Son gelişmeler gösteriyor ki, ülkemizde küçük yaştaki çocukların
ailesi tarafından evlendirilmesi normal karşılanıyor. Bu korkunç ve çok
can yakıcı bir hata.
Aile, anne-baba, çocuğun sahibi değildir. Öncelikle bunu kabul etmek gerekir.
Aile sırf dünyaya getirdi diye çocuğu evlendiremez, dilendiremez,
satamaz, çalıştıramaz, emeğini ya da bedenini sömüremez. Eğer
masanızdaki takvim milattan sonra 2016’yı gösteriyorsa, dünyanın
neresinde olursanız olun, “doğru” budur.
Peki ya 10, 12, 14, 15 yaşındaki bir çocuk (yani evrensel hukuka göre
18 yaşın altında, reşit olmamış birey) ailesi tarafından
evlendiriliyorsa devletin görevi ne olmalıdır?
Düğüne gitmek, iki göbek atmak, iki limonata içmek ve altın takmak mı?
Hayır.
HAYIR!
Ailesi tarafından haklarından mahrum edilen çocuk devlet korumasına
alınmalıdır. Çocuğun eğitim, yaşam, sağlık ve benzeri ihtiyaçları devlet
tarafından karşılanmalıdır. Bu kadar basit.
Şimdi okuması yazması bile olmayanların anlayacağı şekilde, görsellerle anlatalım.
Çocuk istismarı budur:
Şimdi lütfen, geç olmadan bu yazıyı, bu yazıdaki tablo ve haritaları
inceleyin, tanıdıklarınıza duyurun. Çocuklarımız için hiç değilse bunu
yapabilmeliyiz. Çünkü çocuğun yeri okuldur.
Daha önemli ve acil olan ise yarından önce aşağıdaki resme tıklamanız, kampanyayı imzalamanız ve gücünüz yettiğince duyurmanız.
Haydi, evlatlar insan gibi yaşasın diye…
Şu haritada ülkemizin rengi kızarmasın, maazallah kararmasın diye…
Ben
bu bayram
kadınlarla konuşmak istiyorum. 93 yaşındaki Cumhuriyetimizi kadınlar olmadan, kadın
eli değmeden kutlamanın bir anlamı kalmadı, zira…
Sevgili
hemcinsim, kız kardeşim.
Haberi
duymuşsundur. Abdullah
Çakıroğlu denen şahıs, belediye otobüsünde Ayşegül Terzi’ye
tekmeyle saldırdı. Ayşegül işinden çıkmış, evine dönmek üzere otobüse binen bir
hemşire. Otobüsün direklerinden birinden kuvvet alarak öyle bir vurdu ki,
kadının yüzü gözü dağıldı.
Önce
yakaladılar o vahşiyi, sonra salıverdiler, sonra yine içeri attılar ama geçen
gün bir kez daha aramıza karışmasına müsaade etmişler. Şimdi sokaklarda,
kızımızın, kardeşimizin, annemizin dolaştığı çarşılarda fink atıyordur.
Adını
anmaya iğrendiğim bu insan müsveddesi, yaptığını neyle aklamaya çalışmış, onu
da biliyorsundur. Kadının şort giymesi dinimize aykırıymış.
Belki
sen hiç şort giymedin ömründe. Belki uygun da bulmuyorsun kadınların otobüste
şortla bulunmasını. Hatta kim bilir, belki içinden “eh o da derli toplu
giyseymiş” diyorsun.
Böyle
facialar senin başına gelmez sanıyorsun belki.
Kimse
giyiminden “tahrik” olup seni sokak ortasında kemiklerini kırasıya dövmez diye
düşünüyorsun. Kimse
senin giyimini, dış görüntünü “uygunsuz” bulmaz.
Yapıp
ettiklerin sana acı, aşağılanma, şiddet ve hatta ölüm olarak dönmez zannediyorsun.
Çok
yanılıyorsun kardeşim, çok!
Dinle
bak, Malala
Yusufzay’ı anlatayım sana. Malala
15 yaşında Pakistanlı bir kız çocuğu. 9
Eylül 2012 günü okuldan dönüyor. Tıpkı işten dönen Ayşegül gibi, o da bir
otobüsün içinde. İşte
o gün çok korkunç şeyler oldu. Adına
Taliban denen eli silahlı caniler, Malala’nın bindiği otobüsün yolunu kesti.
Kendilerini “İslam’ın savunucusu” olarak gören Taliban milisi
Malala’yı oracıkta başından ve boynundan vurdu.
Neden
mi?
Yok.
Şort giydiği için değil. Malala
tesettürlüydü.
Başında örtüsüyle okula gidiyor, okuldan evine dönüyordu. Ama
gel gör ki Taliban kızların okumasını yasaklamıştı.
Hem
de neye dayanarak? İslam’a. Malala
okula gitmekle onların yasağını çiğnemişti. Cezası? İnfaz. Hemen
oracıkta katledilme…
Bereket
gencecik Malala’nın şansı yaver gitti de önce Ravalpindi kentindeki askeri
hastanede, sonra da kendisine kucak açan İngiltere’de tedavi edildi. İslam
adına hareket ettiğini söyleyen canilerin elinden canını kurtaran Malala,
ömrünü kız çocuklarının eğitim mücadelesine adadı. 2014’te de Nobel Barış
Ödülüne layık görüldü.
Nasıl?
Bizde
Taliban yok mu diyorsun? On
yıl önce Abdullah Çakıroğlu gibiler de yoktu. Bak, oluverdi.
Efendim?
Taliban
gerçek İslam değil mi diyorsun? Vallahi
adamlar kendine pekâlâ Müslüman diyor. Onların "İslam"ına
uymayanların kafasına sıkıveriyor. Tıpkı IŞİD canileri gibi…
Şimdi
dön de kendine bir sor lütfen.
Sırf
kadınsın diye sana ne giyeceğini, nerede yürüyeceğini, ne kadar eğitim
alacağını, hangi işte çalışacağını ya da çalışamayacağını, ne kadar yaşayıp ne
zaman öleceğini emretmeye kalkanlar, senin hakkını çiğnemiş olmuyor mu?
Kendi
hakkını nasıl savunduysan 1990’larda şimdi de Ayşegül Terzi’nin şort giyme
hakkını, Malala’nın eğitim hakkını, cennetmekân Özgecan’ın yaşam hakkını da
savunmak zorundaydın, hala zorundasın.
Yoksa
emin ol, kıyafetin nasıl olursa olsun bir gün sen de Ayşegül olacaksın. Hatta Malala
olacaksın, başına bir tüfek dayanacak. Caniler belki başındaki kırmızı
başörtüsünü bahane ederek koparacak seni hayattan.
Ne
olur o kara gün gelmeden içindeki adaletli, şefkatli, hakkaniyetli sesi dinle.
Dinle
ki gelecek bayramları sevinçle, gülümseyerek karşılayabilelim.
Peşinen cevap
vereyim, biliyor. Vallahi de biliyor, billahi de biliyor.
Açıkçası yıllardır
eğitim üzerine yazan, ondan önce de bir 20 yıl bilfiil derse girip hocalık
yapmış biri olarak başlıktaki sorunun cevabından emin değildim.
Aslında elbette
ülkede bir sürü saygın eğitim bilimci var. Etkili eserler veriyorlar, kitaplar
makaleler yayımlıyorlar.
Ama devlet
bunları okuyor mu, okuyorsa dikkate alıyor mu, dikkate alıyorsa kendine yönelen
her eleştiriyi tepelenmesi gereken bir düşmanlık olarak algılamadan değerlendirme
yapıyor mu, emin olamıyordum. Fakat iki-üç saatlik bir internet araştırması
bile resmi aklın eğitimde neyin nasıl yapılması gerektiğinden pekâlâ haberdar
olduğunu, hatta doğruları bizzat yazdırdığını gösterdi.
Academia.edu dünya üzerindeki tüm akademisyenlere açık bir paylaşım platformu. Dileyen bilim
adamı belirlediği konular çerçevesinde makale ve kitaplarını paylaşıyor,
meslektaşların çalışmalarını takip edebiliyor. Akademisyen olmayanlar da
vikipedya gibi güvenilmez kaynaklar yerine, her konunun uzmanından bilgilere
academia.edu üzerinden ulaşabiliyor.
İşte bu platformda 2014 tarihinde Kalkınma Bakanlığı tarafından
hazırlanan “Eğitim Sisteminin Kalitesinin Artırtılması – Özel İhtisas Komisyonu
Raporu”na rastladım. Seçilmiş uzman bir heyete yazdırılıp bakanlığa sunulması
sağlanmış kapsamlı bir çalışma. Belli başlı noktalarına birlikte bakalım:
İtiraf edeyim, şaşkınım.
Biz eğitimcilerin
yıllardır orada burada yazdığı, her fırsatta haykırdığı gerçekler bakanlığa,
bakanlık tarafından seçilen uzmanlar tarafından yazılmış, takdim edilmiş. Merak
edenler raporun tamamını buradakibağlantıdan okuyabilir. Demek ki devlet biliyormuş...
O halde biz şimdi
başka bir soru sormak zorundayız: Madem devlet, üst yönetim, resmi akıl, vs. adı
her ne ise artık eğitimin içinde bulunduğu korkunç çöküşü biliyor, bu yapılanlar
ne o zaman?
Yöneticilerimiz neden kendi seçtiği uzmanların işaret ettiği
reformları yapmıyor da hiçbir nesnel temeli olmayan, başarıyı artıracağı şüpheli,
baştan sona çağ dışı ve ideolojik, dahası ülkenin kalkınmasına zerrece fayda
sağlamayacağı bilinen değişiklikler yapıp üstüne “reform” etiketi yapıştırıyor?
Cevabı biliyoruz, değil mi…
Ama umudu kesmek yok. Haykırmaya devam etmeliyiz. Sesimizi yukarılara
duyurmalıyız. Bir reklam kampanyası yürütür gibi laik, bilimsel, çağdaş
eğitimin ülkemiz ve geleceğimiz için nasıl yaşamsal değerde olduğunu, ne yapıp
edip anlatmamız gerek.
Paradan girelim mevzuya. Paranın yüzü sıcaktır.
Çağdaş, laik, bilimsel ve özgürlükçü
bir eğitim ortamı sağlarsanız ülke kalkınır, zengin olursunuz. Yani özgürlük eşittir
para. Anladınız mı efendim?
Bakın, tek ben değilim bunu söyleyen. Koskoca
Amerika’da üniversiteye hoca olmuş biri var, ondan dinleyiniz.
Selçuk Şirin’den bahsediyorum.
Selçuk hocanın eğitim yaklaşımına hayranım. Eğitimi ekonomi
zaviyesinden görüyor, gösteriyor. Ona kulak verelim derim.
Okul eşittir para diyor. Bilim eşittir servet diyor. Özgürlük eşittir
kalkınma diyor. Hem de herkesin anlayacağı yalınlıkta anlatıyor. Evet, onların
bile!
Aşağıdaki Medyascope tv röportajında Selçuk Hoca lafa fındıktan girip çağdaş ve özgür
eğitimden, tasarımdan ve kalkınmadan nasıl çıkıyor. Ve öyle haklı ki…