pek hoşgörülü olduğumu söyleyemem.
Sabırlıyımdır gerçi.
Sabrımın sınırına gelince -tanıyanlar bilir- diyeceğimi der, çeker giderim.
Fıtratım budur.

Necip Türk milleti benim gibi değil ama.
Acayip hoşgörülü.
Aşırı hoşgörülü.

Öyle hoşgörülü ki, kendisine ayrılan hoşgörünün sonuna gelindiğinin bile farkında değil. Bu engin (!) hoşgörü onu nereye sürüklüyor, anlamış gibi görünmüyor…

Konu hoşgörü olunca sizi mükemmel bir zihinle, değerli bir beyefendiyle tanıştırmak isterim:
Felsefenin en tatlı bilgesi Karl Popper ’la!

Popper’in büyük eserlerinden birini, The Open Society and Its Enemies adlı iki ciltlik kitabını, yine büyük ve şahane bir hoca olan Mete Tunçay, Harun Rızatepe ile birlikte Türkçe’ye çevirmiş.



Eserin adı Açık Toplum ve Düşmanları .

Açık Toplum ve Düşmanları, orijinal haliyle 1945 yılında okuyucuyla buluşmuş.
Popper’in Hitler Nazizmine saldırısı ve kendi demokrasi anlayışını savunması niteliğindeki bu değerli eseri temin etmek için aceleci davranmanızı öneririm. Zira siz temin edene kadar tükenebilir.

Görünen o ki, felsefe kitaplarının çoğunda olduğu gibi bu nefis çeviri de yeter sayıda ve sıklıkta basılmamış. İlk baskısı 1994 yılında Remzi Kitabevinden çıkmış. 2000 yılında yeniden basıldıysa da bu nüshasına ulaşmak pek mümkün değil gibi. 2013 tarihli yeni naskısı ise bugün birçok kitapçıda bulamayacağınız kadar azalmış durumda.

Kitabı okumadan önce Karl Popper’i ve fikirlerini daha yakından tanımak için bir konuşmasından alıntı yapmakta fayda var.

Hitler’in seçimle göreve gelmesi ve Almanya’nın başına geçmesi meselesine “hoşgörü” merceğinden bakıyor Popper ve bakın hoşgörünün sınırını nasıl çiziyor:

Her şeyi hoş görmenin sonu, hoşgörünün büsbütün ortadan kalkmasıdır.


Hoşgörünün sınırlarını, hoşgörüsüzleri de kapsayacak kadar genişleterek toplumu hoşgörüsüzlerin saldırılarından korumayı akıl edememek, sonunda hoşgörülüleri de hoşgörünün kendisini de yok edecektir.


Bu ifadeyle, mesela, toleranssız düşünce akımlarının toplum nezdinde baskılanmasını kastetmiyorum. Akla uygun bir karşı tezi üretilebildiği ve kamuoyundaki yansıması göz önünde bulundurulduğu müddetçe, elbette herhangi bir görüşü yasaklamak ya da baskılamak akıllıca değil.


Ancak hoşgörüye yer vermeyen fikirlerin, gerektiğinde güç kullanılarak bastırılmasını savunalım ki, bunların bizimle akıl düzleminde karşılaşmaya ne kadar hazırlıksız olduğu çabucak ortaya çıksın.
Böyleleri akıl düzleminde tartışmaya alışık değillerdir. Mantıklı bir eleştiriye yumruklar ya da silahlarla karşılık vermeleri işten bile değildir.


İşte bu nedenle, hoşgörünün korunabilmesi adına, hoşgörüsüzlere karşı hoşgörülü olmama hakkını talep edebilmek gerekir.


Kendini yasanın dışına konumlandıran, hoşgörüsüzlüğü bir öğreti gibi benimseyen ve yücelten herhangi hareketi, cinayetin veya adam kaçırmanın ya da köle ticaretinin yüceltilmesi kadar ciddi ve o biçimde suça teşvik saymalı ve buna göre kovuşturmaya tabi tutmalıyız.





Kaynak

Bu kadar hızlı unutmak zorunda mıyız?

Evet, ülke gündemi her gün yeni bir “bomba” haberle patlıyor, çatlıyor. Bu yüzden gündemi takip etmek ciddi bir odak yitimine sebep olabiliyor. Bunu anlıyorum. Ve evet, atasözünde dendiği gibi Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür yani unutma, toplumsal hafızayı iş görmez kılar.

Ancak her birimiz için hayati önem taşıyan konuları da bu kadar hızlı unutmak zorunda mıyız?

Bu eğitim öğretim yılı başında, yani şunun şurasında iki ay önce kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek ortaokullarda başörtüsü serbest bırakıldı. Bugün 10 – 13 yaş aralığındaki çocukların eğitim gördüğü ortaokullarda tablo şudur:



Gündemde ne var peki? Herkesin gündeminde birinci madde yeni Cumhurbaşkanlığı sarayı… Peki, 18 yaşın altındaki çocukları ayrımcılığa maruz bırakacak bu uygulama daha mı az endişe verici?
Uluslararası hukuka göre yetişkinlerin giyim-kuşam ve davranışlarına, suç içermediği müddetçe kimse karışamaz. Ve yine aynı hukuk ilkeleri özetle “çocuklar özgürce gelişmekten mahrum edilemez” diyor.

Din eğitimi verilmesi, çocuğa ailenin dini ve ahlaki değerlerinin öğretilmesi değil, bahsettiğim. Dileyen aile çocuğunu bu yönde eğitebilir, bu eğitim devlet okullarında verilebilir elbette. Zaten veriliyor da. Ancak inançlar doğrultusunda giyinmek, yetişkin olmayanlar için bir zorlama, bir seçeneksiz bırakmadır. Henüz zihinsel gelişimini tamamlamamış küçük kızların kadınlar için tanımlanmış bir giyime sokulması yanlıştır, haksızlıktır, adaletsizliktir.

Bu noktada eski bir yazımda sorduğum soruları yineleyeyim:

Ortaokul çağındaki çocuklara türban taktıran düzenlemeyi yapanlara ve ortaokul çağındaki çocuklarına türban taktıran anne – babalara soruyorum:
  • Sizce başını örtmeyen kadın dinsiz midir?
  • Sizce başını örtmeyen kadın namussuz mudur, ahlaksız mıdır?
Daha önemlisi ortaokul çağındaki bir kız, dinen “kadın” mıdır?
Tabii ki değildir.

Aslında çocuk – yetişkin ayrımını yapmak zor değil: 18 yaşın altındaki herkes çocuktur. Örnekse iş hukukunda 18 yaşın altındaki çalışanlar için ayrı maddeler vardır.


Gelelim uzman görüşlerine:

Türk Tabipler Birliği ve Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneği yaptıkları açıklamada bu uygulamanın yol açabileceği sorunları sıralıyor:
  • Çocuk ve ergenlerin ruhsal gelişimini inceleyen bilimsel araştırmalar göstermiştir ki; beşinci sınıfa başlayan çocukların (ortalama 10 yaş) henüz soyut düşünme becerileri gelişmemiştir.
  • Bu nedenle soyut bir konu olan dinin ve dinî kavramların 10-18 yaş aralığındaki çocuklar tarafından özümsenmesi ve kendi yaşamlarıyla ilgili kararları vermeleri beklenmemelidir.
  • Ortaöğretim çağı çocuğu baş örtmenin soyut dini gerekçelerini henüz tam olarak kavrayamayacağından ailesi ve/veya okulundaki erişkinlerin etkisi altında kalarak baş örtme gerekçelerini benimsemek zorunda kalacaktır.
  • Gerekçelerini kavramadan uygulayacağı bir karar ise çocuğun ilerleyen yıllarda kimlik gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecektir.
  • Kimlik gelişimiyle ilgili yapılan bilimsel araştırma sonuçlarının bulguları kimlik gelişiminin ergenliğin son aşaması olan 18-24 yaş arasında tamamlandığını göstermektedir; daha önceki gelişim aşamalarında çocuk ve ergenler kendilerine uygun kimlik rollerini araştırarak bu rolleri denemektedirler.
  • Ülkemizin de onayladığı ve yasal olarak sorumlu olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi’nin 10. ilkesi de “Çocuk ırk, din ya da başka bir ayrımcılığı teşvik eden uygulamalardan korunacaktır” der.
  • Yeni uygulamanın çocuk ve ergenlerin sağlıklı ruhsal gelişimi açısından önemli riskler taşıyabileceğinden ülkemizde çalışan çocuk psikiyatristleri adına bu endişemizi dile getirmenin ruhsal gelişim basamaklarının en önemli döneminde olan çocuk ve ergenlere karşı duyduğumuz sorumluluğumun bir parçası olduğunu düşünüyoruz.
Ayrıca Pedagoji Derneğinin internet sitesinden Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi metnine ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1989’da benimsenen ve 1990’da da yürürlüğe giren Çocuk Hakları Sözleşmesi metnine ulaşabilir, çocukların uluslararası yasa karşısındaki haklarını enine boyuna öğrenebilirsiniz. Bence çocukla haşır neşir olan herkesin, eğitimci, eğitim yöneticisi, sağlıkçı, anne-baba dahil her bir ferdin çocuğa el sürmeden önce bu metinleri öğrenmesi gerekir.

Şimdi lütfen bu hayati meseleyi unutmadığınızı gösteriniz. Bu bağlantıdaki imza kampanyasına destek veriniz. Demokratik rejimlerde talep ve tercihlerimizi yönetici erke duyurmanın bir yolu seçimlerse bir yolu da bu gibi imza kampanyalarıdır.

Çocuklarımızın haklarını savunmayacaksak, savunacak neyimiz kalır elde?


Yazının yer aldığı diğer siteler:
Kılavuz Kirpi
VivaHiba

BANA BİR AMAÇ VER, DÜNYAYI YERİNDEN OYNATAYIM





Şu videoyu izlemiş miydiniz? 14 milyona yakın kişi izlemiş. Hapishanede Michael Jackson şarkısı eşliğinde topluca dans eden mahkûmlar… 



Hepsi bir suça karışmış.

Hepsi genç.
Hepsi jilet gibi.
Hepsi en önde dans eden üç profesyonel dansçıdan neredeyse farksız.

Buna rağmen epeyce disiplin ve çalışma gerektiren böyle bir işin altından kalkabilmiş olmalarında şaşmamalı. Evet, muhtemelen mahkum tulumuna girmeden evvel herhangi bir amaç için bu derece emek sarf etmemişlerdi. Ve yine kuvvetle muhtemel, daha önce böyle zor bir işi başarmanın hazzını tatmamışlardı.

Neden?

Gençlik, baş edemeyeceğin kadar enerjiyle dolu olmak demektir. Gençlik içinden taşan onca güçle ne yapacağını bilememek demektir.

Bu yüzden genç bireylerin bir amaca sahip olması hayati önem taşır. O bitimsiz enerjiyi inandıkları, sevdikleri bir şey uğruna son damlasına kadar harcayabilirler. Harcamalıdırlar da.

Amaçsız kalmış genç, hem kendi geleceği için hem toplumsal huzur için tehlikeli olacaktır. Ya kendine, sağlığına zarar verecek, ya menfaat çevrelerinin, karanlık adamların etki alanına düşecek, ya da…




Türkiye nüfusunun neredeyse yarısı 25 yaşın altındaki gençlerden oluşuyor.
Genç nüfus arasında işsizlik oranı %30’lara dayanmış durumda.

İş yok.
Amaç yok.

Eğitimciler, aileler, öğretmenler, yöneticiler!

Gençlere bir amaç verin. Onları düşünmüyorsanız kendi huzurunuz için yapın bunu. 

Sanata, spora veya neyi seviyorlarsa ona yönlensinler. Bırakın evden çıksınlar, enerjilerini boşaltsınlar. Günün 8 saati okulda oturtmakla ettiğiniz eziyet, terbiye vermeye yetmiştir.

Dans, tiyatro, dağcılık, dalış, müzik… 35 yaşından sonra yapılacak işler değildir.

Gençleri delirtmeyin.
Gençleri rahat bırakın.
Gençlere bir amaç verin, size yepyeni bir dünya kursunlar.

http://kilavuzkirpi.tumblr.com/post/102392121903/bana-bir-amac-ver-dunyayi-yerinden-oynatayim 

EĞİTİMDE "EKMEK - KÖFTE" DENKLEMİ VE SORUNLAR

 Ne güzel demiş atalarımız: Ne kadar köfte, o kadar ekmek. Yoksa dememiş mi? Bu söz sokak argosu muydu, bilemedim şimdi. Neyse.

Öğretmen maaşları ile öğrenci başarısı arasında bir ilişki var mı diye bakmış, istatistikçiler ve eğitimciler. Gerçi biz zaten biliyoruz. Araştırma sonuçlarını beklemeden de söyleyebiliriz: Hiç üç kuruşa çalışan, emeği sömürülen ve değeri bilinmeyen ile el üstünde tutulan bir olur mu?

Mesela orta öğretimdeki öğrenci başarısında liste başı durumundaki Finlandiya ’da öğretmenler yılda 42.810 dolar maaş alıyorlarmış. TL cinsinden ayda 7.000 liradan fazla yani.

Ayda 7 bin lira maaş!
Kime?
Öğretmene!
Çok mu?

Şimdi içinizden “e, çok tabii” diyorsanız, eğitim adına başımıza gelen her şeye müstahaksınız kardeşim. Kusura bakmayınız.
İyi maaş, nitelikli özlük hakları, kaliteli personeli sektöre / mesleğe çeker. Kaliteli, kabiliyetli personel de sektörü / mesleği yükseğe taşır. Bakınız, Finlandiyalı öğrenciler 2012 - PISA sınavlarında dünya birincisi olmuş.




Bizdeki durum nedir? Başarıda 65 ülke içinde 42. sıradayız . Öğretmen maaşları da aylık ortalama 2.000 – 2.200 TL civarında.

Şimdi kimse kalkıp öğretmenlik kutsal meslektir, gönül işidir falan demesin. Herkesin geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi var ve herkes emeğinin karşılığını alacağı bir işte çalışmayı hak eder. Bir öğretmen onuruyla yaşamını sürdüreceği kadar para kazanamazsa, ülke eğitimi de bu halde olur.
Yani denklem basit: Ne kadar köfte o kadar ekmek…

Orta boy bir Avrupa ülkesinin nüfusu kadar öğrencimiz var. Bu yıl (2014-2015) kaç öğrenciyle başladık, eğitim – öğretime dersiniz?

Okul öncesinde 1.065.000
İlkokulda            5.645.000
Ortaokulda        5.090.000
Liselerde           4.600.000
Toplam            16.400.000

Yani?

Mesela liselerde toplam 4 milyon 600 bin öğrenci var demek, neresinden baksak her sene 1 milyon civarı genç liseden mezun olacak, üniversite kapısına dayanacak demektir. Nerede okuyacak bu çocuklar?

Üstelik sevdikleri, becerebilecekleri bölümlerde okumak isteyecekler. Liselerimizdeki devasa başarısızlık ortadayken tercih edecekleri bölümlerin öyle pek de “demirden leblebi” olmasın isteyeceklerdir.

Anlaşılan bu yüzden, 2014 sınav sonuçlarına göre üniversitelerimizde 918 bölüm boş kalmış . Yani aday öğrencilerden bir teki bile bu bölümleri tercih etmemiş. Çoğu fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimlerin uzmanlık eğitimi verilen bölümlermiş.

Şaşırdık mı?

Bu durum karşısında “talep yok” gerekçesiyle kimi üniversitelerdeki fizik, kimya, biyoloji bölümleri kapatılmaya, yetişmiş akademik kadrolar dağıtılmaya başlandı.

Şaşırdık mı?

Daha önceki yazılarımdan birinde ısrarla sormuştum: Üniversiteye girişteki başarı oranı en yüksek lise türü olan öğretmen liseleri kapatılıyor, yerine üniversiteye girişteki başarı oranı en düşük lise türü olan imam hatiplerin sayısı arttırılıyor. Neden? Çocuğunu imam hatip ortaokullarına ve liselerine yollayan veliler veya bu okula devam eden öğrenciler de eğitim kalitesinin yükseltilmesini talep eder görünmüyor. MEB’den de özelde imam hatiplerin genelde ortaöğretimin eğitim kalitesini artırmak yönünde atılmış bir adım duymadık bugüne kadar…

Şaşırdık mı?

Ne yazık ki eğitime dair tüm veriler akademik başarının önümüzdeki yıllarda daha da düşeceğini işaret ediyor.

Son olarak, Türkiye’nin 2014 yılında Milli Eğitime ayrılan bütçesi, yıllık 25 milyar $ civarında. Az mı çok mu anlamak için bir karşılaştırma yapmak lazım.

Mesela ABD’deki Harvard Üniversitesinin yıllık bağış geliri 32 milyar $ …
Mesela Avrupa ülkeleri içinde eğitime en düşük payı ayıran ülkeyiz…



Eğitimde dünya ülkeleriyle karşılaştırılabilir bir başarı beklemek için gerekli altyapıyı hiçbir yönüyle oluşturmadık. En azından öğretmen maaşlarında hissedilir bir artış yapılsa da yetenekli gençler, en yüksek notlarla mezun olan öğretmen adayları başka mesleklere yöneleceklerine eğitimi seçse… Öğretmenlerimiz mesleğe başlarken 7.000 TL maaş alsa mesela...

Değişim için ne güzel bir başlangıç olurdu!

Öğretmene verdiğini öğrenciden alacak, gelecek için en işe yarar yatırımı yapmış olacaktır, ülkemiz.

http://vivahiba.com/article/show/egitimde-ekmek-kofte-denklemi-ve-sorunlar/

Türkiye için salgın alarmı: Saçmalama hastalığı!

Korkarım eğitim bütünüyle bir iş, bir ticari kazanç sahası olarak görülmeye başladı. Zira bezirgân arasında “eğitimcilik” iyice moda oldu. Zaten kurtlanmış antika bir mobilya gibi içten içe tozlaştırılan eğitim sistemimiz, bir de bu ne idüğü belirsizlerin gadrine uğrıyor. Eğitimin ‘alıcı’ ucundaki öğrenci ve veli de kime inanacağını şaşırmış vaziyette…

Cebine beş on bin lira koyan herkes kendini eğitim koçu / kariyer danışmanı ilan ediyor. Bunlar arasından sesini bir nebze duyurmaya muvaffak olanları da, azametli pedagog havalarına girmekte.
Bu sonradan olma eğitimcilere “pardon, siz?” dendiğinde şu mazereti ileri sürüyorlar: Okuyup öğreniyorum ben. Neyi? Eğitimci olmayı. Hım. Aferin! O halde öyle 3 kitapla, 5 makaleyle kalma. Hazır elin değmişken “gerçekten” kolları sıvayıver. Eğitim fakülteleri, sınavı kazanan herkese açık.

Git, oku, eğitimin, öğretmenliğin ne olduğunu öğren.

Bu arada, doğurduğu çocukları yetiştirdiği için zat-ı muhteremini eğitim uzmanı ilan eden valide sultanlar ile paşa babalara ise hiç değinmeyeceğim. Onlar ayrı bir vak’a çeşidi olarak psikologların alanına giriyor…

Yalnız eğitim fakültesi okumamış olmak da değil mesele. Ömründe bir sınıfın kapısından girmemiş, tehlikeli bir hormon kokteyli halinde sabahtan akşama kadar sırasında oturmaya zorlanan bina dolusu ergene sözünü dinletmeye çalışmamış, bir tek ders vermemiş, bildiği herhangi bir şeyi karşıdakine öğretmek zorunda kalmamış tipler, başımıza eğitimci kesildi.

Ne saçma!

***

Aslında saçmalık, günlük dilde kullanıldığından öte, bir toplumsal hastalıktır. Tarihçi olarak sizi temin ederim, bütün imparatorlukları yerle yeksan eden, hep bu illettir.

Bir düşünün: 800 yıl Anadolu’ya ve mücavir alana hükmetmiş Hititler nerede? Ya bir dönem Hindistan’ın en muhteşem saraylarını, kalelerini inşa ettiren o meşhur Babür Devleti? Rus beylerini titreten Altınorda imparatorluğuna ne oldu? Ya Cengiz Han? Tarihin en geniş sınırlara sahip imparatorluğu, buharlaşıp uçtu mu?


***



Tarih boyunca nice ‘kahraman’ milleti çürüten, devrine mührünü vurmuş nice devleti hiç eden saçmalama hastalığı şöyle seyreder, kıymetli okur:

Ülkede önce ehliyet değerini yitirir. Yaptığı işi iyi bilen, işinin ehli olanlar meslekten dışlanır. Bertaraf edilen bu uzman kadroların yerini ağzı kalabalık, yalnız kendini pazarlamasını bilen ve en büyük meziyeti iktidar eteğinde yatmak olan sahte bilgiçler alır. Ambalajı yaldızlı, içi kof bilgiçler toplum tarafından başta yadırgansa da zamanla bunların savı gerçek ustaların savını susturur. Zira sesleri gürdür.

Git gide vasatlık yaygınlaşır, normal sayılmaya başlar.

Saçmalama salgınının başladığını ilk fark eden, sesi en kısığa ayarlanmış hakiki aydınlar, uzmanlar, ustalar olur. Zavallıcıklar çırpınır, didinir, anlatmaya uğraşır ama nafile. Haklıdan yana olan güçsüzdür. Güçlüden yana duran, haklılığını kolayca ispat eder. Çarklar dönmeye başlamıştır.
Basit şeylerle başlar, saçmalama hastalığı. Mesela doğru dürüst ayakkabı yapan kunduracı kalmaz. Yerli malı diye aldığınız buzdolabının motoru bir ülkeden, camı bir başka ülkeden ithaldir. Tonla para verdiğiniz giysi, mobilya iki günde ya solar ya bozulur. Mesleğin erbabı olmayanların elinden çıkma bu tapon ürünler tam da maksadını besler: “Bu bozuldu, hemen yenisini alalım. İthal olsun ama. Yerliler iki günde elimizde kalıyor.”

Saçmalama hastalığı hızla yayılır, salgına dönüşür. Zamanla daha incelikli, daha sofistike sahalara göz diker: Git gide tıp, eğitim ve hukuk alanları saçmalamaya başlar. Karar makamları iddialı, özgüveni yüksek cahillerle dolar. Onlara iştahla alkış tutanlara ise payeler, unvanlar dağıtılır. Ahali bu gürültü patırtı içinde şaşkına döner. Sapla samanı ayırt edemez hale gelir.


***

Sonra ne mi olur?

Kıl dönmesinden mustarip hasta yanlışlıkla kalp ameliyatına alınır.
Davalar yıllar sürer, bir türlü suçlu – suçsuz tespit edilemez.
Uçaklar 1 saat, 2 saat rötar yapar.
Yağmur yağar, trafik tıkanır.
Rüzgâr eser, elektrik kesilir.
Kar yağar, yollar kapanır.
Kimyasal atıklar nehirlere, denizlere boşaltılır, sular zehirlenir.

Depremde evler çöker, okullar çöker, devlet daireleri çöker, yerine yine aynıları dikilir…
Hiyerarşinin son basamağı, beslenme zincirinin son halkası, zurnanın son deliği hep alanının en deneyimli, en bilgili kimseleri olmuştur artık.

Mühendisler bankacı, ekonomistler eğitimci, televizyoncular filozof, gazeteciler bilim adamı, tiyatrocu, üfürükçüler tıpçı, mankenler tiyatrocu…

Yetişkinleri sersemleten saçmalama hastalığı son olarak çocukların, gençlerin yakasına yapışır.
Kopya çekmenin adı arkadaşlık olur, dayanışma olur. Bir bakarsınız sınav soruları çalınmış. Çalmaya tenezzül edilmeyen, kolay lokma görünen bir sınav yapılır. Sınava giren gençlerin yarısı matematikte, üçte ikisi fende sıfır çeker. SIFIR! ( Bkz. ) Kimse üzerine alınmaz. Hemen bir sonraki sınava geçilir. Hiçbir şey olmamış gibi…

İşte on üzerinden, yüz üzerinden, bin üzerinden hep kocaman sıfırlar alan o gençler karar makamına geçince, saçmalama salgınının son evresine de girilmiş demektir. Zamanı gelmiştir.

Hastalığın patırtılı ilerleyişine tezat bir sessizlikle, o koskoca sistem çöküverir. Puf! diye.
Tıpkı Hitit, Babür, Cengiz İmparatorlukları gibi, tıpkı Sovyetler Birliği gibi…




Kaynak