AYAKKABISI AYAĞINDAN DEĞERLİ İNSANLAR ÜLKESİ


21 Ağustos’ta başkente yağan yağmur yine altgeçitleri kuyuya döndürmüş. Sokaklar birer nehir adeta… Kapalı mekânlar da korunabilmiş değil. Konservatuarda halılar, piyanolar yüzüyor. En işlek altgeçitlerden birinde görevliler şelaleye dönen suları durdurmaya çalışıyor. 

Ana caddelerde ellerinde ayakkabılarıyla, dize kadar yükselen kahverengi sular içinde ilerleyen insanlar gördüm. Ayakkabıları ellerinde…

Ayaklarına, öylece atılmış bir cam ya da metal parçası batabilir. Keskin bir asfalt kenarı, beton yırtığı etlerini kesebilir. Ciddi şekilde yaralanabilirler. En azından kokusundan, kanalizasyon karıştığı belli olan bu pis su, mikrop kapmalarına neden olabilir. Ama onlar ayakkabılarını ellerine alıp, yalınayak yürüyorlar. Ayak, ne de olsa “yaması kendinden”, iyileşir. Oysa ayakkabı dediğin kaç para? Yenisini alabilecekler mi? 



***

17 Ağustos 1999 Saat 03:02 desem ne gelir aklınıza? Deprem, değil mi…
İstanbul Teknik Üniversitesinin değerli hocası Prof. Dr.Mikdat Kadıoğlu, yaşamsal öneme sahip bilgileri Twitter hesabından paylaşıyor, kaç gündür. Bedava! Herkese ulaşabilsin diye sosyal medyadan üstelik!

Mikdat Hoca, büyük Marmara depreminin yıldönümünde bizleri iki omzumuzdan tutup depremden önce sarsmaya, kendimize getirmeye çalışıyor. Depreme karşı sahici önlem nedir, nasıl alınır, gösteriyor. Bizim gibi deprem ülkesi olan Japonya’da neler yapıldığını resimlerle kısa açıklamalarla paylaşıyor. Herkes anlasın, tedbirini alsın, çöken binalarda ölmesin diye…
Doğrusu yaptığı büyük vatanseverliktir, kamu hizmetidir. Siz hiç bedava baklava dağıtan bir tatlıcı gördünüz mü? Sermayesi bilgi olan bir akademisyenin ilmini bu şekilde paylaşması, bizlere yaşamımızı hibe etmek demek.

Peki, bu alicenaplığı için hocaya kimse teşekkür ediyor mu? Sanmam. 
Belki üç-beş okuyucu…
Söyledikleri uygulamaya geçiriliyor mu? Yooo. Sorsak, “çok masraflı canım o işler!”
Devlet katından, yetkililerden falan bir ödül, bir ikramiye? Komik olmayayım, değil mi…
Hatta hoca “özel” bir üniversitede çalışıyor olsa “yeeaağ buna verdiğimiz paraya iki yard. doç. çalıştırırız” diye düşünen bir “patron” tarafından işinden bile atılabilir maazallah…



***

Bir eğitim yazarının ne üstüne vazife bu işler?
Bir eğitimci nasıl olur da şehircilik, belediyecilik, mühendislik, deprem ve sairle ilgilenir?

YGS sonuçlarına bakacak olursak üniversitelerin dörtte bir kontenjanı bu sene de boş kaldı.

TEOG sonuçları gösterdi ki "okumaya" hevesi kalmayan öğrencilerin oranı toplamın dörtte birine yaklaşmış.

İmam Hatip Liselerinin toplam kontenjanı 202 bine yaklaşırken Fen Liseleri ile Sosyal Bilimler Liselerinin toplam kontenjanı 34 binin altınaymış.

2015 takvimini geçen gün ilk defa gören hükümet yetkilileri yaz tatilini uzattı. Deniz sezonunu "kesat" geçiren turizm sektörü üç-beş kazansın diye okulların açılışını ta 28 Eylüle erteledi. 17 Haziran’da sona erecek eğitim öğretim yılı sadece 36 haftadan oluşuyor. Kar tatilleri, resmi tatiller hariç. Demek ki yılın üçte biri / 4 ay / bir mevsim / 16 hafta okullarımız tatil.

Üniversitelerin az tercih edilen fen bilimleri bölümleri de kapatılacakmış. Müşterisi olmayan manifaturacının kepenk kapatması gibi... Az aşağı bakın, YÖK başkanı bizzat açıklıyor.


Depremmiş, selmiş, kuraklıkmış, yoksullukmuş bize ne!
Zaten fizik, kimya, matematik, biyoloji falan hep zor şeyler...
Bize bilim gerekmez.
Ucuzundan bir çift ayakkabı yeter.













TÜRK TİPİ EVRİM VE ÇOCUK TERBİYESİ







Tatil zamanı, yaz mevsimi…  Herkes dışarıda. Sokaklar, sahiller, kafeler insana dair ne varsa gözlemleyelim diye adeta birer laboratuvara dönmüş durumda. 

İnsan kumaşı, bütün kırışıkları, sökükleri, yırtıkları ve yapısal defolarıyla önünüze serilmiş. Bir bakışta tespit ettiğiniz onlarca kusur arasından hangisinin iyi bir eğitimle düzeltilebileceğini, hangilerinin iyileşmesi için nesiller gerekeceğini görebiliyorsunuz.

***

Apartmanın çocukları bahçede bir yere oturmuş, ellerindeki kartlarla (bir tür çocuk oyunu için üretilmiş, resimli şeyler) iddiaya tutuşmalı bir oyun oynuyorlar. 

Oyunun kuralı: Biri kaybederken diğer 3-4’ü kazanıyor. Tamamen şansa dayalı, herhangi bir zihinsel üstünlük gerektirmeyen bir oyun. 

Ne zaman oynasalar aynı sahne tekrarlanıyor: Yenilen hangisi olursa olsun anında Tazmanya canavarına dönüşüyor, kartları darmadağın ediyor, bağırıp çağırıyor. Sonunda küsüp, çekip gidiyor. 

Sadece çocuklar mı? 

Haksız çıktığında, yenildiğinde, istediği olmadığında zarafetini, nezaketini kaybeden tek onlar değil. Koca koca adamalar trafikte birbirine saldırıyor, kafa göz yarıyor, hatta iyiden iyiye şirazeyi kaydırıp can alıyorlar.

Neymiş? Yol vermemiş. Hay yolun zulmete çıksın! 

Efendice yenilmek, okulda öğrenilen bir şey değil. Bu dersi çocuğa annesi verecek, babası verecek.

***

Deniz kıyısı. 

İskeleden denize giren kadın plaj terliklerini merdivenin yanıbaşına bırakmış. Sudan çıkınca giyecek. Çıkıyor, arıyor, yok! Az ilerideki, tanımadığı bir kadının ayağında görüyor, kendi terliklerini. Yanına gidip benim terliklerimi giymişsin demesine kalmadan öbürü açıyor bayramlık ağzını: “Aman ne kıymetli terliğin varmış, yedik mi be!” Git gide talazlanan sesleriyle karşılıklı verip veriştiriyorlar. 

Başkasına ait eşyayı kullanmak için izin istemek, hatasını kabul edip özür dilemek ve kendisine nezaket gösterildiğinde teşekkür etmek, uygarlık, insanlık göstergesi. 

Ve okulda öğrenilecek şeylerden değil. 

Çocuğuna izin istemeyi, özür dilemeyi, teşekkür etmeyi öğretmeyenler yüzünden bir sürü Tazmanya canavarıyla sokakları, caddeleri paylaşmak zorundayız.

***

Postane. 

Sıra ona geliyor. Üzerinde, çalıştığı firmanın adı yazan bir montla bekleyen adama. Elinde bir tomar zarf görünüyor. En üsttekine yapıştırılmış küçük, renkli not kâğıdında 206 yazıyor. Demek ki tomarda 206 tane zarf var. Başlıyor işlemlerini yaptırmaya. 

Dakikalar geçiyor, öğle arası yaklaşıyor, arkadakiler huzursuzlanmaya başlıyorlar. İşlemine ara vermesini, ardarda en fazla 3 işlem yaptırabileceğini, tek elemanla çalışan postane veznesini işgal etmeye hakkının olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. 

Hakmış hukukmuş, adamın umurunda değil. 1 saat 15 dakika süren işlemlerini büyük bir pişkinlikle yaptırıp, işi bitince çıkıyor.

Hakkına razı olmak da okulda öğretilmiyor. Bencillik ve kibir bünyede yer etmeden, daha küçücükken her insan evladına öğretilmeli.

***

Üniversiteyi bitireli iki – üç sene geçmiş. Çalışmıyor. İş aradığı da söylenemez. Esasen hayatından gayet memnun. Kendisi için bulunan işleri de armudun sapı, üzümün çöpü diye reddediyor. 

Akşam saatleri. Televizyonda sevdiği diziyi izlemekte. İçeri sesleniyor: “Aaaanneeee! Bir su getir, kuruduk ya!” Annesi pürtelaş mutfağa koşuyor. Aynı geyşa adımlarıyla yanına gelip ‘kaşına gözüne kurban olduğu oğluşu’na suyunu uzatıyor. 

Rica etmek, teşekkür etmek okulda öğretilmiyor. 

Utanmayana ayıp yok, derler. Ayıp da okulda öğretilmiyor, diğerleri gibi.

***

Biliyorum, içine düştüğümüz bu acayip devir sürerken, ne kadar yazsam şu karikatür kadar anlatamam. Ama unutmamalı: Gelişmenin ilk adımı eleştiri. Özellikle de özeleştiri. 

Bir temenni ile bitireyim: İnsanlıktan çıkmadan yenilmeyi, izin istemeyi, teşekkür etmeyi, özür dilemeyi, hakkına razı olmayı, rica etmeyi ve utanmayı bilenleriniz bol olsun. 



Kaynak: VivaHiba

NAYLON SURETLER DÜNYASI



Sosyal medyaya bakınca üzerime ucuz naylon kokusu siniyor.

Nedense başkalarının, attığı her adımı görmek isteyeceğini sanıyor, birileri. Ve fotoğraf paylaşma kisvesi altında, üzerimize kovayla sırıtma boca ediyorlar. Naylon dişler, naylon gülüşler.

Kimse hasta değil. Kimse mutsuz değil. Kimse dert çekmiyor, hatta zerrece üzüntü barındırmıyor kalbinde.
Yüz felci geçirmediyse bunlar, başka bir ifadeleri yok. Düşünceli bakamıyorlar mesela… Ya da şaşkın, dalgın, yorgun, umutlu, kederli bir bulut geçmiyor yüzlerinden…


Düşünmeden edemiyor insan: Ya madde etkisi altında zavallılar ya da her biri Oscarlık aktör / aktris de ben anlamamışım bu güne dek! Botokslu gibi hepsi. Neşe botoksu yaptırmışlar. Her karede vıcık vıcık bir sırıtma.
Başka bir şey yok.

Ruhunu sentetik neşelere bulayanlara seslenmek geliyor içimden: Arkadaş, aç da bir takvime bak, hangi zamandasın. Yahut bir atlas koy önüne, hangi topraktasın. Onlardan yok mu, kredi çekip fink attığın tatil beldesinde? Madem internete gir de haber sitelerini şöyle bir dolaş…

Ama yok!

Senin paşa gönlün sıkılmasın da isterse dünya yansın, değil mi?


Mesela Fikret Otyam göçüp gitti bugün. Haberin oldu mu?
O koca gözlü, kuyu hüzünlü kadınlarını bildin mi, Anadolu’nun? Hani sadece Fikret babaya görünen o gizemli gözlere dalıp gittin mi hiç?

Koca çınarın yitişinden haberin olduysa; bir an için, sadece kısacık bir an üzüldün mü? Kendini eksilmiş, mahrum bırakılmış, yetim kalmış hissettin mi?


Hadi gündemle işin olmaz, anladık.

Son bir ayda 47 insanımız adı konmamış iç savaşta canını yitirmiş, milletvekili seçimleri yapılalı iki ayı aşmış da bir hükümet kurulamamış hala… Umrunda değil.


Peki ya Madımak’ta ateşlere atılan Behçet Aysan’ı okudun mu, şöyle iki – üç dize?
Kendini söylenmemiş, sahipsiz bir şarkı  gibi hissettiğin bir gün yaşandı mı beyhude ömründe?
Hani şöyle  saçılmış bir nar gibi  kırıldı mı kalbin?
Oysa nicedir ölümler eflatun bu ülkede…


Üzülmeyi öğrenmeli insanoğlu.
Yalnız kendi acısına değil, başkasının derdine yanabilmeli.
Azıcık.
Hiç değilse bir azıcık…






 Fikret Otyam

1926 - 2015