PISA DİREKTÖRÜ: TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ YENİ DÜNYA DÜZENİNE AYAK UYDURAMIYOR.



Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) Direktörü Andreas Schleicher geçtiğimiz günlerde Habertürk’ten Nalan Koçak’a bir mülakat vermiş.

Sözleri adeta tokat gibi. Gerçeğin karşısına geçip arsızca sırıtan bir surata şamar atarcasına, Türk eğitim sisteminin unsurlarını şöyle bir omuzlarından tutup sarsmaya, hakikatle yüzleştirmeye çalışmış belli ki…

Uzun metinleri okuyup kavrayabilen bir topluluk olma vasfımızı yitireli uzun zaman oluyor. Son üç PISA’nın bunu ispat eden sonuçlarını defalarca yazmıştım. Örneğin son PISA sınavının sonuçlarına göre Türkiye 72 ülke arasında 50. sırada bulunuyor. Bu yüzden bay direktörün “dost acı söyler” minvalindeki sözlerini madde madde listeledim.

Lütfen okuyup “cıkcık”larla, “doğru demiş”lerle yetinmeyiniz. Paylaşınız, duyurunuz, ses çıkarınız lütfen. Lütfen…

İşte PISA’nın gözünden eğitim sistemimiz:

  1. Başarılı eğitim, her çocuğun öğrenebileceğine güvenir. Bazı öğrenciler daha yetenekli görülüyor, ancak sistemin herkese hitap etmesi gerek. İyi eğitim sistemleri her öğrencisini başarıya götüren sistemlerdir.

  1. Türk eğitim sistemi yeni dünya düzenine ayak uyduramıyor. Öğretmene ders kitabı verdirmek ve öğrencilerden kitabı ezberlemesini istemek artık işe yaramıyor.

  1. Eğitimin genel başarısı asla öğretmenlerin başarısından fazla olamaz. Yani öğretmenler ne kadar iyiyse, sistem de o kadar iyi olur. Önemli olan en yetenekli kişileri öğretmen olmaya çekmek.

  1. Dünya çok hızlı değişiyor ve bu olurken hangi bilgileri ve değerleri vereceğinize dair net bir vizyonunuz olmalı.

  1. Önemli olan bilgiyi öğretmek değil, öğrencileri bilgiye götüren bir pusula geliştirmektir.

  1. İnternetin bulunduğu bir dünyada bilgiye ulaşmak çok kolay. 10 sene önce okuyup yazmak, başkasının yazdığı bilgiyi bulup çıkarmaktan ibaretti. Ansiklopedi açıyordunuz ve yazılanın doğru olduğunu varsayıyordunuz. Şimdi internete bir şey yazıyorsunuz ve karşınıza 20 bin sonuç çıkıyor. Artık okuryazarlık bilgi bulup çıkarmak değil, bilgi inşa etmek.

  1. Türkiye’de matematikte çok fazla cebir, geometri, hesap öğretiyorsunuz. Ama matematik artık çok farklı şeyler için kullanılıyor; mesela olasılık, risk, kesinlik hesapları için. Geleceği şekillendirecek matematik, öğretilen matematikten çok farklı. Fonksiyonlar sadece denklem ve formül demek değil. Mesela ebola hastalığı dünyada nasıl ve hangi hızla yayıldı? Bunu hesaplamak için üstel fonksiyona ihtiyacınız var. Sorunun nedenini ve doğasını anlamak formül ezberlemekten daha önemli.

  1. Türk öğrenciler yaratıcı değil. Eğitim sisteminiz ezbere dayalı. Türk öğrencileri bir şeyi ezberlemek ve kâğıda dökmek konusunda çok başarılılar, ancak ellerindeki bilgiyi aratıcı bir şekilde uygulamaları gerektiğinde zorlanıyorlar. Türk öğrencilerin iyi oldukları alanlar, artık dünyada daha önemsiz.

  1. Tabii ki eğitim sisteminde de her zaman değişiklikler yapılabilir. Ama devamlılık ve tutarlılık çok önemli. Öğretmenlere her gün yeni bir şey anlatırsanız, bir gün hiçbir şeye inanmaz hale gelirler. Değişim stratejik ve tutarlı olmalı.

  1. Eğitimin geleceği toplumsal değerlerde yatıyor: Açık olmak, farklı kültürlere saygı duymak, cesaret, merak gibi şeyler eğitimin geleceğini oluşturuyor.

  1. Türkiye’de gelecek dönemde uygulanması planlanan “açık uçlu soru” güzel bir yöntem ancak bu konuda objektif kalınabilmesi için öğretmenlere çok ciddi anlamda yatırım yapılması gerek. Çok net bir notlama yönergeniz olmalı, kriterler çok açık belirlenmeli. Ama bu da yeterli değil; kâğıtları okuyacak öğretmenler çok iyi eğitilmeli. Ayrıca birden fazla kişi bir kâğıdı notlamalı. PISA’da mesela 4 kişi ayrı notluyor.

  1. Bir deneyin sonuçlarını öğreteceğinize, öğrencilere bir deney tasarlatabilirsiniz. Çocukların yaratıcı, risk alan bireyler olmasını istiyorsanız hata yapmalarını göze almalısınız. Altını çizmek istiyorum, geleceğin öğretmeni daha az eğitmen daha çok akıl hocası (mentör) olacak.

  1. İyi öğretmenler araştırmacıdır, sadece ders kitabında ne yazıyorsa onu öğretmezler. En iyi skorları alan Şanghay’da, öğretmenler Türkiye’deki meslektaşlarına kıyasla daha az derse giriyorlar. Zamanlarının çoğunda yeni eğitim teknikleri geliştiriyorlar. Hükümet öğretmenliği hem finansal hem entelektüel açıdan çekici kılmalı.

  1. Mahalle okulu sistemi prensipte çok iyi işleyebilir. Ama böyle bir sistem getiriyorsanız, en iyi öğretmenler için dezavantajlı okulları cazip kılma konusundaki çabanızı ikiye katlamanız gerek. Bu olmazsa eşitsizliği artırırsınız. Çünkü düşük gelirli öğrenciler, mahallelerindeki okullara sıkışır kalır.

  1. Eğer kaliteli okulu bulma görevini anne-babalara yüklerseniz; a) zengin ebeveynler daha iyi karar vereceklerdir çünkü daha fazla bilgi ve paraya sahipler, b) bazı aileler kolayca taşınamayabilir. Bunun tek çözümü bütün okulların iyi eğitim vermesini sağlamak ve bu gerçekten mümkün. Şanghay’da, Japonya’da çocuğunuzu hangi okula gönderdiğinizin hiçbir önemi yok. Finlandiya’da okullar arasındaki eğitim kalitesi en fazla %5 oranında değişiyor. Vietnam, Güney Asya keza öyle.

  1. Bazı ülkelerde dini liseler hayli fazla, mesela Hollanda. Doğru müfredatın uygulanması çok önemli. Düzeni sağlayan devlet olmalı. Hollanda’da Katolik ya da Müslüman okuluna giderseniz aynı şeyleri öğrenirsiniz.

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) Direktörü Andreas Schleicher geçtiğimiz günlerde Habertürk’ten Nalan Koçak’a bir mülakat vermiş.     Sözleri adeta tokat gibi. Gerçeğin karşısına geçip arsızca sırıtan bir surata şamar atarcasına, Türk eğitim sisteminin unsurlarını şöyle bir omuzlarından tutup sarsmaya, hakikatle yüzleştirmeye çalışmış belli ki…     Uzun metinleri okuyup kavrayabilen bir topluluk olma vasfımızı yitireli uzun zaman oluyor. Son üç PISA’nın bunu ispat eden sonuçlarını defalarca yazmıştım. Örneğin son PISA sınavının sonuçlarına göre Türkiye 72 ülke arasında 50. sırada bulunuyor. Bu yüzden bay direktörün “dost acı söyler” minvalindeki sözlerini madde madde listeledim.     Lütfen okuyup “cıkcık”larla, “doğru demiş”lerle yetinmeyiniz. Paylaşınız, duyurunuz, ses çıkarınız lütfen. Lütfen…     İşte PISA’nın gözünden eğitim sistemimiz:         Başarılı eğitim, her çocuğun öğrenebileceğine güvenir. Bazı öğrenciler daha yetenekli görülüyor, ancak sistemin herkese hitap etmesi gerek. İyi eğitim sistemleri her öğrencisini başarıya götüren sistemlerdir.         Türk eğitim sistemi yeni dünya düzenine ayak uyduramıyor. Öğretmene ders kitabı verdirmek ve öğrencilerden kitabı ezberlemesini istemek artık işe yaramıyor.         Eğitimin genel başarısı asla öğretmenlerin başarısından fazla olamaz. Yani öğretmenler ne kadar iyiyse, sistem de o kadar iyi olur. Önemli olan en yetenekli kişileri öğretmen olmaya çekmek.         Dünya çok hızlı değişiyor ve bu olurken hangi bilgileri ve değerleri vereceğinize dair net bir vizyonunuz olmalı.         Önemli olan bilgiyi öğretmek değil, öğrencileri bilgiye götüren bir pusula geliştirmektir.         İnternetin bulunduğu bir dünyada bilgiye ulaşmak çok kolay. 10 sene önce okuyup yazmak, başkasının yazdığı bilgiyi bulup çıkarmaktan ibaretti. Ansiklopedi açıyordunuz ve yazılanın doğru olduğunu varsayıyordunuz. Şimdi internete bir şey yazıyorsunuz ve karşınıza 20 bin sonuç çıkıyor. Artık okuryazarlık bilgi bulup çıkarmak değil, bilgi inşa etmek.         Türkiye’de matematikte çok fazla cebir, geometri, hesap öğretiyorsunuz. Ama matematik artık çok farklı şeyler için kullanılıyor; mesela olasılık, risk, kesinlik hesapları için. Geleceği şekillendirecek matematik, öğretilen matematikten çok farklı. Fonksiyonlar sadece denklem ve formül demek değil. Mesela ebola hastalığı dünyada nasıl ve hangi hızla yayıldı? Bunu hesaplamak için üstel fonksiyona ihtiyacınız var. Sorunun nedenini ve doğasını anlamak formül ezberlemekten daha önemli.         Türk öğrenciler yaratıcı değil. Eğitim sisteminiz ezbere dayalı. Türk öğrencileri bir şeyi ezberlemek ve kâğıda dökmek konusunda çok başarılılar, ancak ellerindeki bilgiyi aratıcı bir şekilde uygulamaları gerektiğinde zorlanıyorlar. Türk öğrencilerin iyi oldukları alanlar, artık dünyada daha önemsiz.         Tabii ki eğitim sisteminde de her zaman değişiklikler yapılabilir. Ama devamlılık ve tutarlılık çok önemli. Öğretmenlere her gün yeni bir şey anlatırsanız, bir gün hiçbir şeye inanmaz hale gelirler. Değişim stratejik ve tutarlı olmalı.         Eğitimin geleceği toplumsal değerlerde yatıyor: Açık olmak, farklı kültürlere saygı duymak, cesaret, merak gibi şeyler eğitimin geleceğini oluşturuyor.         Türkiye’de gelecek dönemde uygulanması planlanan “açık uçlu soru” güzel bir yöntem ancak bu konuda objektif kalınabilmesi için öğretmenlere çok ciddi anlamda yatırım yapılması gerek. Çok net bir notlama yönergeniz olmalı, kriterler çok açık belirlenmeli. Ama bu da yeterli değil; kâğıtları okuyacak öğretmenler çok iyi eğitilmeli. Ayrıca birden fazla kişi bir kâğıdı notlamalı. PISA’da mesela 4 kişi ayrı notluyor.         Bir deneyin sonuçlarını öğreteceğinize, öğrencilere bir deney tasarlatabilirsiniz. Çocukların yaratıcı, risk alan bireyler olmasını istiyorsanız hata yapmalarını göze almalısınız. Altını çizmek istiyorum, geleceğin öğretmeni daha az eğitmen daha çok akıl hocası (mentör) olacak.         İyi öğretmenler araştırmacıdır, sadece ders kitabında ne yazıyorsa onu öğretmezler. En iyi skorları alan Şanghay’da, öğretmenler Türkiye’deki meslektaşlarına kıyasla daha az derse giriyorlar. Zamanlarının çoğunda yeni eğitim teknikleri geliştiriyorlar. Hükümet öğretmenliği hem finansal hem entelektüel açıdan çekici kılmalı.         Mahalle okulu sistemi prensipte çok iyi işleyebilir. Ama böyle bir sistem getiriyorsanız, en iyi öğretmenler için dezavantajlı okulları cazip kılma konusundaki çabanızı ikiye katlamanız gerek. Bu olmazsa eşitsizliği artırırsınız. Çünkü düşük gelirli öğrenciler, mahallelerindeki okullara sıkışır kalır.         Eğer kaliteli okulu bulma görevini anne-babalara yüklerseniz; a) zengin ebeveynler daha iyi karar vereceklerdir çünkü daha fazla bilgi ve paraya sahipler, b) bazı aileler kolayca taşınamayabilir. Bunun tek çözümü bütün okulların iyi eğitim vermesini sağlamak ve bu gerçekten mümkün. Şanghay’da, Japonya’da çocuğunuzu hangi okula gönderdiğinizin hiçbir önemi yok. Finlandiya’da okullar arasındaki eğitim kalitesi en fazla %5 oranında değişiyor. Vietnam, Güney Asya keza öyle.         Bazı ülkelerde dini liseler hayli fazla, mesela Hollanda. Doğru müfredatın uygulanması çok önemli. Düzeni sağlayan devlet olmalı. Hollanda’da Katolik ya da Müslüman okuluna giderseniz aynı şeyleri öğrenirsiniz.

Bu yazı daha önce Kılavuz Kirpi'de yayımlanmıştır.

ÇOK EĞİTİM AZ BAŞARI AÇMAZINDAN ÇIKIŞ: 7 ALTIN BECERİ


Okulların açılış tarihi yaklaşırken eğitim ile bir yerinden ilgili herkesin zihnini benzer kaygılar kurcalamaya başladı: Bunca emek, fedakârlık, masraf, uğraşı ve eğitimin sonunda bu çocuk / çocuklar başarılı ve kendine yeten bireyler olabilecek mi?
İtiraf etmem gerekir ki öğrencilerimi izlerken şüpheye kapılıyorum: Akıllı telefonunu elinden alsalar ne yapar? Yemek yapmayı bilmez, resmi işlemlerden bihaber, kendi başına yaşadığı şehrin bir yerinden ötekine gitmesi söz konusu değil, tamirata eli yatmaz, söküğünü dikemez…
Bunlara varana kadar daha endişe verici başka sorular cevap bekliyor. Her şeyden sıkılan, kurallara ve hayatın zorunlu kıldığı eylemlere var gücüyle direnen bu genç ileride ne iş yapacak, nasıl geçinecek, neyle yaşayacak?

Harvard Üniversitesi Değişen Liderlik Grubu yöneticilerinden Dr. Tony Wagner bu ve benzeri sorunlar üzerinde çalışan değerli bir eğitimci. Eğitim süreçlerini, iş yaşamına uygunluğu açısından inceliyor ve eleştiriyor. Amacı, okul döneminde edindiği bilgi ve becerilerle üretime geçtiği yetişkinlik çağında işe yarayan, iş başaran, topluma katkı sağlayan bireyler yetiştirmenin önündeki engelleri tespit etmek ve onlarla nasıl başa çıkacağımızı göstermek.
Dr. Wagner kitabı “Küresel Başarı Açığı“nda sarsıcı bir soru soruyor: En iyi okullarımızda bile çocuklara yaşamsal beceriler kazandırılmamasının nedeni ve bu sorunu çözmek için yapabileceklerimiz. Uzunca bu cümle, kitabın alt başlığı.
Yazar öncelikle bizimle temel bir konuda hemfikir: En iyi okullar bile çocuklarımızı hayata hazırlamakta yetersiz kalıyor. Zira hızla değişen teknoloji bugünkü beceriyi yarına bayatlamadan aktaramıyor.
Eğitimin temel paradoksu budur aslında: Dünün kadrolarıyla yarının üretici sınıflarını yetiştirme güçlüğü… Bu sorunu bir çırpıda çözmek olası değil. Ama eldekine razı olup oturmak da olmaz. Peki ne yapacağız?

Dr. Wagner, okulların (ya da eğitim süreçlerinin) çocuklara, gençlere edindirmesi şart olan 7 beceriyi sıralamış. Yazara göre bu 7 altın beceriyle donanmış bireylerin iş yaşamında başarısız olma ihtimali diğerlerinden düşük.
  1. Eleştirel düşünme ve problem çözme becerisi
  2. Grup içinde ve gruplar arasında iş birliği ve etki yaratıp liderlik etme becerisi
  3. Uyanık olma ve değişen durumlara ayak uydurma becerisi
  4. Öncülük etme ve girişimci olma becerisi
  5. Etkili şekilde yazılı ve sözlü iletişim kurma becerisi
  6. Bilgiye ulaşma ve bilgiyi analiz etme becerisi
  7. Meraklı olma ve hayal kurma becerisi

https://www.facebook.com/worldeconomicforum/videos/10154732108931479/?permPage=1


Yani biz nasıl çocuklar yetiştirmeliyiz ki büyüdüklerinde ayakları üzerinde durabilsinler. Şimdi bu 7 maddeyi dilimize uyarlamaya, örneklerle anlaşılır kılmaya çalışalım:
  1. Örneğin bir toplu taşıma aracında yaşlı bir yolcuya yer veren çıkmamış. Çocuğun önce bundan rahatsız olacak şekilde eğitilmesi gerek. Sonra kimseyle dövüşüp didişmeden yaşlı yolcuya oturacak bir yer bulmayı becermesi lazım. Yani hayat karşısında hissiz ve ilgisiz olmayacak, verili durumu eleştirecek ve tespit ettiği problemi çözebilecek.
  2. Bir grup içinde etkisiz eleman olmaya çalışmayacak. “Aman üstüme iş yıkmasınlar” düşüncesiyle arada kaynayıp gitmeye çalışmayacak. Fikirleri ve birlikte çalışma becerisiyle iş birliği kuracak, ilham verecek, liderlik edecek.
  3. Dalıp dalıp gitmeyecek. Gözünü açacak. Değişimi fark edip ona nasıl uyum sağlayacağını, nasıl ayak uyduracağını bulacak.
  4. İstediklerini hazır bulamazsa kolları sıvayıp yapacak. Önden gidecek. Ya bir yol bulacak ya bir yol açacak.
  5. Meramını, isteğini, eleştirisini, gerekirse olumsuz duygularını uygar ve etkili bir dille anlatabilecek. Hem yazarak hem söyleyerek.
  6. Her okuduğuna, her gördüğüne inanmayacak. Bilgiye ulaşmayı da bilecek, bilginin doğru olup olmadığını sınamayı da.
  7. Hepsinden önemlisi merak edecek. Hayal kurabilecek. En büyük hayali bir elbise, bir ayakkabı, parayla takas edilebilir bir nesne olmayacak. Özgürce düşleyecek. Düşlerinin peşinden gidecek. Kim bilir, belki bir Steve Jobs, bir Elon Musk olacak…

Özetle eğitim ile bir yerinden ilgili herkese bir görev düşüyor: Eğer bu niteliklerle donatmadan diplomasını eline tutuşturup iş yaşamına savurduğumuz milyonlara yenisi eklenmesin, dünya daha çorak, daha ahmak, daha işe yaramaz bir yer olmasın istiyorsak acilen ve hızlıca çocuklarımıza bu becerileri kazandırmak için kolları sıvamamız gerek.




ÇOCUĞUNUZUN YAZ OKULU OLMAK İSTER MİSİNİZ?


Okullar tatile girer girmez anne babaların hayatı yokuşa sarar. Yüksek sesle ifade edilmese de hepimizin içinden geçen soru aynıdır: Bütün gün ne ile meşgul edeceğim ben bu çocuğu?
Hem başını derde sokmasın hem bir şeyler öğrensin hem de canı sıkılmasın…

http://dsreps.com/news/uncategorized/peter-yang-for-the-atlantic/ 

Yaz tatilinin öğrenme ve gelişme sürecine ket vurmaması gerek. Çocuğun hem eğlenceli hem de yararlı bir şeyler yapmaya devam etmesi ihtiyacı, hayatımıza “Yaz Okulu” kavramını soktu. Ne var ki yaz okulları birbirinin neredeyse kopyası, merkezinde herhangi havuzda yüzme olan baştansavma programlarıyla anne babaların haklı şüphesini çekiyor.



Spor önemli tabii. Çocuğun kişilik, zihin ve beden gelişiminde büyük paya sahip ama sadece spor yetmez. Başka beceriler ve yetenekler de gerekli.

Peki ne yapacağız?

Belki Gever Tulley’in “Tamirci Okulu” projesi size ilham verir. Hem okulda öğretilemeyen ama yaşamda gerekli kimi şeyleri çocuğunuza öğretme hem de onunla keyifli ve neşeli zaman geçirme şansı olur, ne dersiniz?

Bu yaz kendi tamirci okulunuzu açın. Çocuğunuzun özgüveni, sorun çözme yeteneği ve el becerisi gelişirken siz de anne babaların zihnini  kemiren aşırı korumacılık mikrobundan kurtulmuş olursunuz.

Mutlu ve verimli yazlar!

https://www.ted.com/talks/gever_tulley_on_5_dangerous_things_for_kids?language=tr


Kaynak: Kılavuz Kirpi

ÇOCUĞUNU BATMAN’DA OKUTMAK İSTEYEN 1 MİLYON TEOG ANNE-BABASI BULABİLİRİM!


Facebook’ta eskiden böyle bir akım vardı.

Falanca futbolcunun Galatasaray’a gelmesini isteyen 1 milyon kişi bulabilirim. Atatürk’ün sevdiği şarkıların TRT’de çalınmasını isteyen 1 milyon kişi bulabilirim. Kuru fasulye seven 1 milyon kişi bulabilirim. Falan filan…

Dün TEOG (Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş) Sınavı sonuçları açıklandı. Türkiye genelinde yine yüzlerce öğrenci 120 sorunun tümüne doğru cevap verdi ve yüzlerce birinci çıktı. Bir sınavda yüzlerce birinci olması sınavın ölçme becerisini tartışmaya açar, sınavın kalitesizliğini ortaya koyar ama o konu şimdilik kenarda dursun.

Bu yazıda başka bir yaraya bakalım. Metropol anne babalarının dev çaresizliğine.

Birinciler kim, neredeler, nasıl çocuklar?

Batman İMKB Belde Ortaokulu 8/C sınıfından 10 öğrenci ve diğer şubelerden 6 öğrenci daha, TEOG-2’de tüm sorulara doğru cevap verdi. Üstelik Batman genelinde toplam 60 öğrenci TEOG sınavında tüm soruları doğru yanıtladı.

Batman İMKB Belde Ortaokulu öğrencileri
Batman İMKB Belde Ortaokulu öğrencileri


Siirt – Şirvan ilçesine bağlı Maden köyünden, 14 kardeşin ortancası Esma Türkiye birincisi oldu.
Şanlıurfa Hilvan’lı Esmanur sınavda tam puan alıp birinci olduğunu, Siverek’te tarlada çapa yaparken öğrendi.
Bilecik Bozüyük’ten Yunus Emre de tüm sorulara doğru cevap veren birinciler arasında.
Sivas’lı ikizler Beyza ve Ahmet de…
Adıyaman Kahta’dan Derya da…
Kütahya’dan Hikmet Furkan da…
Tatvan, Çemişgezek, Diyarbakır, Manisa, Ordu, Malatya, Antalya…


Liste uzayıp gidiyor.
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde parlayan bu başarı ışıkları karşısında “metropol anne babalarının” ağzı bir karış açık kaldı.
Neden?
Çünkü bütün şampiyon çocuklar “metropol anne babaları”nın gözünde dezavantajlı bölgelerde yaşıyor.
Eh, bir defa İstanbul’da değiller.
Deri kanepeli, İtalyan mermerli lobilerle süslü özel okullarda okumuyorlar.
Özel ders almıyorlar.
Hafta sonlarını binalar içinde bilmemne eğitimi, bilmemne aktivitesi ile geçirmiyorlar.
Tenis okulu, yüzme okulu, yaz okulu falan görmemişler.
Giysileri binlerce liralık markalar değil.
Muhtemelen çoğunun akıllı telefonu yok, tablet mablet hak getire.
Anaokulunda yüze kelebek boyamalı, her biri ayrı telden çalmalı dans gösterisi yapmamışlar, hatta belki anaokulu bile görmemişler.
Anne babaları onları devlet okullarından kurtarmak (!) için ev / araba satıp özel okula yazdırmamış…

Öfff…
Diyeceğim şudur:

Başarı TEOG’da ful çekmekse (ki değil), formülü nettir: “İyi” öğrencilerle aynı sınıfta okumak.

Sınav başarısını öğretmen belirlemez. Bir öğretmen ne kadar “Süpermen” olursa olsun bir sürü sınıfa girer, bir sürü çocuğa ders verir ve hepsinin başarısı birbirinden farklıdır. Öğretmen sabit, başarı değişkendir.

Sınav başarısını okul belirlemez. Bir okula binlerce öğrenci devam eder, hepsi farklı farklı yollara gider. Kimi akademik başarının yanından bile geçemez. Okul sabit, başarı değişkendir.

Sınav başarısını para belirlemez. Çok masraflar edip en pahalı okullara gönderilen, en isimli hocalardan ders aldırılan çocukların da başarısı birbirinden çooook farklıdır. Faturalar, senetler sabit, başarı değişkendir.

Sınav başarısını belirleyen sınıf kimyasıdır.

Birbirini çalışmaya motive eden, başarı için rekabet eden bir grup öğrenci, içlerinden her birinin kapasitesini açacak, başarısını artıracak yegâne etkendir. Böyle bir sınıfta okumak, böyle bir grubun içinde yer almak bireysel başarıyı yükselten tek ama tek belirleyicidir. 5-6-7. sınıfları böyle bir grupla okumuş her öğrenci 8. sınıfta performansının zirvesine çıkar. Alabileceği en iyi sonucu alır, sınavda.

Yani?

Çocuğunuzun olağanüstü yetenekli ve azimli öğretmenlere denk gelmesinden çok, olağanüstü yetenekli ve azimli sınıf arkadaşlarına denk gelmesi lazımdır. Bu yüzden sevgili metropol anne babaları, çocuğunuzu devlet okulundan kurtarmaya uğraşacağınıza amaçsız, ilgisiz, meraksız çocuklar öbeğinden kurtarmaya çalışın.

14 yaşına gelip tek bir yemek pişirmeyi beceremeyen, her ihtiyacı önüne hazır getirilen, evin tek bir zorunlu işini üstlenmeyen (mesela çöpü çıkarmak, mesela su şişelerini doldurmak), odasını bile toplamayan, ders çalışmak dışında hiçbir sorumluluk üstlendirilmemiş, sürekli büyüklerinden hizmet alan, açık hava nedir bilmeyen, okul servisine bile “abla”lar eliyle bindirilen, ders dışında çalışmak nedir tanımamış ve sınırsız taleplerini karşılatmak için sabahtan akşama hayatınızı dar eden çocuklarınızdan başarı maşarı beklemeyin.

Ve unutmayın. Çocuğu büyüten gözyaşıdır, konfor değil.

https://mediadiversified.org/2016/09/07/why-i-wont-be-returning-to-teach-in-the-classroom/


Kaynak: Kılavuz Kirpi

KENDİNDE OLMAYANI ÇOCUĞA VERMEK: DEĞERLER EĞİTİMİ?






Bir ortaokul. Sınıfta 20 kadar öğrenci var. Ödev teslim günü gelmiş. Öğle teneffüsü. Öğretmen öğleden sonraki ilk derste, çok önem verdiği ödevleri toplayacak. Dersliğin kapısı kapalı, içeride hummalı bir faaliyet sürüyor.

Sınıfın, notları en yüksek öğrencisi çantasından çıkardığı dosyaların üzerine şöyle bir bakıyor, sonra isimleri sesleniyor: “Edaaaa 20 lira.” “Meeert 35 lira.” “Deniiiiz seninki biraz dandik oldu, 15 ver yeter.” 

Ne oluyor?

Arkadaşlarının yerine ödev yapmış, para karşılığı satıyor. O derece ki, seviye seviye ödevler. Kimi üzerinde uğraşılmış, pahalı. Mert’e ne gam! Parasıyla değil mi? Deniz ise herhalde başka derslerin ödevlerini de parayla yaptırmış, ekonomik takılıyor…

Böyle bir sahne görseniz ne yapardınız?
Samimiyetle cevap verin ama. 

Çocukların yüzüne “aaaa ne ayıp şey cık cık cık” derdiniz, pek çoğunuz. Tamam. Ama ya kendi aranızda ne konuşurdunuz? Dudağının ucunda muzip bir tebessümle “vaaaay bu çocuk adam olacak” demeyecek kaç kişi çıkar? 

Sahiden?
Ödev yapıp sınıf arkadaşlarına satmayı ahlaksızlık değil de “zekâ” belirtisi saymayacak kaç kişi kaldı toplumda?


Malum, MEB bir süredir okullarda “Değerler Eğitimi” verdirtiyor. Her il kendi içinde düzenliyor ve uyguluyor, bu eğitim programlarını.

İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğünün ilgili web sayfasına buradan ulaşabilir, ayrıntılı inceleyebilirsiniz. Sayfada değerler eğitimi yönergesinden derslerde kullanılacak kavramlara kadar çeşitli doküman mevcut. Tümünü buraya aktarmanın anlamı yok. Ben yalnızca bu eğitimin amaçlarından birkaçı üzerinde duracağım.



Neymiş “Değerler Eğitimi” ile amaçlanan?

Öğrencilere, … başkalarının haklarına saygı duyma, görevini yapma ve sorumluluk yüklenebilen birey olma bilincini kazandırmak.

Başka?

Öğrencilerin kendilerine güvenen, sistemli düşünebilen, girişimci, plânlı çalışma alışkanlığına sahip bireyler olmalarını sağlamak.

Yeter mi? Yetmez. 

Öğrencilerimizin millî, manevî ve evrensel değerleri hayata geçirmelerini sağlayarak toplumsal dayanışma ve bütünleşmeye katkı sağlamak.



Kâğıt üzerinde ne güzel duruyor, değil mi? Hele böyle renkli renkli.

Sanki toplumun yetişkinleri bu değerlere sahipmiş de çocuklara verebilecekmiş gibi… 

Sanki parayla ödev yapıp satan çocuk öğretmeninden ana babasına geniş bir kalabalığın örtülü “aferin”ine mazhar olmayacakmış gibi…

Sanki telefonda “ah canım biz de sizi çok özledik, hafta sonu bekliyoruz o zaman” diyen annesinin, kapatır kapatmaz “aman nerden çıktı bu müptezeller” şeklinde homurdandığını duymayacakmış gibi… 

Sanki yeterince güçlü olan istediği yalanı istediği yerde söyleyip, utanmazca gülüp geçemiyormuş gibi… 

Sanki her akşam evleri istila eden o bağır çağır haber bültenlerinde çalan çırpan, masumları itip kakan eller pir-ü pak, sütten ak gösterilmiyormuş gibi… 

Sanki “çantalar benim değil ama onları kullananlar benim malım” diyecek kadar insani değerlerden yoksun adamlar kalabalıklar tarafından idolleştirilmiyormuş gibi. 




Sonuç?

Wikipedia’nın yasaklı olduğu yerde müfredata “özgürlük” yazsanız ne olur. “Açana bakarlar” zihniyetinin hâkim olduğu yerde “kadın hakları” dersi anlatsanız ne yazar.

Siz çocukları aptal mı sandınız efendiler? Kâğıda yazdığınız değerlerin hayatta hiçbir karşılığı olmadığını çocuklar görmez mi sandınız? Güçlünün haklı, haklının ezik olması ve öylece kalması üzerine kurulu düzeninizin şifrelerini çözemezler mi sizce? 

Kendinizde olmayan değerleri çocuklara bik bik anlatmayın. Önce kendinizi ve değerlerinizi sorgulayın. Mümkünse ahlakınızı düzeltin. Çocukların karşısına kelamı başka ameli başka, bozuk meşrebinizle çıkmayın. 

Parayla ödev yapan çocuğa çevresindeki herkes “Bu ahlaksızca, fırsatçı ve çirkin bir davranış. Sana yakışmıyor. Doğrusu arkadaşlıktır, dayanışmadır, yardımseverliktir.” demedikçe, diyemedikçe ülkedeki ahlaksızlara, fırsatçılara, çirkin karakterlilere yenileri eklenip duracak ve yazdığımız değerler ile yaşadığımız hayat asla birbirini tutmayacak.  


Çünkü çocuk gördüğünü yapar, duyduğunu değil.








TÜRKİYE'Yİ BEKLEYEN ASIL TEHLİKE




Türkiye'yi bekleyen asıl tehlike aptallaşma riskidir, yekten söyleyeyim.

Bir ülke, bir toplum, milyonlarca kişiden oluşan koskoca bir sosyal gövde nasıl aptallaşır?
Sandığınızdan daha kolay ve hızlı ne yazık ki...





Size kısaca 25. Evren deneyinden bahsedeyim:

Deney, odalara bölünmüş kapalı bir ortamda ilk 4 fare ile başlıyor. Bir aşamada bazı odalardaki nüfusun diğerlerine oranla fazlaca artması ile önemli bir dizi değişiklik gözleniyor. Nüfusun arttığı odalardaki fareler birbirleriyle dostça ilişki kurmayı bırakıyorlar. Oysa nüfus daha düşükken birçok fare birlikte yemek yemeyi, bir arada bulunmayı tercih ediyordu. Ortam kalabalıklaştıkça dostane ilişkiler yerini gitgide iletişimsizliğe ve düşmanlığa bırakıyor. Hele de bu gergin ortama gözünü açan yeni nesiller saldırgan davranışları daha hızlı geliştiriyor.Fareler arasında savaş başlıyor. Yavruları yemeye, birbirlerini öldürmeye odaklanıyorlar.

Az sayıda fare en üst kattaki odalara çekiliyor ve hatta bazıları odanın girişini kapatmaya çalışıyor. Bunlar aşağıdaki karmaşadan izole bir biçimde, sistemle uyumlu olarak hayatlarını yemek yeyip, uyuyarak geçirmeyi tercih ediyor. Çiftleşmiyorlar, savaşmıyorlar. Onların da yaşlılıktan birer birer ölümüyle deney ortamında fare kalmıyor.

İki yıldan uzun süren bu çarpıcı deneyin son derece kısa bir özeti, bu. Merak edenler yukarıda, deneyin adına tıklayarak Matematiksel sitesindeki ayrıntılara ulaşabilir.





Bu deney bana neyi düşündürdü?

Bakıp besleyemeyeceğini bile bile çocuk üstüne çocuk yapanları, evsizleri ve dilencileri, bir türlü bitmeyen yoksulluğu, sömürgeciliği, sefaleti, hırs ve çıkar uğruna başlatılan savaşları, yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren devlet / şirket / kurum yöneticilerini, üniversitelerin "kârlı" olmadığı gerekçesiyle kapatılan fizik / kimya / biyoloji bölümlerini, siyasi baskıyla değiştirilen deprem fay hattı haritalarını...

İnsanoğlunun sonu deney kutusundaki fareler gibi mi olacak?
Belki hayır, ama belki...





Geçen Cumartesi Dünya Günü'nde, 22 Nisan 2017'de dünya tarihinde iz bırakabilecek bir sürecin ilk adımı atıldı, duydunuz mu? Yeryüzünde 600'den fazla şehirde "Bilim Yürüyüşü" düzenlendi.

Yüz binlece insan sokaklara döküldü ve yaşama bilimsel, rasyonel, akılcı düşüncenin yön vermesini talep etti. Bilimin önünün kesilmesine engel olmak için ilk adımı attı.

Biz duymadık.
Duymalıydık.

Çalışmalarını yürekten desteklediğim Evrim Ağacı'nın kurucusu Çağrı Mert Bakırcı, aşağıdaki videoda Bilim Yürüyüşü'nün nedenlerini, amaçlarını dört başı mamur şekilde anlatmış. Biraz uzunca ama lütfen izleyiniz. İnanın hayatınızın en aydınlatıcı 30 dakikası olacak.

Hayat bilime ve akla göre düzenlenmezse sonumuz deney fareleri gibi olacak. Dinozorlar gibi olacak. Daha canlı bir örnekle, 1999 depreminde ne yaşadıksa onu yaşayacağız. Bilime, hayata, gelişmeye sahip çıkmamız lazım.




Kaynak: Kılavuz Kirpi