Küçükken
‘ev’ saydığın yetimhanede kimse dememiş miydi çocuk, “ateşle oynama” diye?
Yumuk yumuk ellerinin en tombul yerlerini azıcık, mahsusçuktan çimdiren olmamış
mıydı? Daha da söz dinlemezsen kaba etine bir şaplak atıveren de mi çıkmadı, kara
gür saçlarından tutup şöyle, çeken?
Sen zaten hep böyle söz dinlemez, laf anlamaz, haylazdın. Ama bir o kadar sevilesi, cin gibi, ateş gibi, yıldırım gibiydin. Ondan mıydı ateşten korkmazlığın, tepegözlüğün acaba? Üstüne üstüne giderdin uslu çocukların kaçtığı yangınların. İçindeki ateş mi eşleştirdi seni o yasaklı kibritle, çırayla bilinmez. Kendin de çıra gibi yakılmak, alev alev ışımak mı isterdin? Bir baktık ki girivermişsin yüreğimizin kuytu yerine. Ondan mıdır kalbimizin bir kıyısının tutuşması şimdi…
Haydi, el kadardın da aklın ermezdi o vakitler. Peki ya bu boya gelmişsin, dağ gibi yükselmişsin, koca adam olmuşsun, ona ne demeli? İnanmam aklının hala ermediğine. Erer aklın, bal gibi erer de, her nesne kendi gibi, her nefes özü gibi, her ateş oyun gibi görünür fanilere; ne çare. Ateşle oynamanın sonu ateşe vermekti kendini, bilirdin. Buz gibi bilirdin de, yolun çizilmiş bir kere, çıran yakılmış. Karşısına dikilmektense bıraktın, teslim ettin kendini seni var eden yazgına, yangınına.
Ateşle
oynama diyen çıkmamış. Ama ses ol, nefes ol, gözü kamaştırdığı gibi apansız bir
ışığın, karıştır akılları diyen çokmuş. Demediyse bile kimse, sen kendi içine
fısıldamışsızdır mutlaka, daha bir lokma kadar olduğun o tozlu topraklı
çocukluk çağında. Söylenmeyeni söylemeli, saklı kitapları açmalı, açtırmalı,
duyurmalıyım gerçeğimi!
Keşke
çimdikleselerdi elini, çekselerdi saçını azıcık da, şimdi üşümeseydin delik
pabucunla o kaldırım soğuğunda. O vakit az-maz ağlar, iki gün küser, sonra vazgeçerdin
ateşle oynamaktan. Vazgeçerdin de, öfkeyle tutuşmuş eller işsiz güçsüz,
sahipleri gibi beyhude, avare ve boş gözlerin çaresiz uzantıları olarak
salınırdı kalabalık sokaklarda ve kimse aldırmazdı onlara. Yaktın da iyi mi
oldu öfkenin ateşini? Bak sen de yandın, bizi de yaktın.
Vazgeçsen,
içindeki ateşi ne ederdin bilmem. Onu benden sorma. Sen bana, bizdeki yangını ne
yapacağımızı söylemeden çekip gittin ya, ah olsun!
Güvercin demiştin. Güvercin tedirginliği… Ne yazık, başka kanatlarla uçuyoruz aynı göğün altında. Nasıl sığışacağız şimdi gri güvercinler dünyasına bu alaca bulaca halimizle? Öfkenin kavurucu gözleri bize, başka kuşların üzerine çevrilecek mi bir gün? Sana çevrildiği gibi…
Bahçeleri, meydanları, sokakları renklendirme işi de yatar o zaman. İyisi mi gitmeli, kırk metre gri kumaş almalı. Biz bunca renkle dolaşamayız demek ortalarda. Kendimize uygun elbiseler diktirelim, uyalım âlemin grisine, rahat edelim. Ne dersin?
Hrant Dink’in ve
farklılıkları
nedeniyle zulüm gören
tüm dünya azınlıklarının
aziz hatırasına
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder