Vapurda



Ada vapuru.

Sabah saatleri.

Bostancı'da poyraz sert. Hava yapış yapış nemli. Bir türlü yağamayan yağmur devriye geziyor sanki.

Üst açıkta gazete okuyan teyzenin önündeki sıraya, gençten bir çift oturuyor. Kadın hüngür hüngür ağlamakta. Adam gözle görünecek kadar belirgin bir sinir içinde ve kadını teskin etmeye çalışıyor.

Karşılarında türbanlı bir kız. Elindeki telefondan başını kaldırmıyor. Diğer yolcular da oralı değil.

Kulaklıktan müzik dinlemesine rağmen genç kadının ağlaması; yok asıl kimsenin onun ağlamasına aldırmaması teyzeyi rahatsız etmiş olacak, yerinden kalkıyor, içeri, büfeye gidiyor. İki paket kâğıt mendille çıkıyor ve birini ağlamakta olan kadına veriyor: “Hazır kendime de alacaktım, bunu da size hehe hühü”, genç kadının bir mendil paketine bir teyzeye bakıp şaşkınlıkla gülümseyivermesi… Teyze mahcup ama memnun, yerine geçiyor. Kadın bir dakika sonra teyzenin yanına geliyor:
“Siz de mi çapulcusunuz?”
“Hangimiz değiliz ki?”

Genç kadın avukatmış. Teşekkür kabilinden “cep numaramı kaydedin, lazım olur” deyince teyze: “avukatlık bir işim olur mu dersiniz, çünkü ben aslında ev tipi çapulcu sayılırım.” 

Kahkahalar…

Meğer kedisini kısırlaştırması için veterinere bırakmış. Endişeliymiş. Teyzenin hayatından nice kediler geçmiş, “merak etme”sinmiş, “bir şey olmaz”mış. Meğer ikisi de aynı şeye “ponpon” derlermiş… 

İkinci tur kahkahalar.

Ağlama faslı böylece bitiyor ama teyze yine de eline bir Penguen verip öyle uğurluyor yeni arkadaşını. Öyle zamanlar ki, keder hangi delikten sızıp yüzümüzde patlar bilinemez. Tedbirli olmak lazım.



Teyze

GENÇLER NE İSTER? - 20 Haziran 2012



Franz Kafka “gençlik mutluluktur, zira güzelliği görebilir” demiş. James Joyce da “şeytan aslında, İsa’nın bir an görünüp kaybolan romantik gençliğidir” sözleriyle tarif etmiş gençliği. Sigmund Freud ise “gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse” diyor.

Gençlik tarih boyu tazeliği, enerjiyi, umudu ve olanakları temsil eden bir fenomen. Hayatı, güçlükleri, katlanmak zorunda kalınacakları bilmediğimiz, bu karşın enerji ve kudretle dolu olduğumuz yaşlar, gençlik yılları. Edebiyatta, sanatta gençliği yılgınlıkla, umutsuzlukla bir tutmak, pek âdetten değil. 

Oysa 2012 Türkiye’sinde bir takım rakamsal veriler alışıldık gençlik tasviriyle çelişiyor. 500 bin genç, hayata havlu atmış gibi. Nasıl mı?

Önce, bazı kısaltmalarla tanışmamız gerek. Örneğin YGS, yükseköğretime geçiş sınavı. Yani liseyi bitirenlerin ya da lise son sınıfta okuyanların üniversiteye gidebilmek için girdiği iki sınavdan ilki, bir bakıma 1. basamak sınavı. Bu sınavı geçebilenler LYS diye anılan Lisans Yerleştirme Sınavına girmeye hak kazanıyorlar. Her aday kendi branşında fen, matematik, sosyal bilimler ve Türkçe-edebiyat testlerinin yer aldığı bir dizi sınava tabi tutuluyor. Bunları da başaranlar 4 yıllık fakültelere yerleşmek için bir tercih listesi hazırlıyorlar. 

2012 yılında YGS’ye giren ve baraj puanı tutturup LYS’ye başvurma hakkı kazanan 1 milyon 329 bin 680 aday var. Rakam akıl alır gibi değil. Avrupa’da büyükçe bir kentin nüfusu kadar! Yaklaşık 1.350.000 genç, ikinci basamak sınavlarına girecek. Girecek ki, en azından bir yıldır uğraştığı, didindiği, ulaşmak için dershanelere, deneme sınavlarına koşturduğu amacı gerçekleşsin, LYS’ye girip istediği bölüme yerleşsin. 

Ama öyle olmuyor işte. 

1.350.000 gençten yaklaşık 500.000’i (yazıyla: beş yüz bin) ikinci basamak sınavlarına başvuru bile yapmamış. Yarım milyon genç, yolun yarısında havlu atmış, yarıştan çekilmiş, pes etmiş. Elbette elleri hepten boş değil. İsterlerse sadece 2 yıllık yüksekokullar arasından seçecekleri bölümlerden oluşan bir tercih listesi hazırlayabilir, YGS puanlarıyla buralara yerleşebilirler. 

Ancak kimse beni bu 500.000 adayın hepsinin de gerçekte 4 yıllık bölümleri hedeflemediğine, zaten 2 yıllık bölümleri istediğine inandıramaz. Yıllarca dershane öğretmeni olarak çalıştım. Binlercesinin üniversiteye giriş döneminde neler yaşadığına, hangi evrelerden geçtiğine tanıklık ettim. Rutin ders saatleri dışında konu tekrarı veya soru-cevap çalışması yaptığım etütleri, gelen öğrenci sayısının çokluğundan kantinlerde yapmak zorunda kaldım. 

Üniversite giriş sınavlarına hazırlanma kararı alan her öğrenci, %1’lik dilimden öğrenci alan, en yüksek puanlı bölümlere yerleşmeyi hayal eder. Bunun istisnası yok. Zaman ilerledikçe aday, kendi branşında (sayısal / sözel / dil gibi) erişebileceği puanın ne olacağını, yerleşebileceği bölümlerin nereler olabileceğini görür ve ona göre hedeflerini gözden geçirir. Ama örnekse Eylül ayında dershaneye gelen her dil alanı öğrencisi Boğaziçi Mütercim Tercümanlığa girmek istiyordur. Ancak birkaçı yıl sonunda tercih listesinde bu bölüme yer verir. 

O halde birinci basamağı başarmasına rağmen ikinci basamağa girmeyen adayların aklından neler geçiyor olabilir?

·         Muhtemelen bu 500.000 adayın bir kısmı, yüksek ihtimalle %10 kadarı gerçekten iki yıllık bölümleri istiyor. Hayalinde bu türden bir eğitimle ulaşacağı bir gelecek var.

·         Bir bölümü ise bu yıl istediği puanı alamayacağını düşünerek, harç masrafından kaçınıyor ve gelecek yılki sınava hazırlanmaya karar verdi.

·         Bazıları 4 yıllık bir üniversite tahsiline ayıracak bütçeye sahip değil. Belki ilk sınava girerken durum farklıydı, şimdi aile 4 yıl okutacak maddi imkânlardan yoksun kaldı.

·         Muhtemelen bir bölümü saygın ve köklü üniversitelerden birinde iki yıllık bir programa devam etmeyi, yeni kurulmuş ve eğitim kalitesi hakkında soru işaretleri bulunan bir üniversitede 4 yıl okumaktan daha mantıklı buluyor olabilir. Her şehre bir üniversite açabilirsiniz ama o üniversitelerin her birine kaliteli eğitim verecek altyapı ve kadroları nereden bulacaksınız? Bakkal dükkânı değil ki bu!

·         Bırakın yazmayı, düşünmeye bile çekiniyorum ama 500.000 adayın yolun yarısında yarıştan çekilmesinin bir sebebi de “okuyup da ne olacaksın, otur evinde” yahut “geç babanla beraber işin başına, tahsilliler kaç para kazanıyor” şeklinde dillendirilebilecek muhafazakârlaşma olabilir. Kız çocuğunu 20’sine varmadan evlendirmek, erkek çocuğunu ticarete yönlendirmek ne yazık ki ülkemizde yaygın ve tehlikeli bir alışkanlık. 

Yukarıdaki sebeplerden hangisi baskındır, hangisi küçük bir azınlığa ilişkindir bilmek zor. Bir kamuoyu araştırması yapmadan tatmin edici bir cevap veremeyiz. Ancak genel yönelim maalesef yüksek tahsile saygı gösterme, eğitimliyi yüceltme yönünde değil. Bunun da çeşitli sebepleri var elbette. Atama beklemek zorunda bırakılan öğretmenlerin durumu, deprem konusunda bol keseden palavra sıkan profesörlerin tutumu, cehaletiyle övünen şarkıcıların yüzsüzlüğü, biz eğitimi savunanların işini kolaylaştırmıyor doğrusu…

YAZ TATİLİNDE DÜNYA SEYAHATİ, HEM DE BEDAVA! - 14 Haziran 2012



Okullar yaz tatiline girerken akla hayale gelmedik işlerle uğraştığımdan, bir “iyi tatiller” yazısı yazamadım. Kusura bakılmasın lütfen. 

Aslında bir şeyin iyisini dilerken de tereddüt içinde kalıyorum. Zira dilimize pelesenk olmuş “iyi günler”, “iyi işler”, “iyi haftalar” veya “iyi seneler” gibi “iyi tatiller” derken de aslında iyi diye neyi kastettiğimizi ne kendimiz biliriz ne de bunu dilediğimiz kişi.  Muhtemelen kazasız belasız, sağlıklı ve neşeli bir şeylerdir, sessizce mutabık kalınan… 

Peki, tatilin iyisi nasıl olur? 

Bir öğrenci için tatil, her nerede ve nasıl geçerse geçsin, sınavsız olmalıdır bir defa. Okulsuz, öğretmensiz, ödevsiz, kontrolsüz, uyarısız, cezasız, formasız, azarlanmadan geçecek zaman, iyi tatil hanesine yazılabilir. 

E, tamam. Bunlar zaten okul tatile girince kendiliğinden olacak. Kimse kravatını düzelt, saçını topla demeyecek, kimse sınav yapmayacak. Belki yaz okuluna kaydettirecekler, basketbol oynanacak, yüzme dersleri alınacak. Belki kuaför yanına, oto tamircisine çırak verecekler, bütün gün mesaide geçecek. Yahut belki babanın, amcanın dükkânında kovalanacak acı sıcaklar.

***

İlk avazda söylenen sınav olmasın, okul olmasın isteklerinden gayrı bir beklentisi olmaz mı öğrenci adamın? Bu mudur, bu kadarcık mıdır? 

Cep telefonundan durmaksızın mesaj yazan o çocuk, aslında mevcut arkadaşlarının diyeceğini değil, dünyanın göremediği kısmını merak eder. Dar bir çevrede hep aynı 5-10 arkadaşla, hep aynı konuları konuşarak geçen zaman aslında fena halde sıkıcıdır.  

Yılın sekiz aynını, sabahtan akşama kadar okulun dört duvarı arasında geçiren her birey aslında en çok gitmek ister. Nereye? Her yere! Dünyanın her şehrini, her stadını, her konser salonunu, her eğlence parkını, her sokağını görmek, yaşamak ister.  

Yeni arkadaşlar edinmek, tanımadığı çevrelere girmek, bambaşka oyunlar oynamak! 

İçinde böylesi bir merak yaşatanlara mucize gibi bir önerim var: Öyle bir şey yapacaksın ki, hem yaz tatilin harika geçecek, hem de okul açıldığında herkesten daha çok gezmiş, daha fazla yer görmüş, daha zengin bir tatil geçirmiş olacaksın! Hem dünyayı gezeceksin hem de kimseden izin ya da para istemen gerekmeyecek!

Öneri şu: Yaz boyunca şöyle hoşuna gidecek, zevkine uygun iki – üç kitap seç. Mümkünse senin yaşadığın, gördüğün yerlerde geçmesin kitabın konusu. Bambaşka şeylerden ve çok acayip, değişik tiplerden bahsetsin. Bir defa yaz çok sıcak. Öğle saatlerinde dışarı çıkılacak gibi değil. Uzan kanepeye şöyle, al kitabını! Okudukça Roma’daki iki sevgilinin peşine takıl mesela ya da Moskova’ya git, soğuk savaş dönemine. O da ilgini çekmezse Kanuni Sultan Süleyman’a kulak ver veya Mevlana ile Şems’i dinle. 

“Bu bayatları geçelim” diyorsan bilim kurgu dünyasının kucağı daima açık. Adı sanı bilinmedik kıtalara, gezegenlere uçuver, ne dersin?

***

Muhtemelen asla gidemeyeceğimiz yerleri bizim için gezen, görüp yaşadıklarını paylaşan bonkör insana yazar denir. Kâğıda basılı veya elektronik kitaplar, bloglar, gazetelerdeki dizi yazılar sayesinde, ulaşım, konaklama, yeme-içme ve animasyon dâhil bir kitap, bir internet erişim bedeli ya da gazete parasına dünyanın her yerine gidebilirsiniz. 

Örneğin Sevan Nişanyan bisiklete atlamış, on beş gün boyunca İran’ı dolaşmış. İzlenimlerini blogunda paylaştı, geçenlerde. İşte şurada: http://nisanyan1.blogspot.com/2012/06/iran-notlar.html  Ben okudum. Çorak bir memleketin tozunu koklamış, kederini bölüşmüş kadar oldum. Sınır polisi Nişanyan’ın çantasındaki kitaplara silah muamelesi yapmış. Gezip gördüğü kadarıyla İran’da tek bir kitapçı dükkânı yokmuş. Öyle ki, Doğubayazıt’a gelip çarşı içindeki 2-3 kitapçıyı görünce mutlu olmuş yazar. Yanıbaşımızda kitapsız, hayalsiz, umutsuz ömürler sürüyor, milyonlarca insan…  

Ödüm koptu, bizde durum nedir diye merak ettim. Bir çevrimiçi kitap mağazası olan İdefiks Türkiye’nin kitap okuma haritasını çıkarmış. Şuradan bakılabilir: http://www.idefix.com/vitrin/turkiyeokuyormap.asp Maalesef çok da sevindirici bir tablo değil. Okuma düzeyi düşük olan illeri sarıyla kırmızıya boyamışlar. Memleket doğudan akan bir kızıla kesmiş…

***

O halde kalk bakalım yerinden! Doğruca kitapçıya git ya da kitapçının sitesine gir. Nice romanlar var raflarda, nice seyahatnameler… 

Küçücük bir ücret karşılığında alacağın kitap / e-kitap sana filmlerin, televizyonun asla vermeyeceği bir olanağı sağlayacak: Yönetmen koltuğuna oturacaksın. Görüntüler, bir başkasının hayal gücü ve teknolojinin olanakları ile sınırlı. Oysa edebiyat, kitaplar! Hem istediğin gibi canlandır kafanda kahramanları hem de akşamüzeri çık, arkadaşlarına ne heyecanlı olaylar yaşandığını anlat. Ağızları bir karış açık, seni dinleyecekler. Kitaptaki yeni arkadaşların, gerçek yaşamdaki arkadaşlarını büyüleyecek, göreceksin. 

Büyülü tatiller!


LOVE IS A BETTER TEACHER THAN DUTY - 31 Mayıs 2012



2011-2012 eğitim öğretim yılının sonuna yaklaşıyoruz. Bütün okullarda bir telaş, bir didinme almış yürümüş durumda. Herkes yıl bitmeden yeter sayıda etkinlik yapmış olmak için toplantılar, söyleşiler, paneller, gösteriler ve sair düzenliyor. 

Bir okuldan diğerine geçme aşamasındakileri de sınav stersi esir almıştır şimdi. Hele liseden üniversiteye geçecek olan son sınıf öğrencileri, kendi kaderlerinin kurdelesini kesecekleri hissiyle iki kat gergindir. Üniversite eğitimi bu, şakası yok. Sonunda hayata ne olarak, hangi kimlikle atılacağını belirliyor. 

Gerçi tercih listelerinin doldurulmasına daha epey var ama biliyorum ki, ders çalışma ve deneme sınavına girme kadar meslek, okul ve bölüm seçmek de bu vakitler adayların gündeminde. Üniversite kampüslerine geziler düzenleniyor, rehberlik servisleri öğrencilere meslekleri, bölümleri tanıtan dokümanlar dağıtıyorlar. Aile bir yandan, öğretmenler diğer yandan çekiştirip duruyor çocukları. İlla üniversite okunacak, illa o bölüme değil bu bölüme gidilecek… 

Tam da bu vaveyla mevsiminde, meslek ve bölüm seçimi döneminde doğru – yanlış kavramlarını bir daha teraziye vuralım derim. 

Yıllar önce bir öğrencim vardı. Amatör bir tiyatro topluluğunda oynuyordu. Tiyatroya tutkuyla bağlı, 18 yaşında, güleç bir kız. Üniversite sınavı yaklaştıkça kızcağızın gülüşü soldu, aydınlık yüzü karardı. Deneme sınavlarında aldığı puanlar da hızla düşüyordu. Neler olup bittiğini anlamak için çağırıp konuştum. Annesi, o küçükken boşanmış. Baba ortalarda yok. Anne tek başına, terzilik yaparak bu yaşa getirmiş kızını. Araları bozukmuş. Mesele tiyatrocu olmak istemesiymiş. Anne kesinlikle bu yolda ilerlemesini, konservatuara gitmesini tasvip etmiyor, maaşlı, garantili bir işi olmasını istiyor ve diretiyormuş. Kız, annesine büyük bir sevgiyle bağlı.  İki gözü iki çeşme ağlıyor. Annesinin yıllar içinde çektiklerini, katlanmak zorunda kaldığı güçlükleri anlıyor ve takdir ediyor. Üstelik kendi yolunu çizmenin annesine ihanet olacağına da iyice inandırılmış. Ya tiyatro okuyacak ve annesinin nazarında hayırsız evlat sayılacak ya da annesinin işaret ettiği gibi muhasebeci olacak ve ömür boyu işinden nefret ederek yaşayacak. Doğru hangisi? Yanlış hangisi?

Bir başka örnek: 50’lerinde bir adam. Son derece geçimsiz, mutsuz ve işinde başarısız. Bütün dünyayla kavgalı adeta. Eşi ve yakın çevresi yıllar önce onu “beceriksiz” diye etiketlemiş. Babası doktormuş. Anne de devrine göre ileri bir eğitim almış, 1930’larda kolej bitirmiş. İki erkek kardeşten büyük olanı, bahsettiğim. Aile çocuklarının muhakkak yüksek tahsil yapmasını istiyor. Dersleri pek parlak olmayan büyük oğlanı fen – matematik branşlarını beceremez diye (ve bunu yüzüne söyleyerek) iktisat fakültesine yazdırıyorlar. Üçüncü sınıfa kadar tek bir dersten geçemeden geldiği fark edilince, evde fırtına kopuyor. 

Kavga – kıyamet, aslında bozulan aletleri tamir etmekten hoşlandığını, mesela mühendislik okusa daha başarılı olacağını anlatıyor aileye. Tüm derslerden geçersen göndeririz diyorlar. Kaldığı tüm derslerden geçiyor ve kimya okumaya başlıyor. Hayatı boyunca övündüğü tek başarısı da bu: Okumayacağı bir fakültenin bütünleme sınavlarından geçmek. Mezun olduğunda nasıl biriydi bilemiyorum. Ancak ben tanıdığımda 50’lerini sürüyordu ve dünyanın en mutsuz adamıydı. Üniversite okuması için onca baskı görmese, mesela meslek lisesinden sonra ufak bir elektronikçi / tamirci dükkânı açabilmiş olsa, eminim mutlu ve dengeli bir birey olarak gelişecekti. Ailenin doğrusu, bir çocuğu yanlış bir adama evirmişti. 

Sadece tanıdıkların mı başına geliyor böyle zararlı “doğru”lar? 

70 yıl dünyanın süper güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği 1990’larda çökünce vatandaşlarının hayatı altüst olmuştu. Çocuk ya da hasta bakıcılığı yapmak üzere, yüzlerce Sovyet yurttaşı kadın, ülkemize ve başka ülkelere doğru yola koyuldu. Erkeklerin yurtdışında iş bulması daha zordu. Çoğu üniversite eğitimi almış, öğretmen, doktor ya da avukat olmuş ve mesleğini yıllarca icra etmiş bu hanımlar, dilini, örfünü hiç bilmedikleri bir memlekette, hiç alışık olmadıkları şartlarda yaşamak ve çalışmak zorunda kaldı. Üstelik hiçbir sosyal güvence olmadan. Siyasi bir sarsıntı kısa zamanda hayatlarını tarumar etti. 

1995’ti sanırım, Bosna savaşı sonrasında çekilmiş bir belgeselde görmüştüm. 70 yaşlarında, ince yapılı, zarif bir adam. Yüzü; simasına, ellerine kazınmış hüznü bugün gibi gözümün önünde. Kristal bir kadeh adeta, çıt diye kırılıverecek. Eski doğu bloku usulü bir kantini sığınmacılar için barınak ve aşevine çevirmişler. Orada yerleri siliyor, tuvaletleri temizliyor ve çöpleri atıyormuş. Röportajı yapan gazeteciye gözyaşları içinde anlatıyordu: Aslında kalp – damar cerrahıymış. 40 yıl başarılı bir hekim olarak çalışmış. Mesleğini de çok severmiş. Ama ülkedeki savaş hayatını altüst etmiş. Bütün ailesini kaybetmiş. Hastanesi, evi bombardımanda yıkılmış. Aç kalmamak için bu işte çalışıyormuş. ‘Buna da şükür’müş.  

Amerikalılar gibi “bana inanmıyorsan bak kimler de aynısını demiş” kıvamında, yerli yersiz alıntı yapmak hoşuma gitmiyor. Ne var ki taşla gediği buluşturan dehalara kulak vermemek de olmaz. 

Einstein meslek seçimi konusunu merkeze alarak mı söyledi, bilmiyorum ama çocuğu bu aşamaya gelmiş ana babalara yararlı bir öğüt bırakmış ardında: “Love is a better teacher than duty” demiş, yani “sevdiğin şeyi, mecbur olduğun şeyden daha iyi öğrenirsin”. 

Bir nasihat de Konfüçyüs’ten alalım: “Sevdiğiniz bir işi seçin, böylelikle hayatınızda bir gün bile olsun çalışmak zorunda kalmamış olursunuz.”

Çocuklarınız, bırakın tutkuyla sevdiği mesleği seçsin, dilediği alana yönelsin. Üniversite eğitimi, mutlu bir gelecek için yegâne seçenek değildir.  Meslek sahibi olmak için de…





ULTRA ŞIMARIK ÇOCUKLAR - 24 Mayıs 2012



BBC’nin 4 Nisan 2012 tarihli haberine göre ATL (Association of Teachers and Lecturers - Öğretmenler ve Öğretim Üyeleri Birliği) genel sekreteri Dr. Mary Bousted, bazı orta sınıf ailelerin çocukları karşısında el pençe divan durduğunu, onları küçük Buda’lar haline getirecek kadar şımarttığını söylemiş. Bu şımarık çocukların sınıf düzenini nasıl bozduğunu uzun uzun anlatmış. Dr. Bousted aileleri, çocuğa hayır diyecek özgüveni geliştirmeleri konusunda da uyarmış. 

Bizde de böyle mi? Bizim çocuklar da evdekilerin nazarında “hazret” statüsünde mi? Ne istese yapılan, ne söylese, ne yapsa büyük marifet addedilen zapturapta gelmez çocuklar mı yetiştiriyoruz?
Benim kuşağım için dehşet verici bu ifadeler, sanırım 21. yüzyıl ailesi için sıradan hallere işaret ediyor. Bizler “eti senin kemiği benim” denerek, kurbanlık koyun misali teslim edildik öğretmenlerimize. Arka planda eğitimin bir tür savaşım olduğu ön kabulüyle söylenen bu klişe cümle o kadar gerilerde kaldı ki… Burada bir emekliler kahvesi atmosferi yaratmak istemem ama 41 yaşında biri olarak kısa sayılabilecek bir zaman zarfında nelerin değiştiğine de bakmadan geçemeyeceğim, doğrusu. 

1970’lerde bebek veya çocuk olan bizlerin ev düzenindeki yerimiz hep son sıradaydı. Kendi kıyafetimizi seçmemiz söz konusu bile değildi. Kendimiz için alışverişe gidebilmemiz, ancak lise çağına geldiğimizde mümkün olabilirdi. Ailemiz ne alırsa giyer, önümüze ne koyarlarsa yerdik. Okula ilkokul 2.-3. sınıftan itibaren genellikle kendi başımıza gider gelirdik. Okul yarım gündü. Devlet okullarında okurduk. Özel okul nedir, bilmezdik. Uslu çocuklar olmamız, söz dinlememiz gayet normal addedilirdi. Bir Anadolu veya Fen lisesinin sınavını kazanana kadar pek bir iş başarmış sayılmazdık. 

Lise son sınıftaki arkadaşlarımın hemen hepsi böyle yetişti ve muteber üniversitelerin saygın bölümlerini kazandı. Üniversite sınavına girdiğim 1988 senesinde 1 buçuk milyonu aşkın aday arasından sıyrılıp bir yükseköğretim programına yerleşmiş olmamız da, ailelerimiz tarafından sıradan addedildi. Sözün özü, normaldik. Gayet normal. 

BBC haberinde bahsedilen ultra şımarık çocuklar bizde kırsalda ya da varoşta görülmüyor elbette. Oralarda başka sorunlar ve hayaller var. Ancak şehirli orta sınıf ailelerimiz için çocuk, “en değerli varlık”. Onun iyi yetişmesi için hiçbir “fedakârlıktan” kaçınılmıyor. Bu sırada çocuğun gelecekte bağımsız ve güçlü bir birey olması için gerekli şeylerin yapıldığından bir an olsun şüphe edilmiyor, bu uğurda çılgınca para harcanıyor. 

Şehirli orta sınıf Türk ailesi, anne – babanın yoğun bir mesaiyle ve evden saatlerce uzağa giderek çalıştığı, çocuğun önce bakıcı veya büyükanne tarafından yetiştirildiği, sonra da yuvadan anaokuluna mümkün olan en uzun süreli tam gün eğitim kurumuna verildiği bir düzen kurmuş durumda. Anne evde olmayınca çocuğun sabah 7’den akşam 6’ya kadar süren uzun günü nerede ve ne yaparak geçireceği önemli bir dert olarak çıkıyor ana babaların karşısına. Beş – altı yaşlarına gelen çocuk, gün ışımadan servise bindiriliyor, evden kilometrelerce uzaktaki okula gönderiliyor. İlköğretim ve lisede de durum değişmiyor: Yıllar, okul servisleri ile okul sıraları arasında geçiyor. Her istediği alınan, alınmaya çalışılan, amaçsız, hedefsiz, ne istediğini, kendisiyle ne yapacağını bir türlü bilemeyen, kararsız ve yorgun bir sürü genç… 

Sevgili kentli, orta sınıf ve öğrenci velisi arkadaşım. Yılda 30 bin liraya yakın okul ücreti ödüyorsun. Bu rakama ders araç – gereci, giyim, sosyal etkinlikler, teknolojik araç gereci de ekleyince ortaya çoğu için servet sayılabilecek bir rakam çıkıyor. Doğru iş yaptığından emin misin? Amaç, çocuğunun geçerli bir meslek sahibi, kendine yeten ve mutlu bir yetişkin olmasını sağlamak, değil mi? Amaç sadece pahalı değil, gerçekten iyi bir eğitim almasını sağlamak, değil mi? Şimdi dön ve çocuğuna tarafsız bir gözle bak. Ne görüyorsun? Amaç yakın mı?

Descartes’in çok önemsediğim bir sözü tam da bu noktada hatırlatılmayı hak ediyor:  Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan, yaşamında bir kez olsun bütün şeyler hakkında şüphe et.”