Ülkemizde özellikle şehirli, orta – üst orta sınıflarda çocuk
yetiştirmek ebeveynler için neredeyse bir tür projeye dönüştü. Özellikle
ileri yaşta çocuk sahibi olan eğitimli ana-babalar çocuğa ne
yedireceklerini, onu nerede uyutacaklarını, neyi ne kadar ve nasıl
yapacaklarını öğrenmek için internetin tozunu atıyor. Girilmedik site,
doldurulmadık test bırakmıyorlar. Dersini en iyi çalışan, en çok
araştırma (!) yapan ebeveynin, sonunda en şahane, en başarılı çocuklara
sahip olacağı bir yarışmaya girmiş gibiler...
Başarı fetişizmi denecek hale gelen bu modanın türlü ekolleri var.
Bazıları herkesin yaptığının tam tersini tercih etmeyi “havalı” buluyor,
kimi de oyuncaktan yiyeceğe, sunulabilir hemen her şeyi çocuğun
başından aşağı boca etmeyi iyi annelik, iyi babalık sanıyor.
Aklı karışan anne baba işler sarpa sarınca "iyi bir uzman" aramaya
başlıyor. Sağdan soldan devşirdikleri enformasyonla pedagog / psikolog
karşısına oturan ana babaların aldıkları tavsiyeler karşısında cevabı
ortak: Ama biz…
Ama biz internette öyle okumadık…
Ama bizim beslenme uzmanı bir arkadaşlar var…
Ama biz o okula kaydettirmek için çok uğraştık…
Ama bizim hedeflerimiz farklı yönde…
Ama biz çocuğumuz için…
Emin oldukları “şey”ler bunlarla sınırlı değil.
Ellerindeki çocuk ister 8 aylık olsun ister 8 yaşında, ortada bir problem olduğundan yüzde yüz eminler. Her sabah kalkıp
bu çocuk bugün ne sorun çıkaracak
diye izlediklerinden şüpheleniyorum. Gözleri mütemadiyen çocuğun
üzerinde: “Çavdar ekmeğini yemedi, acaba sindirim sisteminde bir sorun
mu var?” ya da “Arkadaşıyla tartışınca psikolojisi bozuldu. İnternette
okuduğum o bitki çayından mı içirsem.”
***
Bu pimpirikli tutum bazen öyle zıvanadan çıkıyor ki, çocuk için en
zararlı ne ise onu, varsayılan derde deva gibi gösterebiliyor.
Örnek mi?
Bütün hafta anne – baba iş yerinde, çocuk evde bakıcı teyzeyle ya da
büyükanneyle ev hapsinde. Nihayet hafta sonu geliyor. Çocuk cumartesi
gününü kapalı spor salonunda, pazar gününü ise bir apartman dairesinde,
sözümona bir oyun kulübünde geçiriyor.
Anne baba ise kendilerince çok mühim bir görevi yerine getirmekte:
Şoförlük. Bu, "özenle seçilmiş" hafta sonu aktivitelerine çocuk tek
başına gidecek değil ya! Ailecek arabaya biniliyor, bir binadan diğerine
intikal (!) ediliyor. Çocuğun böylece meşgul tutulduğu saatler içinde
de anne ile baba ya haftalık alışverişi hallediyor ya da arkadaşlarıyla
buluşuyorlar.
Ne güzel işte, al sana sosyal aile!
Başka?
İlk duyduğumda afallamıştım: Gece uykusu bölünmesin, korkunca,
acıkınca, kötü bir rüya görünce ağlayıp anne babayı kaldırmasın diye
ilkokul çağına kadar ebeveyn yatağında uyutulan çocuklar var.
Daha?
Okuldan sonraki zamanını alışveriş merkezinde değerlendiren çocuklar!
Bu yöntem daha ziyade ev hanımları için ‘bir taşla iki kuş’ hesabı
yapılarak geliştirilmiş olmalı. Zira okuldan sonra anneler AVM
kafelerinde çene çalarken, çocukları bu mekânlardaki oyun alanlarında
vakit geçiriyor, bir oyuncaktan diğerine saldırıyor.
Hani temiz hava? Hani birlikte kaliteli zaman geçirme? Hani özgüveni gelişmiş, bağımsız çocuk?
Beslenme de ayrı bir mesele. Evde pişen yemekle hazır - ambalajlı
yiyecek arasında kalan anne babalar (bu durumda özellikle anneler) hangi
yolu seçse bir güçlüğün içinde buluyor, kendini. Çocuğun yiyeceği her
şeyi evde pişirmek başlı başına bir mesai gerektiriyor ve ebeveynden
birinin işi bırakıp evde kalması gerekiyor. Bu yapılamadığı takdirde ya
eve bakıcı alınıyor ve onun çocuğa fena bir şeyler yedirmeyeceği
umuluyor ya da beslenme konusunda titizlenmekten, içleri yana yana
vazgeçiyorlar.
Bütün gün evden uzakta çalışan anne - babalar çocuğa yeterince zaman
ayıramadığı düşüncesiyle bir vicdan azabına kapılıyor. Vicdanını
rahatlatmak için de olmadık işlere kalkışıyor. Çocuğu oyuncak yağmuruna
boğmalar, onun marka ayakkabı – giysi taleplerine yetişmek için kredi
kartı limitini aşmalar, eşe dosta hava atabilmek için o bütçelerle
ödenmesi imkânsız okul taksitlerini denkleştirmeye çalışmalar…
Vicdan rahatlıyor mu? Şüpheli.
***
Özellikle 30’larında, 40'larında çocuk sahibi olan çiftlerin sıkça
düştükleri hatalardan, açmazlardan sadece bir kaçını sıraladım. Daha
nice örnek var, biliyorsunuz.
Evladına büyük bir sevgiyle bağlı bu aklı karışık anne babaların
uyguladığı yöntemler istenen sonucu verir mi, bu çılgınlıklara başvuran
aileler sonunda hayallerindeki harika çocuğa kavuşur mu bilemem. Hiçbir
eğitimci “şu formülü uygularsanız çocuk istediğiniz gibi biri olur”
diyemez. Her çocuk ayrı bir bireydir ve her ailenin kendine has
dinamikleri vardır.
Ben size "olmuş"lardan bahsedeyim. Ailelerinin gözünde harika çocuk
sayıldılar mı bilinmez ama harika adamlar, harika kadınlar bakın nasıl
koşullarda yetişmiş:
Maria Skłodowska adıyla 1867’de Varşova’da dünyaya gelen, 1903’te Nobel
Fizik ve 1911’de Nobel Kimya ödüllerine layık görülen büyük bilim
insanı
Marie Curie,
annesini
tüberkülozdan babasını da tifüsten kaybettiğinde henüz 11 yaşındaydı. Bir anlamda öksüz ve yetim büyüdü.
Elektrik ampulünün mucidi
Thomas Alva Edison
7 kardeşin en küçüğü olarak dünyaya geldi. Henüz 1. sınıfa başladığı
sene algısının yavaş olması nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Trenlerde
işportacılık yaparken geçirdiği bir kaza sonucu sağırlığa yakın ciddi
bir işitme sorunuyla başbaşa kaldı.
Dünyaca ünlü aktör
Anthony Hopkins
’e teşhis edilemeyen disleksi (okuma bozukluğu) sorunu yüzünden okul
yaşamı boyunca zekâ geriliği gerekçesiyle zor zamanlar yaşatıldı.
Steve Jobs, Bill Gates
gibi modern teknolojinin dev isimleri okulda intibak sorunu yaşadılar ve her ikisi de üniversiteyi yarıda bıraktı.
Özetle: çocuk su gibidir, yolunu bulur. Anne - babalığın fazlası da
zararlı olabilir. Biraz gevşeyiniz, biraz sakinleşiniz lütfen.
Çocuğunuza
başarıya endeksli olmayan, koşulsuz bir sevgi
sunmanız ve
yeteneklerine uygun bir gelişme ortamı
sağlamanız, anne baba olarak yapmanız gereken yegâne iştir. Bundan ötesi de sizin elinizde değildir.
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder