Bundan 30 yıl kadar önceydi.
Bir pazartesi sabahı, bayrak
törenindeydik. İstiklal marşı bitmiş, sıralar halinde binaya alınmaya
başlamıştık. Çatık kaşlı müdür yardımcıları ve beden eğitimi
öğretmenleri, ellerinde cetvellerle ikili sıra halinde geçişimizi
izliyor, ödümüzü koparıyorlardı.
Derken korktuğumuz oldu. Müdür baş muavini
sıfatlı adam, bir kız arkadaşımızı yakaladı. Koyun sürüsü içinden
çelimsiz birini kapan kurt gibi atılıp kızcağızın yakasına yapıştı,
çekip bin küsur kişilik öğrenci topluluğunun önüne çıkardı.
Ağzından tükürükler saçarak bağırıyor, arkadaşımıza hakaretler yağdırıyordu.
Neymiş?
Formanın üstüne düz lacivert değil de mavi çizgili bir kazak giymiş. Böylece erkeklerin dikkatini çekmeye çalışıyormuş!
Kız büyük bir bunalım geçirdi. Aileler
ortalığı ayağa kaldırdı. Muavin efendi, sözüm ona sürüldü. 2 ilçe öteye
milli eğitim müdürü olarak, yani terfi ederek okulumuzdan ayrıldı.
Bizler de ailelerimiz de bir mikroptan kurtulduğumuz için sevindik.
Hiçbir şeyin hallolmadığını, öğretmenlikten men edilmesi gereken bir
psikopatın terfi ettirilmiş olmasını görmezden geldik. Elimizden gelen
bu kadardı.
Bir 35 yıl kadar önceydi.
Henüz ilkokul çağındaydık. Mahalle
arkadaşım, akranım bir kızcağız yurtdışındaki akrabaya mektup yollamak
için postaneye gönderilmişti. O zamanlar çocuklara böyle ufak tefek
işler yaptırılırdı ki, normali de bu aslında…
Gelgelelim mektubu postaya vermek üzere binaya giren arkadaşımı, postane müdürü
yanına çağırmış. Adam, okuldan bir arkadaşımızın da babası… “Gel
bakalım, senin işlemini ben yapayım” demiş, kızı odasına sokmuş. Makam
koltuğuna oturup pantolonunun fermuarını açmış. Arkadaşım korkudan
ağlayarak oradan kaçıp kurtulmuş…
Şikâyet?
Böyle bir şeyi ailelerimize anlatsak,
devlet memuruna iftira atıyoruz diye sopayı yerdik muhtemelen. Öyle
“devletine – milletine bağlı” seneler… Devasa travmalardan geçilir, bir
şekilde denge tutturulur ve hayata devam edilirdi…
Yine 28-30 yıl kadar önceydi.
Lise ikideyiz. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde abdest konusu işleniyor.
Hoca öyle bir şey söylüyor ki, ergen
akıllarımız olmadık yerlere uçuveriyor: Sabah kalkınca ellerimizi
güzelce yıkamalıymışız. Zira ellerimizin nerede gecelediğini
bilemezmişiz. Hormonların altüst edemediği zerre kadar psikolojik
dengemiz kaldıysa onu da hoca (!) darmaduman ediyor.
15 yıl kadar önceydi.
Diplomasına bakılırsa mühendis
olmuş bir adam. Çocuğu olmuyor. Birçok doktora gitmiş. Tedavi
edememişler. Sonunda bir “hoca”ya ulaşıyor ve aradığı huzuru (!) onda
buluyor.
Şöyle anlatıyor: Cenab-ı hak senenin
364 günü dünyanın bir yerine muhakkak yağmur yağdırırmış. Sadece bir
gün, tek bir gün yağışsız geçermiş. İşte o kuru günde doğan çocuklar
benim gibi zürriyetsiz olurmuş. Benim durumum o yüzdenmiş. Hiçbir doktor
bana böyle açıklayamadı. Allah razı olsun, hocayla huzur buldum.
Yüksek tahsil görmüş birinin, pek çok
kimsede olan biyolojik bir sorunu kabullenmesi için işin içine Allah’ın
karışması gerekiyor. Öyle bir ego!
Bilimmiş, tıpmış, hatta kader –
kısmetmiş… “Benim başıma gelen sıradan bir şey olmaz” kompleksine bakıp
dehşete kapılmamak mümkün değil.
Geçenlerde Hülya Avşar’ın programına konuk olan eski kocası Kaya Çilingiroğlu TV ekranında anlattı.
Tarih, muhtemelen renkli kazak giydiği için idareci tacizine maruz kalan arkadaşımızın kendine gelmeye çalıştığı zamanlar.
Kaya Bey babasının zoruyla tıp
fakültesine girmiş. Fakat dersleri başaramıyor, okulu bırakacak. Babası,
Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu, “bari şu son sınavı ver de öyle
bırakırsın” diyor. Aslında “oğulcuğunun” estetik cerrah olacağını hayal
ediyor…
Tıp profesörü baba, bir başka tıp
profesörü hocaya “şu bizim oğlanı geçiriver” ricasını (!) iletiyor. O
hoca da öğrencisine “sınavın sonuna kadar otur, kâğıda bir şeyler
karala” tembihinde bulunuyor. Sınavdan sonra da odasına gelmesini
buyuruyor.
Genç Kaya aynen böyle yapıyor. Sınavda
oyalanıyor, sınıf arkadaşlarına “cevapları yazıyor” izlenimi veriyor ve
sınav sonrası hocasının (!) odasına gidiyor. Hoca dersin kitabı ile boş
bir kâğıdı Kaya’nın eline tutuşturup onu bitişikteki odaya yolluyor.
Canlı yayında dinlediğim bu torpil
hikâyesi, (neyse ki) genç Kaya’nın soruların cevaplarını kitaptan bulup
yazacak kabiliyete sahip olmaması sayesinde, mutlu sonla bitiyor ve baba
torpiliyle doktor yapılmış bir kasap daha piyasaya sürülmüyor. Kaya’nın
eblehliğine şükredesi geliyor, insanın…
Kaya torpille, iltimasla bile doktor
olamazken memleket, devlet dairelerindeki rüşvet skandallarıyla
çalkalanıyor. Dönemin Başbakanı Turgut Özal “benim memurum işini bilir” diyor ekrandan, pis pis sırıtarak.
Bugünden bir 20 yıl kadar öncesi. Tansu Çiller
Antalya’da Karadenizlileri selamlayıp “devletin milletin” örtülü
ödeneğini Parsadan şeysine kaptırmaktayken, ben artık öğretmen olmuş,
bir dershanede çalışmaktayım.
Dersin bir yerinde sınıfın kapısı aniden
açılıyor, içeri kahverengi takım elbiseli, kahverengi kolormatik
gözlüklü ve badem bıyıklı 2-3 adam dalıyor.
Müfettişlermiş.
Birini hemen tanıyorum. İçten gelen bir kuvvetle ve hiç tereddütsüz “Aaa! Mahmut Hocam,
sizi bizim okuldan sürmüşlerdi zamanında. Hala kız öğrencilere hakaret
ediyor musunuz?” deyiveriyorum. Nasıl bu kadar cesur olabildim, nasıl
tacizciye tacizcisin diyebildim!
Sonuç?
Bütün kahverengisi “yakalandım” kızılına
boyanmış bir halde, geldiğinden de hızlı kapatıyor sınıfımın kapısını
ve bütün rezilliğini kucaklayıp kaçıyor, zalim.
***
Diyeceğim odur ki, bu filmi neredeyse yarım asırdır izliyoruz, dostlar.
Yetmedi mi?
Hala aynı tas, aynı hamam, aynı leş suratlı hamamcılar…
Hala kız çocukları hakarete, aşağılanmaya, tacize maruz kalıyor…
Hala eğitimci sıfatlı yobazlar, psikopatlar eğitim iklimini zehirliyor…
Hala aynı torpilci, iltimasçı, “bizden
olsun, çamurdan olsun”cu zihniyet, her ideolojiden, her sınıftan
toplumu, kitleleri kirletiyor…
Ama biz bu sene anaokullarında “değerler eğitimi” vermeye başlayacağız, değil mi?
Hah!
İşte Türkiye yarım asırlık kirli ahlâkını burada temizleyecek.
Evet.
Değerler yaşam içinde öğrenilir ve o kişinin değerleri olur. Ders kitabından veya anlatılarak öğrenilmez. Edinilen değerler değişir mi?
YanıtlaSil