HER İŞ YERİNE BİR KREŞ

Anne – çocuk odağında şekillenen, aile eksenli bir kültürümüz var. Her ne kadar “cennet anaların ayakları altındadır” hadisine gönülden bağlıymış gibi gözüksek de, Türkiye’de anneler ya işsizliğe / mesleksizliğe ya da çalışıyorsa, evladını görememenin azabına mahkûm edilmiş durumda.

Hem cenneti anaların ayağı altında tasavvur ediyoruz hem de “saçı uzun aklı kısa” diye aşağılıyoruz, kadını. Her nedense yönetmek, çalışmak, ailenin eşit ve saygın bir üyesi olmak hakkını kadınlardan esirgiyoruz. Kadının eşitliği sanki erkeğin elinde olan ve kadına bahşedip bahşetmeyeceği paşa gönlüne kalmış bir şey gibi… Ama erkekler kadınlara görev biçmekten kendilerini bir türlü alamıyorlar. Yetkili ağızlardan “Siz çocuk doğurun, onlara bakın yeter. Bundan âlâ kariyer mi olurmuş” anlamında vecizeler (!) işitiyor, onlar adına utanıyoruz.

2014 Ocak TÜİK verilerine göre 76.667.864 toplam nüfusa sahip ülkemizde istihdam edilenlerin sayısı 25 milyon civarında.

Evet. Akıl alacak gibi değil ama resmi rakam bu.

Nüfusun sadece üçte biri çalışıyor. En azından kayıtlı, yani sigortalı olarak.

Kalan 50 milyon ise devletin kayıtlarına göre işsiz.

ELLİ MİLYON İŞSİZ!!!

Tahmin etmesi zor değil; işsizlik kadınlar arasında çok daha yaygın: Erkeklerin üçte biri işsiz iken kadınların üçte ikisi işsiz. Türkiye üretim gücünün yarısını eve kapatma, iş yaşamından soyutlama yolunu seçmiş görünüyor.

Kadınlar neden işsiz?
Öncelikle eğitimsiz bırakıldıkları için.

OECD raporuna göre ortaöğretim seviyesinde eğitim almış Türklerin oranı genel nüfus içinde %18 civarında. OECD ülkelerinde bu oran ortalaması %44. Türkiye bu listede 36 ülkenden 35.si durumunda. Yani dünyanın en az orta öğretimli nüfusa sahip ikinci ülkesiyiz…

Kurdun kuşun, her türden canlının doğal olarak yaptığı annelik görevi ve zevki, bizim ülkemizde kadına bir iş, bir meslek gibi dayatılıyor. Mesleksiz, eğitimsiz kadının iş hayatında kendine bir yer edinmesi zaten son derece güç. Bir de her fırsatta “doğur” telkininde bulunulan kadına kendini var edebilmesi için gerçekçi ve ciddi bir yardım yapılmıyor.

her-isyerine_bir_kres_1 

Nasıl bir yardım bu?
Son habere göre devlet her bir anneye birinci bebek için yarım altın tutarında 300 lira, ikinci bebekte 400 lira ve 3.bebekte 600 lira hediye verecekmiş.
Şaka gibi!
Yok, aslında düpedüz sadaka gibi!

O 300 – 600 liralarla çocuğun kaç günlük ihtiyacı karşılanır, düşünen var mı? Devlet kadını meslek sahibi, iş – güç sahibi yapacağına, eğiteceğine komşu teyze kılığına giriyor, bebek yastığına üç-beş para takıyor…

Meslek sahibi kadınların, çalışan annelerin durumu nedir? 

Her şeye rağmen okumuş ve bir meslek sahibi olmuş kadınlar da mesleksizlerden daha az sıkıntı çekmiyor. Vicdan azabı içinde ve çoğu defa maddi mecburiyetten, doğum izni biter bitmez işe dönüyorlar. Çoğu çocuğunu büyükannelere ya da bakıcılara emanet ediyor. Bir kısmı da gelir kaybını göze alarak 3 yaşa kadar eve kapanıyor, mesleğinden uzak kalıyor…

Böyle olmak zorunda mı, peki?
Hayır.

Asıl soru şu: Neden her iş yerinde bir kreş yok? 

Doğum izni, süt izni bilmem ne. Çocuğun beslenme ve bakım ihtiyacı birkaç ayda bitmiyor ki! En azından üç yaşına gelene, anaokuluna gidecek yaşa erişene kadar bakılması gerek.
Devletimiz kadınlara “doğurdun mu, o halde eve kapan” demeye getireceğine, eline üç-beş kuruş sıkıştıracağına gerçekten destek olsa ya!

Belli sayının üzerinde personel istihdam eden iş yerlerine gündüz bakım birimi açma zorunluluğu getirse ya!

O kadar basit ve o kadar ucuz bir iş ki bu!
Hiçbir patronun kılına zarar vermeyecek kadar küçük bir masrafla çözülebilir bu sorun. Her iş yerinde bir oda bir tuvalet ayrılabilir, sayıya göre 1 veya 2 okul öncesi öğretmeni işe alınabilir. Devlet mecbur etsin, azıcık da teşvik versin yeter.

Hem vasıflı kadın işgücü ekonomiden, üretimden uzaklaştırılmamış olur hem de atama bekleyen okul öncesi öğretmenlerine bir istihdam imkânı doğar.
Hem ülke kalkınır hem doğurganlık gerçekten teşvik edilmiş olur.

Çalışan anneler! Bir düşünsenize. 

Adliyede, bankada, okulda, üniversitede, büroda, fabrikada, hastanede, devlet dairelerinde iş başında, görev başındasınız. Küçük çocuğu olan, en azından 4-5 annesiniz. Kiminiz büyükanneye, kiminiz bakıcıya teslim ediyor yavrusunu. Oysa en kıymetliniz, evladınız sizinle aynı binada ya da bitişik binada olsa? Öğle arasında, çay molasında on – on beş dakika bile olsa yanına gidebilseniz, gözünüzle görüp kontrol edebilseniz?

Devletin eve kapamacı kadın politikasını değiştirmek kolay değil.
Kızlarımızı okutmak için ayrı mücadele vermek gerek, onları çocuk yaşta evlendirmemek için ayrı mücadele…

Meslek sahibi kadınları doğum izni, süt izni, ücretsiz izin gibi uygulamalarla meslekten uzaklaştırmanın ise kimseye bir faydası olmadığı aşikâr.


her-isyerine_bir_kres_5Çalışan anneler! Ses veriniz. 

Hem avukat hem anne Feyza Altun Meriç nasıl güçlü ve haklı bir ses veriyor, duydunuz mu?

Çocuğu bırakıp işe gitmenin kalbinize sapladığı suçluluk duygusunu söküp atın. Evet, çocuk da yapın, kariyer de. Doğrusu budur. Yarınlarımız için eğitimli kadınların anne olması kadar harika bir plan yoktur.

Devletin elinize sıkıştıracağı birkaç yüz lira kendinde kalsın, gerekirse maaşınızdan makul bir kesintiye bile razı olacaksınız, biliyorum. Yeter ki içiniz rahat olsun. Çocuğunuz elinizin altında olsun. Yeter ki kimseye muhtaç olmadan ve evladınıza hasret çekmeden annelik yapabilesiniz.


Unutmayın: İş yerinde kreş haktır.
Hakkınızdır.
Ses verin.



her-isyerine_bir_kres_6Avrupa parlamentosunun İtalyan milletvekili Licia Ronzulli

Kaynak

RİPABLİK OF YALNIZ KENDİNİ SEVENLER


Başlıktaki sakilliğe dikkat edenler, bunun bir ayna tutma yazısı olacağını tahmin etmiştir.

Belli yaşa gelmiş kadınlar, toplumun yüzüne daima en net gösteren aynaları tutar. Tıpkı Euro Maydan eylemleri sırasında polise ayna tutan Ukraynalı protestocular gibi…



Sosyal medyada son günlerde bir video dolaşıyor:
Süpermarket kasasında, aldığı bebek bezi, maması ve benzeri ürünlerin ücretini ödeyecek parası olmayan, genç anne videosu… Bir TV programı için kurgulanmış bu kayıtta, anne rolünde bir aktris var ve görevini gayet inandırıcı bir şekilde yerine getiriyor. Parası çıkışmadığı için evde tek başına bıraktığı bebeğine bez ve mama alamayan, üstü başı perişan, gözü yaşlı, genç ve yalnız bir anneyi canlandırıyor. Videoyu yazının sonunda bulup izleyebilirsiniz.

Gizli kamera ile kaydedilen bu mizansenin amacı, halkın “yardımseverlik” ölçüsünü almak.
Bakalım çaresizlik karşısında tutumumuz neymiş, falan filan…


Zor durumdaki bir anne ile karşı karşıya kalan ahali ne yapıyor dersiniz?

HİÇ!

Evet, koskoca bir hiç. Sadece izliyor, olan biteni…

Kasiyer muhtemelen haberli. Zira sesinde anlamsız bir neşe var. Kasten yardımcı olmuyor, hatta kadını iyice zora sokuyor.

Sırada bekleyen orta yaşlı adam olayı sadece izliyor.

Onun arkasındaki delikanlı olayı sadece izliyor.

Yan kasalarda bekleyen diğerleri olayı sadece izliyor.

Hatta bu kasadaki sıranın en sonunda duran bir başka erkek daha çok sürecek mi? gibi bir laf ediyor. Yani “paran yetmiyorsa bebeğin aç kalsın ama bizi burada ağaç etme”.

Sadece orta yaşlı bir kadın, zor durumdaki genç anneye yardımcı oluyor. Diğerlerini kenara iterek geliyor, kendi kredi kartını kasiyere uzatıyor ve annenin ihtiyaçlarını almasını sağlıyor. Tam bu sırada şu sözler dökülüyor kadının ağzından: Ben de zamanında çok sıkıntı çektim kızım…


Bu olay bir mizansen değil, gerçek olsaydı ne değişecekti?

Evet, görev alanların çoğu oyuncu ya da durumdan haberli ama kendimizi, geleneğimizi, alışkanlıklarımızı övmeyi bırakıp, bir an için dürüst olalım: Bu olay bir mizansen değil, gerçek olsaydı hiçbir şey değişmeyecekti.

Yine birileri “şu kadın gitse de sıra bana gelse” diye düşünecekti, başka birileri karşıdan izleyecek, hatta aralarında “neymiş, ne olmuş, aaa kızın parası mı yokmuş”…

Yine mağdurla empati kuran, o durumu daha önce yaşayan biri olacaktı.

Çünkü ne yazık ki, kendine yakın olanın halinden anlamak, ona merhamet duymak, yardım eli uzatmak ama kendinden uzak olanı görmezden gelmek, meşrebimize sığıyor.


Ahlakımızın çirkin yüzüne ayna tutalım, muhterem okurlar:

Bizler sadece kendimize yakın bulduklarımızın acısını hissediyoruz. Biz, yalnız bize benzeyenlere yardım eli uzatıyoruz. Küçücük yaştan kafamıza sokulan bu pis menfaat ahlakı, ömür boyu zerrece değişmiyor ve hayatımızı, ülkemizi, dünyamızı biçimlendiriyor.

Tahta çanaklar öyküsünü hatırlar mısınız? Ahlakımızı nasıl inşa ettik: İleride çocuğumuz bize iyi baksın diye anne babamıza iyi bakmamız öğütlendi. Hep bir çıkar, hep bir hesap ile iyilik yapmak öğretildi.

Kendimizle hiçbir benzerlik / özdeşlik kuramayacağımız insanlara karşı da sahiden yardımsever miyiz?

Bir ölüm, bir zulüm, bir haksızlık, bir adaletsizlik gördüğümüzde, mağdur kimdir, kimlerdendir, siyasi görüşü, dini inancı, mezhebi, cinsiyeti, memleketi, etnik kökeni nedir demeden DOĞRU olanı savunuyor muyuz?

Yoksa kendimize benzemeyenleri merhamet duvarımızın ardına mı atıyoruz? “Ama”larla empatiden, anlayıştan, haklı ve adaletli olandan uzaklaşıyor muyuz?

Parası yetmediği için bebeğine mama alamayan bir anneye şefkatle yaklaşmak için kaç “ama” silmemiz lazım, zihnimizden? Kaçımız haksızlık karşısında “ama” demeden yardıma koşar?

Ama o da parasını hesap etseymiş…
Ama o da doğurmasaymış…
Ama o da alırken fiyatına baksaymış…
Ama o da orada ne arıyormuş…
Ama o da o saatte sokağa çıkmasaymış…
Ama o da…

Bu rezil, bu sefil “ripablik of yalnız kendini sevenler” düzeninin inşasında hepimizin harcı var, farkında mıyız?
Ama‘larınız azaldıkça hayat güzelleşecek, inanın bana.



Garabet Balyan, kültür, miras, vefa…


balyan

İçinde Garabet Balyan, kültür, miras, vefa sözcükleri geçen, Türkçe bir cümle kurabilir misiniz?
Ben kuramadım.
Neden mi?

Agos gazetesinin bugünkü haberine göre, Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı Garabet Balyan’ın kayıp olan mezar taşı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kartal’da kullandığı bir şantiyede ortaya çıkmış. Gazete haberi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘işin ehli’ sözleriyle övdüğü Balyan ailesine mensup Garabet Balyan’a büyük saygısızlık alt başlığı ile vermiş.
Ne deseler haklılar…


Her insanlık ayıbına bir “ama” yetiştirenlerle aynı havayı soluma bedbahtlığı içindeyiz. Üstelik saygısızlığın, vefasızlığın, insafsızlığın sadece mezar taşlarına yönelmediğini de biliyoruz. Osmanlı’ya karşı saygısızlık da almış yürümüş durumda…
Batılı yüzüyle, azınlıklarıyla, etnisitesiyle, eksikleri ve yanlışlarıyla, 600 yıllık bir tarih var önümüzde: Osmanlı Tarihi. Gelin görün ki, kimse onu bütüncül olarak hazmetmeye razı değil. Herkesin kendi “Osmanlı”sı var. Kimi yalnız İslam köşesinden tutuyor kimi sadece yenilgilerinden dem vuruyor, kimi de kahramanlık hikâyelerinden ötesini ağzına almıyor.
Osmanlı mirası, koskoca bir tarih, çeşitli şekillerde görmezden gelinmeye çalışılıyor, türlü kesimler işine gelmeyen kısmı yok saymak için laf akrobasisi yapıyor.

Bugün büyük mimar Garabet Balyan’ın mezar taşına böyle bir “buluş” ile ulaşılması, iki yıl önce Dolmabahçe Sarayı’na yaptığım bir gezi üzerine yazdıklarımı hatırlattı.
Bakınız, o gezide laf akrobasisinde ne rekorlar kırılmış:


Muayede salonunda Selamlık gezisinin sonuna gelmişken kafiledekilerden biri “binanın inşaatını kim yapmış?” deyiverdi. Rehber delikanlının cevabı, bin yıllık manipülatif resmi söylemi tekrarladı ve içinde bulunduğumuz şık salonu adeta çamura buladı. Efendim, “Kayserlili hıristiyan yabancılar” yapmış.

dolmabahce_balyanPardon?

Osmanlının en tumturaklı binalarını çizen ve inşa eden Balyan ailesi, bu ailenin seçkin üyesi ve Dolmabahçe’nin mimarı Garabet Balyan ne zaman ‘yabancı’ oldu? Ermeni demek neden bu kadar zor? Nasıl bir ‘kenarından dolaşıp kaçıverme’ tavrı bu?

Sinirim tepeme zıpladı. Yüksek sesle “Ermeni! Ermeni!” dedim. Rehberimiz zehir yutmuş fare gibi sarardı ve telaşla şu sözleri sıraladı: “Binanın yapımında en çok Kastamonulu işçiler çalışmıştır. Halılarımız da Uşak ve Hereke’de dokunmuştur.” Pekala, kendin kaşındın evlat. Gezi boyunca sıraladığın eciş bücüşlere karşı kendimi tuttum, şimdi canını yakacağım.

Sordum: Bu devasa avizeler ilk yapıldığında muhakkak mum ve gaz ile çalışıyordu. Elektrik aksamını yapan kim? 

El cevap: Avizeler İngiltere’de yaptırıldı (bak sen!). 1912 yılında sarayımıza elektrik, telefon hatları ve kalorifer tertibatı döşendi.

Israr: Onu sormuyorum. Avizeleri elektrikle çalışacak hale getiren ustalar hangi memleketten? Türk olmasa gerek. Zira elektrik yeni yeni geliyordu o devirde. Yetişmiş eleman yoktur.

İki omzu yerde: Bilmiyorum. 

Öğrenir umarım. En azından İstanbul’un elektrifikasyon tarihçesi hakkında şu makaleyi okuması yerinde olur. Doğrusu ben de bilmiyorum, saray avizelerinin kim ya da kimler tarafından elektriğe çevrildiğini. Ama meselenin akademik / entelektüel bir merak uyandırdığı kesin. Genç hocalarımız çalışır herhalde.

İşte böyle…
Bu yıl 100. sene-i devriyesini yaşayacağımız Nisan 1915 acısı üzerinde üçün beşin hesabını yaparak tepinmekten utanmayan ölü sayıcılara denecek tek şey: Allah şifa versin, akıl – fikir – vicdan – insaf nasib etsin, âmin…


?????????????????????????????
Kapak

15 GÜNLÜK "ÜLKE" TATİLİ!




Türkiye’deki ilk ve orta dereceli okullar, 23 Ocak Cuma gününden yani yarından itibaren yarıyıl tatiline girecek. 26 Ocak-6 Şubat yarıyıl tatili. 2. dönem ise 9 Şubat 2015'te başlayacak, 12 Haziran'da da sona erecek.

İstatistikleri bilmeyen biri için bu sadece okulları, öğrencileri, öğretmenleri ve diğer eğitim personelini ilgilendiren, sektörel bir durum.

Oysa rakamlar gösteriyor ki, bu bir okul tatili değil, ülke tatili!
Neden mi?
 

Çünkü ülke nüfusunun 1/3’i (yazıyla üçte biri) öğrenci! Üstelik bu rakamlar geçen yıldan ve sayıya üniversite öğrencileri ile okula gönderilmeyen çocuklar dâhil değil.



Nasıl anlamalıyız bu rakamları?

  • Her üç TC vatandaşından biri öğrenci.
  • İçinden okul geçmeyen ev, neredeyse yok.
  • Nüfusun üçte biri reşit değil, yani 18 yaşın altında.
  • 2014 yılı için açıklanan bütçenin %10 kadarı eğitime ayrılmış durumda . Oysa yurttaşların %33’ü doğrudan eğitimin içinde. Yani bütçenin en az %33’ü eğitime ayrılırsa ihtiyaçlar karşılanmış olacak. 
  • Toplam öğrenci sayısı, toplam okul sayısına bölündüğünde okul başına yaklaşık 336 öğrenci düşüyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’nin hemen her yerinde okul mevcutları binlerle ifade ediliyor . O halde ya okul sayısı fazla gösteriliyor ya da kasaba - kent - büyükkent arasındaki ciddi nüfus farkı okul mevcutlarına da yansıyor.
  • Toplam öğrenci sayısı, toplam öğretmen sayısına bölündüğünde her bir öğretmene düşen yaklaşık öğrenci sayısı 27. Oysa birçok okulda sınıf mevcutları 50-60 kişilerde. Bu tuhaflığın nedeni de öğretmenlerin %10 kadarının ücretli statüsünde olması, yani haftalık ders yükünün son derece düşük olması. 944.000 öğretmenin hepsi kadrolu değil ve Eğitim-Sen’in tahminlerine göre Haziran 2014 itibarıyla Türkiye’de öğretmen açığı 140.000 civarında .


Özetle;
Öğrenci çok.
Okul az.
Öğretmen az.
Yapılan atamalar nitelikçe de nicelikçe de yetersiz.
Bütçe az, çok az. Öyle böyle değil, OECD ortalamasının neredeyse yarısı kadar!

Neyse, siz şimdilik bunlarla içinizi karartmayın.
Güzelce bir dinlenin.
Çocuk düşe kalka büyür, nasılsa…

İyi tatiller!


Kaynak

Eyvah kar yağıyor! Çocuğum okula gidemez!

Bir önceki yazımda kar yağışı gerekçe gösterilerek çocukların eğitim hakkının gasp edildiğinden bahsetmiştim.

Eğer kar yağdığında güvenli ulaşım sağlanamıyorsa okullar değil iş yerleri tatil edilsin demiş, yazının sonunda şu soruyu yöneltmiştim:

Her yıl en azından 10 günü kar şartlarında yaşıyoruz. Artık buna bir alışsak, kalıcı ve ciddi tedbirler geliştirsek ve okul kapatma ayıbından da kurtulsak diyorum! Çocuklarımızı güvenli şekilde okullarına gönderemeyeceksek, yapıp ettiklerimiz ne işe yarar?

Çocukların eğitim hakkını gasp eden sadece okul tatili veren valilik mi? Yolları etkin şekilde temizlemeyen belediye mi?

Ne yazık ki hayır.

Eğitim döneminin en kritik haftalarında çocuklarını okuldan alıkoyan anne babalar da var, maalesef. Çocuğunun karda yürümesindense eğitimden uzaklaşmasına razı olan ve kar tatilini destekleyen anne babalar…


Hiperebeveyn olmayın
Nasıl ki valilikler, belediyeler “görev” konusunda öncelik sırasını yanlış yapıyorsa, bir kısım anne baba da çocuğun öncelikle neye ihtiyacı olduğunu belirlemede hata yapıyor.

Çocuk için öncelik, eğitimdir, okuldur.

asiri_koruma3Kar yağışı ve soğuk hava 6 yaşından büyük bir çocuğun okuldan uzaklaşması için geçerli, mantıklı bir sebep değildir. Bu yaşta bir çocuk, gerekli tedbirler alındığında okuluna gidebilir, gitmelidir de. 

Yolların, sokakların güvenli olacak şekilde temizlenmesi birinci şart. Burada görev kenti yönetenlerin. Buzlanan kısımları, karla kaplanan yerleri temizlemeliler, okul binalarının ısınmasını sağlamalılar. Bu kesin.

İkinci görev de anne babalara düşüyor. Bilhassa annelere. Zira aşırı korumacılık, yani hiperebeveyn olma sorunu daha ziyade annelerde görülen bir deformasyon. “İyi anne” olacağım, çocuğumu tehlikelere karşı koruyacağım derken içe dönük, sosyal fobiden muzdarip ve ne yazık ki çoğu defa intihara meyilli bireyler yetiştiriyorlar.

Anne baba olarak öncelikle yetkililerden “temiz ve güvenli yol” talep edeceksiniz, elbette. Ancak bu talep öyle iki günde karşılanacak gibi değil. O zaman çocuğunuzun okuluna yakın bir semte taşınacak, yolun kahrını bir zahmet kendiniz çekeceksiniz. Küçücük çocuğu evden 1 saat uzaktaki bir okula yollamak nasıl “iyi anne babalık” oluyor, anlamak mümkün değil.

Hem çocuğun okuluna yakın bir yere taşınma, çocuğu yıllarca yolda sefil et, uykusuz bırak; hem de “aman valilik okulları tatil etsin”!

Etmeyin, eylemeyin. Dürüst olun! Kendinize de, çocuğa da dürüst olun.

Siz hoşlandığınız muhitte oturacaksınız ama el kadar çocuk yol tepecek, öyle mi? Kar yağınca da çocuğun eğitim hakkını elinden alacak, onu eve tıkacaksınız…


Bakın, aşırı korumacılık hakkında hekimler, uzmanlar neler diyor:


Aşırı korumacılık sosyal fobi yaratıyor. Ailenin aşırı koruyan ve baskılayan tutumu, çocukta sosyal fobi gelişme riskini 3 kat artırıyor. Sosyal kaygı bozukluğu (sosyal fobi) sık rastlanan bir ruh sağlığı sorunu ve dünya genelinde %13 sıklıkta görülüyor.
Sosyal fobinin görülme sıklığı açısından Orta Doğu Teknik Üniversitesinde (ODTÜ) 1.000 öğrenciyi kapsayan bir araştırma yaptık. Öğrenciler bu okula çok iyi puanlarla girdiği, yüksek okul başarısına sahip olduğu için ODTÜ’yü seçtik. Öğrencilerin %21’inde sosyal fobi çıktı.
Sosyal fobisi olan kişilerin intihar etme olasılıkları, genel toplum ortalamasının yaklaşık iki katı olarak dikkati çekiyor.
İleri derecede kaygılı bir anne ya da baba aşırı kollayıcı ve koruyucu olabiliyor ve böylece çocuğun kendi başına araştırma ve inceleme yapma gereksinimini engelleyebiliyor. Böyle bir engelleme de çocuğun özerkleşmesini ve kendine güven kazanmasını zorlaştırıyor.


Aşırı koruyucu ebeveyn tutumu, çocukların psikolojisini olumsuz yönde etkiler. Yetişkinlerin çocuklarıyla ilgili kaygılarını azaltmak için başvurdukları bu tarz yöntemler, ruhsal açıdan bazı sıkıntılar yaşayan çocuklar ortaya çıkarabilmektedir.
Aşırı koruyucu ebeveynlerin çocukları, sürekli birinin varlığına ihtiyaç duyan, bağımlı, özgüveni az, hata yapmaktan korkan, hassas, içe kapanık, reddedilme korkusu nedeniyle kendini ifade etme zorluğu yaşayan kişilere dönüşebilir.


Çocuklarına karşı aşırı koruyucu bir tutum benimseyen anne-babalar, sürekli çocuklarına müdahale ederler. Bu tutumda çocuğa sevgiyle beraber çocuğun özgürlüğünü ve yapabileceklerini kısıtlayan davranışlar sunulmaktadır.
Çocuğun kendini tanıması ve yapabileceklerini fark etmesi engellenir. Çocuk anne-babası tarafından ‘sen daha küçüksün, yapamazsın’ gibi engellemelerle karşılaşır ya da yapabileceği şeyler onun yerine anne-baba tarafından yapılır. Bu da çocuğun yetersizlik duygusunu yaşamasına neden olur.
Anne-babanın aşırı koruyucu tutumu çocuğun kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyebilir. Çocuğun yapabileceklerinin onu koruma adına anne-baba tarafından yapılması veya başkalarının ona hizmet etmesi sonucu, çocukta başarısız olduğu duygusunu uyandırabilir.


Kimse çocuğunun zorlandığını, üzüldüğünü görmek istemez. Çocuğun hayatını kolaylaştırmak için, neredeyse elimizde olmadan olağan akışa müdahale eder, koşulları yeniden düzenlemeye yelteniriz. Ancak şu da bir gerçek ki, anne baba ne yaparsa yapsın çocuk eninde sonunda zorlanır ve üzülür, çünkü hayat herkes için zordur.
Şöyle bir çocuk düşünün:
  • Ağaca tırmanacak ama dallar çok sıkışık. Hop! Hemen ağaç budanıyor, 2-3 kaba dal bırakılıyor.
  • Basketbol oynamak istiyor ama takıma almıyorlar. Hop! Hemen beden eğitimi öğretmeni ile görüşülüyor, çeşitli yollar deneniyor, hatta hoca tehdit ediliyor.
  • Notları düşmeye başladı. Hop! Hemen daha rahat bir okula geçiriliyor.
Bahsettiğimiz hayatı kolaylaştırılmış bir çocuk mu, yoksa hayatı öğrenememiş bir çocuk mu? Ne dersiniz?

***

Son söz:

Şimdi bana kızın.

Çok kızın.

Hatta ekrana tükürün, küfredin, bağırın, ağzınıza geleni söyleyin.

Sonra arkanıza yaslanın ve bir 5 dakika sakinleşin.

Kimse hatasının yüzüne vurulmasından hoşlanmaz. Hiç birimiz eleştirilmek istemeyiz.

Ancak dost acı söyler.


Ben anne babaların, idarecilerin, şunun bunun karşısında değilim. Çocukların yanındayım. Onların tarafını tutuyor, onların haklarını savunuyorum. Bir eğitimci olarak, görevim bu. Bilgimi çocuk yararına kullanmak.

Çocukların eğitim hakkını ellerinden alamayınız.

Okulların tatil edilmesi ulusal bir ayıptır, desteklemeyiniz.

Okula yakın yere taşınınız.

Ve lütfen, çocuğunuzu severken boğmayınız.



KAR TATİLİ ASLINDA NE DEMEK?

Kar yağınca okulların tatil edilmesi diye bir gerçeğimiz var.
Ayıbımız mı desek?

Yerler, sokalar yarım parmak kar tutunca okulları tatil etmek, ülkemize özgü bir gariplik. Kanada, Rusya, İsveç, Norveç, Finlandiya gibi kuzey ülkelerinde okulların tatil edilmesi için, evin kapısını kaplayacak kadar kar yağması lazım. Komşumuz Bulgaristan’da bile kar tatili diye bir kavram mevcut değil.

Mesela geçtiğimiz Ekim ayında Tataristan’ın başkenti Kazan’da -12 dereceyi yaşadım. Rusya Federasyonu içinde, bağımsız bile olmayan 3 milyonluk bir devletçik, Tataristan. Onlar için sıradan bir iş olan karların temizlenmesi hizmeti, 17 milyonluk nüfusu ve bir Avrupa ülkesine yaklaşan mali kaynakları ile İstanbul Büyükşehir Belediyesinin elinden gelmiyor. İstanbul gibi yine dev bir kasanın üzerinde oturan Ankara Büyükşehir Belediyesinin de bu hizmetlere gücü yetmiyor, nedense! Yollar beyazlandı mı valilikler, belediyeler, “görev” hırkasını sırtından atıveriyor, çocukları eve hapsediyorlar.

Ülkemizde eğitimi aksatan olumsuz hava şartları, aslında bir turnusol kâğıdı gibi ayıpları tek tek ortaya dökmekte…

Milli Eğitim Bakanlığı, kar yağınca okulları tatil eden makamlara “dur bakalım, iş yerlerini tatil et ama okullara dokunma” diyemiyor.

Neden?

Ülkenin en önemsiz, en kolay askıya alınacak hizmeti eğitim sanki! Nasılsa okulda bir şey öğrenmiyor çocuklar değil mi? İki – üç gün gitmeyiversinler!

KAR TATİLİ ASLINDA NE DEMEK_1Büyük şehirde büyütülen çocukların, ülkenin daha küçük kentlerindeki çocuklardan daha hassas olduğunun varsayılması da bir başka ayıp.
Zira kış aylarını kar – boran altında geçiren Kars, Erzurum, Van gibi kentlerimizde okullar zırt fırt tatil edilmiyor. Üstelik ilçeler ve kasabalar ölçeğinde nice öğrenci okula yürüyerek ulaştığı halde! Ama onlar “doğulu” çocuklar değil mi? Alışıklar, yarım pabuçlarla karda yürümeye!

Kar yağışı memlekete yeni musallat olmuş bir felaket falan değil. Her sene yağıyor işte.

O halde önlem almamak neden?

Önlem almamak ayıp değil mi?

Önlem diye yapılan okul kapatma kararı ayıp üstüne ayıp değilse nedir?

Her sosyal konuya elde yasakla koşturan valilikler ve belediyeler, iş önlem düşünmeye, önlem almaya gelince neden kekeliyor?


KAR TATİLİ ASLINDA NE DEMEK_4Kar yağışında alınacak önlem aslında neye karşı?
  • Trafik kazalarına,
  • Trafikte sıkışıp saatlerce araç içinde mahsur kalmaya,
  • Toplu taşıma aracı bekleyen binlerce yurttaşın duraklarda titremekten hasta olmasına,

Yani?

Okulları tatil ederek birkaç milyon öğrenciyi eve kapatan yetkililer, böylece trafiğin yükünü hafifletmeyi amaçlıyor.

Peki, trafiğin yükünü hafifletmek için okulları kapatmak yerine başka neler yapılabilir?


Örneğin çalışan sayısı 100’ün üzerindeki işyerleri tatil edilebilir. Beyaz yakalı arkadaşlar iki gün evde kalır, hafta sonu işe gidip aksaklıkları telafi ederler.

Şimdi kimse bana “ama serbest piyasa” demesin. Devletin okula uzanan eli, kar amaçlı kuruluşlara da pekâlâ yetişebilir. Devletin temel görevleri güvenlik, sağlık, adalet ve eğitimdir. Para kazanacak adamlar için yolları boşaltmak değil!

Madem herkes karda yola çıkınca yollar tıkanıyor, o halde sormak lazım: Karlanma – buzlanmaya karşı neden yeterli aracımız yok? Koskoca İstanbul’da, Ankara’da 40’ar tane kar temizleme aracı olsa yollar riskli olmaktan çıkardı.

İspark diye firma kurup şehrin en dar sokaklarından bile park ücreti toplamayı akıl eden belediyemiz neden şehrin en dar sokaklarına bile girecek bir tuzlama – kar eritme aracı ayarlamıyor? Oysa bir kamyonet parasından fazla değil, bu araçların ücreti. Haznesine konan kimyasallı su, geçtiği yola azar azar akıtılıyor ve buzlanma önleniyor.

Üç dört yıl önce İstanbul’un komşu iki ilçesinden Ümraniye’de kaldırımlar buz, yollar kar ile kaplıyken aynı gün Üsküdar ilçesinde buzlu-karlı tek bir kaldırım bile yoktu. Demek ki olabiliyormuş!

Doğruya doğru: Öğretmenlik yaptığım senelerde ben de kar tatiline sevinirdim. Ama neden? İşe gideceğim derken canımı riske atmak zorunda kalmayacağım için. Çünkü İstanbul gibi yönetilemeyen bir şehirde kar yağışı pekâlâ canına mal olabilir insanın. Gazete arşivinden şu acı habere göz atmak yeterli…


Şimdi sınıftaki en zor öğrenen çocuğa anlatır gibi tekrar edeyim:

Kimsenin karşısında değilim, çocukların yanındayım.

Onların eğitim hakkını kimse ellerinden alamaz.

Okulların tatil edilmesi ayıptır.

Üstelik eğitimi aksatmakla çözülen hiçbir problem de yoktur.

Asıl müdahale ulaşıma olmalıdır, eğitime değil.

Her yıl en azından 10 günü kar şartlarında yaşıyoruz. Artık buna bir alışsak, kalıcı ve ciddi tedbirler geliştirsek ve okul kapatma ayıbından da kurtulsak diyorum!

Çocuklarımızı güvenli şekilde okullarına gönderemeyeceksek, yapıp ettiklerimiz ne işe yarar?




Bu yazı daha önce VivaHiba ve Kılavuz Kirpi 'de yayımlanmıştır.

YENİ TÜRKİYE Mİ? YOK CANIM! ESKİ TAS ESKİ HAMAM…



Bundan 30 yıl kadar önceydi.

Bir pazartesi sabahı, bayrak törenindeydik. İstiklal marşı bitmiş, sıralar halinde binaya alınmaya başlamıştık. Çatık kaşlı müdür yardımcıları ve beden eğitimi öğretmenleri, ellerinde cetvellerle ikili sıra halinde geçişimizi izliyor, ödümüzü koparıyorlardı.

Derken korktuğumuz oldu. Müdür baş muavini sıfatlı adam, bir kız arkadaşımızı yakaladı. Koyun sürüsü içinden çelimsiz birini kapan kurt gibi atılıp kızcağızın yakasına yapıştı, çekip bin küsur kişilik öğrenci topluluğunun önüne çıkardı.

Ağzından tükürükler saçarak bağırıyor, arkadaşımıza hakaretler yağdırıyordu.

Neymiş?

Formanın üstüne düz lacivert değil de mavi çizgili bir kazak giymiş. Böylece erkeklerin dikkatini çekmeye çalışıyormuş!

Kız büyük bir bunalım geçirdi. Aileler ortalığı ayağa kaldırdı. Muavin efendi, sözüm ona sürüldü. 2 ilçe öteye milli eğitim müdürü olarak, yani terfi ederek okulumuzdan ayrıldı. Bizler de ailelerimiz de bir mikroptan kurtulduğumuz için sevindik. Hiçbir şeyin hallolmadığını, öğretmenlikten men edilmesi gereken bir psikopatın terfi ettirilmiş olmasını görmezden geldik. Elimizden gelen bu kadardı.

Bir 35 yıl kadar önceydi.

Henüz ilkokul çağındaydık. Mahalle arkadaşım, akranım bir kızcağız yurtdışındaki akrabaya mektup yollamak için postaneye gönderilmişti. O zamanlar çocuklara böyle ufak tefek işler yaptırılırdı ki, normali de bu aslında…

Gelgelelim mektubu postaya vermek üzere binaya giren arkadaşımı, postane müdürü yanına çağırmış. Adam, okuldan bir arkadaşımızın da babası… “Gel bakalım, senin işlemini ben yapayım” demiş, kızı odasına sokmuş. Makam koltuğuna oturup pantolonunun fermuarını açmış. Arkadaşım korkudan ağlayarak oradan kaçıp kurtulmuş…

Şikâyet?

Böyle bir şeyi ailelerimize anlatsak, devlet memuruna iftira atıyoruz diye sopayı yerdik muhtemelen. Öyle “devletine – milletine bağlı” seneler… Devasa travmalardan geçilir, bir şekilde denge tutturulur ve hayata devam edilirdi…

Yine 28-30 yıl kadar önceydi.

Lise ikideyiz. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde abdest konusu işleniyor.

Hoca öyle bir şey söylüyor ki, ergen akıllarımız olmadık yerlere uçuveriyor: Sabah kalkınca ellerimizi güzelce yıkamalıymışız. Zira ellerimizin nerede gecelediğini bilemezmişiz. Hormonların altüst edemediği zerre kadar psikolojik dengemiz kaldıysa onu da hoca (!) darmaduman ediyor.
15 yıl kadar önceydi.

Diplomasına bakılırsa mühendis olmuş bir adam. Çocuğu olmuyor. Birçok doktora gitmiş. Tedavi edememişler. Sonunda bir “hoca”ya ulaşıyor ve aradığı huzuru (!) onda buluyor.

Şöyle anlatıyor: Cenab-ı hak senenin 364 günü dünyanın bir yerine muhakkak yağmur yağdırırmış. Sadece bir gün, tek bir gün yağışsız geçermiş. İşte o kuru günde doğan çocuklar benim gibi zürriyetsiz olurmuş. Benim durumum o yüzdenmiş. Hiçbir doktor bana böyle açıklayamadı. Allah razı olsun, hocayla huzur buldum. 

Yüksek tahsil görmüş birinin, pek çok kimsede olan biyolojik bir sorunu kabullenmesi için işin içine Allah’ın karışması gerekiyor. Öyle bir ego!

Bilimmiş, tıpmış, hatta kader – kısmetmiş… “Benim başıma gelen sıradan bir şey olmaz” kompleksine bakıp dehşete kapılmamak mümkün değil.

Geçenlerde Hülya Avşar’ın programına konuk olan eski kocası Kaya Çilingiroğlu TV ekranında anlattı.

Tarih, muhtemelen renkli kazak giydiği için idareci tacizine maruz kalan arkadaşımızın kendine gelmeye çalıştığı zamanlar.

Kaya Bey babasının zoruyla tıp fakültesine girmiş. Fakat dersleri başaramıyor, okulu bırakacak. Babası, Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu, “bari şu son sınavı ver de öyle bırakırsın” diyor. Aslında “oğulcuğunun” estetik cerrah olacağını hayal ediyor…

Tıp profesörü baba, bir başka tıp profesörü hocaya “şu bizim oğlanı geçiriver” ricasını (!) iletiyor. O hoca da öğrencisine “sınavın sonuna kadar otur, kâğıda bir şeyler karala” tembihinde bulunuyor. Sınavdan sonra da odasına gelmesini buyuruyor.

Genç Kaya aynen böyle yapıyor. Sınavda oyalanıyor, sınıf arkadaşlarına “cevapları yazıyor” izlenimi veriyor ve sınav sonrası hocasının (!) odasına gidiyor. Hoca dersin kitabı ile boş bir kâğıdı Kaya’nın eline tutuşturup onu bitişikteki odaya yolluyor.

Canlı yayında dinlediğim bu torpil hikâyesi, (neyse ki) genç Kaya’nın soruların cevaplarını kitaptan bulup yazacak kabiliyete sahip olmaması sayesinde, mutlu sonla bitiyor ve baba torpiliyle doktor yapılmış bir kasap daha piyasaya sürülmüyor. Kaya’nın eblehliğine şükredesi geliyor, insanın…

Kaya torpille, iltimasla bile doktor olamazken memleket, devlet dairelerindeki rüşvet skandallarıyla çalkalanıyor. Dönemin Başbakanı Turgut Özal “benim memurum işini bilir” diyor ekrandan, pis pis sırıtarak.

Bugünden bir 20 yıl kadar öncesi. Tansu Çiller Antalya’da Karadenizlileri selamlayıp “devletin milletin” örtülü ödeneğini Parsadan şeysine kaptırmaktayken, ben artık öğretmen olmuş, bir dershanede çalışmaktayım.

Dersin bir yerinde sınıfın kapısı aniden açılıyor, içeri kahverengi takım elbiseli, kahverengi kolormatik gözlüklü ve badem bıyıklı 2-3 adam dalıyor.

Müfettişlermiş.

Birini hemen tanıyorum. İçten gelen bir kuvvetle ve hiç tereddütsüz “Aaa! Mahmut Hocam, sizi bizim okuldan sürmüşlerdi zamanında. Hala kız öğrencilere hakaret ediyor musunuz?” deyiveriyorum. Nasıl bu kadar cesur olabildim, nasıl tacizciye tacizcisin diyebildim!

Sonuç?

Bütün kahverengisi “yakalandım” kızılına boyanmış bir halde, geldiğinden de hızlı kapatıyor sınıfımın kapısını ve bütün rezilliğini kucaklayıp kaçıyor, zalim.

***

Diyeceğim odur ki, bu filmi neredeyse yarım asırdır izliyoruz, dostlar.

Yetmedi mi?

Hala aynı tas, aynı hamam, aynı leş suratlı hamamcılar…
Hala kız çocukları hakarete, aşağılanmaya, tacize maruz kalıyor…
Hala eğitimci sıfatlı yobazlar, psikopatlar eğitim iklimini zehirliyor…
Hala aynı torpilci, iltimasçı, “bizden olsun, çamurdan olsun”cu zihniyet, her ideolojiden, her sınıftan toplumu, kitleleri kirletiyor…


Ama biz bu sene anaokullarında “değerler eğitimi” vermeye başlayacağız, değil mi?
Hah!
İşte Türkiye yarım asırlık kirli ahlâkını burada temizleyecek.
Evet.



SAĞLAM KARAKTERLİ BİR ÇOCUK YETİŞTİRMEK İÇİN

Çocuk yetiştirmek hiç de kolay bir iş sayılmaz. Üstelik anne – baba olanlar hayatın diğer zorluklarından muaf da tutulmuyor. Bir yandan gecenizi gündüzünüze katıp çalışmak zorundasınız, bir yandan da sağlam karakterli, kendini bilen, aklı başında bir çocuk büyütmekle yükümlüsünüz.
asiri_koruma3 
İş bu kadar zor olunca insanlar ister istemez kolay bir formül, kestirme bir yol arıyorlar. Kitapçı raflarını dolduran binlerce “anne – baba” kitabı da bu talebi karşılamak için kaleme alınıyor. 

Sayfalar dolusu okuma yapan ebeveynlerin, çoğu defa bu kitaplardan sonra aklı daha da karışıyor olmalı. Zira hayatlarını kolaylaştıracak bir çare ararlarken, kendi yaşantılarına pek de uymayan bir dizi karmaşık talimat ve tatbikat ile karşı karşıya kalıyorlar…

Oysa belki de anne babalara NE YAPMAMAK gerektiği anlatılsa, sorunları daha etkin bir çözüm olurdu. Aile ve evlilik terapisti Claire Dorotik-Nana bu konuda önemli ipuçları veriyor.

Çalışkan, kendini bilen, dirençli, sağlam karakterli ve merhametli bir çocuk yetiştirmek istiyorsanız, aman sakın şu 3 şeyi yapmayınız!
  1. Üzerine titremek
  2. Her yaptığına aferin demek
  3. Gerçeklerle arasına mesafe koymak


ÇOCUĞUN ÜZERİNE TİTREMEYİN

Kimse çocuğunun zorlandığını, üzüldüğünü görmek istemez. Çocuğun hayatını kolaylaştırmak için, neredeyse elimizde olmadan olağan akışa müdahale eder, koşulları yeniden düzenlemeye yelteniriz. Ancak şu da bir gerçek ki, ana baba ne yaparsa yapsın çocuk eninde sonunda zorlanır ve üzülür, çünkü hayat herkes için zordur.

Şöyle bir çocuk düşünün:
  • Ağaca tırmanacak ama dallar çok sıkışık. Hop! Hemen ağaç budanıyor, 2-3 kaba dal bırakılıyor.
  • Basketbol oynamak istiyor ama takıma almıyorlar. Hop! Hemen beden eğitimi öğretmeni ile görüşülüyor, çeşitli yollar deneniyor hatta hoca tehdit ediliyor.
  • Notları düşmeye başladı. Hop! Hemen daha rahat bir okula geçiriliyor.
Bahsettiğimiz hayatı kolaylaştırılmış bir çocuk mu, yoksa hayatı öğrenememiş bir çocuk mu? Ne dersiniz?

Çocuğu zorlanmasın diye koşulları değiştirmeye yeltenen velilerin çocuğa ne kadar zarar verdiğini hatırlatması için işe yarar bir söz: Zahmet olmadan rahmet olmaz. Zira zorlanmadıkça gelişme de meydana gelmez. Akılda tutmak gerekir ki, daha zor derslerle, daha zor öğretmenlerle, daha zor yarışlara girerek, daha zor sınavlardan geçerek yetişmeyen çocuklar, hayata geriden başlayacaktır. İleride patronu “zorlandığı için” iş yükünü hafifletecek mi, örneğin?

Çocuğunuzun kendi becerilerini, kapasitesini, ilgi alanlarını bilebilmesi, kendini bulabilmesi için onun üzerine titremeyiniz, hayatını kolaylaştırma işini abartmayınız.


asiri_koruma5
BENİM YAVRUM N’EYLERSE GÜZEL EYLER

Dünyadaki her şey ve herkes için geçerli kuraldır: 
Çoğu şey vasattır, bazı şeyler iyidir ve pek az şey muhteşemdir.

Bu yüzden sizin çocuğunuz da diğerleri gibi birçok çirkin resim yapacak, nice beceriksizlik sergileyecektir. Çocuğun yaptığı herhangi şeye, mesela bahçede top oynayan çöp adam resmine bile “muhteşem” dersek, çocuğun gerçek anlamda neyin muhteşem olduğunu öğrenmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü ne yaparsa yapsın hep aynı tepkiyi alacak, herhangi şeyi daha iyi yapmak, bir konuda daha iyi olmak için asla gayret göstermeyecektir.

Bu nedenle anne babalar, eğer kendini geliştirmek için çaba sarf eden bir evlat yetiştirmek istiyorlarsa onun her yaptığına alkış tutmamalıdır. Çocukla iletişim kurarken daha az “aferin”, daha çok “fena değil” ve hatta “daha iyisini yapabilirsin” sözleri kullanılmalıdır.


asiri_koruma6GERÇEKLERLE ARASINA MESAFE KOYMAYIN

Gerçekler acıdır. Hayat acıdır. Bu yüzden çocuğu gerçeklerden korumak için atılacak her adım çocuğa zarar verir.

Nedir bu adımlar? Mesela en sevdiği oyuncağını onuncu defa kırdı. Hemen gidip yerine yenisini almayın. Bu sefer değil. Böylece sevdiği bir oyuncakla daha dikkatli oynamayı öğrenecektir.

Öğrenmezse ne olur? Kural tanımaz bir bireye evrilir. Daima kendi kurallarını koymaya çalışır ve başkalarının da bunlara uymasını istemeye başlar. İş öyle akla gelmedik yerlere varabilir ki…

Mesela gelecekte bir suç işlerse orada da yardımına koşacak mısınız?

Silahı çekip birini öldürse? O kadar da değil diyorsunuz, biliyorum. Hani teşbihte hata olmaz derler, arabayla hız yaparken caddeyi geçen bir yayaya çarpıp ölümüne sebep oldu, diyelim. Bu durumda caddedeki kanı yıkayıp delilleri karartacak, cesedi denize atacak, ölenin ailesini tehditle susturacak ve suçu örtbas etme yoluna mı gideceksiniz?

Yapmayın.
Sakın.

Kaynak
 

Kuşlar nereye konar metropolde?



İnsanın arttığı yerde hayat soluyor. Renkler bir bir siliniyor, türler bir bir yok oluyor…

Durmadan gökdelen inşa ediyorlar. Binalar içine doluşuyor, tıkışıyor insanoğlu.
Biblo yüzlü kentlerimizi kan akıtırcasına yıkıyor, yerine gökdelenler dikiyorlar. Gökyüzünü örtecek kadar gökdelen birikince “kentsel dönüşüm” tamamlanıyor. Kent ölüyor, cesedine metropol diyorlar.

Gökdelenlerden önce güzel kentlerimiz vardı, biblo yüzlü kentlerimiz.
Bahçeli evlerde, balkonlu apartımanlarda yaşardık.
İnsan gibi.
Bahçeye ağaç diker, balkonda çiçek büyütür, kuş beslerdik. Parklarımız, sayfiyelerimiz, sahillerimiz vardı. Duru kaynak suyu, evden 3-5 kilometre ötedeydi. O pınar artık bir otobüs durağı. O duraktan otobüse binenler, sayfiye nedir bilmiyor.
Belgrad ormanında yürüyüş yapmadan, Süreyya/Moda/Florya plajında denize girmeden, AKM’de opera izlemeden kentli olunur mu?
Yıldızlara bakmadan geceler, karda yuvarlanmadan kışlar, cırcır böceklerini dinlemeden yazlar geçer mi? Kuş sesiyle uyanmadan yaşanır mı?

Salman Rüşdi’nin dediği gibi, gökdelenler kentin mezar taşları. İnsanlar kara bir kader gibi kente akın etti. Kent öldü. Ölüsüne metropol dediler.

Sahi, kuşlar nereye konar metropolde?




Video

Kısa film: Alberto Mielgo

Müzic: Franz Schubert – String Quintet in C Major, D. 956: ll. Adagio

 

Kaynak