sür sürün sürdür

Sürdürülebilir hayatlar kursun çocuklar

Sürdürülebilir gülüşler taksın saçlarına


Süregiden çamurdan çığlar sürümesin sevincini

Sürüp, önüne katıp macunlaştırmasın gökkuşaklarını


Gökkuşağı olmadan nasıl

Yaşayabildiğimizi bilmesin çocuklar, gizleyin

Ve süründüğümüzü görmesin sürüngenler

NOBELLİ AZİZ SANCAR’IN OKULU BUGÜN NE DURUMDA?

Kimilerine göre “Türkiye bir Aziz Sancar daha yetiştirebilir mi?” sorusu gereksiz bir soruymuş. Gerekli sorunun ne olacağını açıklamadan bu soruyu gereksiz ilan ettikleri için meseleye hangi açıdan baktıklarını, neyi öncelikle önemsediklerini anlamak mümkün olmadı.
Ömründen çeyrek asırlık bir zamanı eğitim ile uğraşarak geçiren benim gibiler için ise, Aziz Sancar’ın Nobel ödülü almasından bile daha önemli bir soru, eğitimin bugünkü durumu nedir sorusu…

Çünkü hayat devam ediyor. Çünkü hayat hep ileriye doğru akıyor. Bugün sadece dünün kazanımlarıyla meşgul olursak yarın ne edeceğiz?

Mesela Birinci Dünya Savaşında Çanakkale cephesinde kazanılan efsanevi başarıyı hepimiz biliyoruz. Madem bu kadar şahaneydik o halde neden savaşı kaybettik? Neden topraklarımız işgale uğradı? Çanakkale’yi kazanan Osmanlıydı da, Yemen, Süveyş, Kafkas, Irak, Suriye, Basra, Hicaz cephelerinde on binlerce askeri ölüme süren, rezilliğin dibini bulan, ağır yenilgiler alan Madagaskar sultanlığı mıydı?

Özetle kompleksli Osmanlıcılar gibi davranmanın, Aziz Sancar gibi münferit başarıları parlatıp, hezimetleri sümen altı etmenin kimseye bir faydası yok. Aziz Sancar ile övünmek hakkımız ama gençlerimize Aziz Sancar kadar başarılı olabilecekleri bir eğitim ortamı sunmak da görevimiz.

Bu iç dökme söylevinden sonra esas meseleye gelelim. Aziz Sancar bugün öğrenci olarak Çapa Tıp Fakültesinde girse, ne ile karşılaşacaktı?

Geçen hafta bir grup Tıbbiyeli ile sohbet ettim.

Onlara okullarının bugünkü durumunu sordum. Fiziksel koşulları, derslerin işlenişini, araştırma imkânlarını öğrenmeye çalıştım. Aralarında Erasmus programı ile misafir öğrenci olarak Avrupa’ya gidenler vardı. Karşılaştırmalarını istedim. İsimleri bende gizlidir. Anlattıkları ise aşağıda.

Varın, siz karar verin. Türkiye’den bir Aziz Sancar daha çıkar mı çıkmaz mı:

Hocam öncelikle bir bilim yuvası olması gereken okulumda bilimsel fonlara ayrılacak bütçe dar hatta yok gibi bu yüzden birçok öğrencinin hevesi kursağında kalıyor.

Dönemler çok kalabalık. Amfi dersleri oluyor 500 küsur kişilik. O yüzden 2 gruba ayırıyorlar.

Hastane ve bizim eğitim gördüğümüz ortamlar, kampüs demiyorum çünkü öyle bir şey yok, iç içe ve çok çok çok büyük bir kalabalık var.

Ben kampüsün derdinde değilim doktor olacağım! Hastaya ne kadar yakın o kadar iyi ama o insanların halini görünce çektikleri rezillikleri, organizasyon eksikliğine bağlı zorlukları gördükçe lanet ediyoruz.

Okulun fiziki yapısı içler acısı. Ben spor yapan bir insanım 4 saat oturup ders dinlediğim yer omurga yapımı bozmaya niyetlenmiş bir halde ve eğer olur da o derse o dersi alma hakkı olan herkes gelirse oturacak yer kalmayabiliyor.

İntörnlerden (6 yıllık fakülteyi bitirip 4 yıllık uzmanlık eğitimine başlamış doktor adayı) duyduğum kadarıyla şartlardan memnun değillermiş. En basitinden yemekleri bile sorunluymuş. Yemekhaneye yetişemiyorlar ve onun dışında okulun sağladığı bir yemek imkânı yokmuş. Bu da organizasyon eksikliğinin bir parçası.

“Çapa’ya köpek bağlasan geçer” diyorlar, doğru bir cümle. Gerçekten geçer. Kaldın mı, final var. Yetmiyor mu, finalin oranını yükseltiriz. Yetmiyor mu, bütünleme. O da mı olmadı ek bütünleme. O da mı yok, ek ders sınavı. Olmadı mı alttan al. Alttan aldın ama 1 senede alacak kredi limitin mi doldu. Olsun, sen yine kalma. Alabildiğin kadarını al, alamadığını seneye alttan alırsın.
Bu olayı bir arkadaşım birebir yaşadı. Şu an 116 kredisi var. Limiti aştığı için kaldığının bir kısmını 4. sınıfta alacak. Çünkü devlet doktor istermiş. 300 kontenjan 500’e çıkmış. Fiziki anlamda buna yönelik gelişme yok. Tam aksine çocuk hastalıkları binası yıkılıp otopark yapıldı ve orası artık bir otopark.

Hocalar deseniz küçük bir kesim var ders anlatıyorlar. Onların dersi sabah 6’da olsun 5’te gidip yer tutarız ki bir şeyler kapalım diye. Bir kesim daha var ki dersleri slayt yazıdan oluşuyor ve o yazıyı bilgisayar ekranına bakıp okuyor. Bugün o cinsten biri okuma yaparken duyacağı şekilde “okuma biliyoruz” dedim kendimi gizleyerek, duydu ama takmadı.

Randevu sistemi yalan. İnsanlar (hastalar) koyun gibi sıra bekliyorlar ve yine de işleri olmayabiliyor. Personel (hademe falan) dayısını bilmem nesini muayeneye getirerek imkânları sömürüyor. Yasaya göre sadece 1. dereceden akrabaları baktırabilirlermiş.

Hastane denen yerin her köşesinin bir rehabilitasyon ögesi içermesi gerekir. Osmanlıya bakıyorum bir bahçe, bir müzik, bir güzellik… Bizim hastanemize gelen normal bir hasta, öleyim de buraya düşmeyeyim psikolojisine giriyor. Bizi bu çöplüğe terk edenleri Allah gözümün önünde çarpmıyorsa ben de ahirette hesap soracağım!

Sağlık sistemini bitirdiler hocam. Doktorlar umutsuz. Ben bir akrabamla ilgili nöroloji uzmanıyla görüşmeye gittim, 5 dakikanız var mı dedim. Kibarca 3 dakikan var dedi…

Sağlık elemanları (temizlik işçilerini kastediyor) taşerondan. Bir hastane düşünün ki sağlık elemanına dışkı ve kimyasal atık temizlettiler, adam zehirlenip öldü. Birinin de bacağına iğne battı hastalık kaptı…

Bizim yemekhanede sıvı yağ kullanılıyor. Ulan k…k, senin yetiştirdiğin Prof. bu yağ zehirdir diyor!

Avrupa bizden çok çok daha zengin. Misafir öğrenci olduğumuz okul her yıl en iyi 8 öğrencisini tam burslu Amerika’ya yolluyor, daha iyi öğrensinler diye. İnsana ve öğrenciye verilen değer bambaşka.
Biz yabancı, misafir, bir daha adını duymayacakları öğrenci olmamıza rağmen anatominin en büyük Prof.’undan bir küçük ricada bulundum. Ki, gittiğim okulun en baba dalı anatomiydi. Bize kişisel asistanlarını tutor (etüt öğretmeni) olarak ayarlayıp özel ders verdirdi. Sadece 2 kişilik 15 saat özel ders aldık, yalnızca istediğimiz konulardan. Bize, yabancıya bunu yapıyorsa kendi öğrencisine nasıl bakıyordur. Benim okulumdan hiçbir Prof. benim adımı bilmiyor.

Mesela ben ileride oldu da Prof. oldum, nerede imkân oraya kaçıp Türkiye sorulduğunda “bir şanssızlıktı” diye anlatırım.








Kaynak: Kılavuz Kirpi

RÜYA DEĞİLMİŞ, KÂBUS DEĞİLMİŞ.




Haziran 2013’ten beri mecbur kalmadıkça açmadığım televizyona bakıyorum. Euronews, Ankara’daki bombalı vahşetin yakın tanıklarından biri ile konuşuyor.
20-25 yaşlarında, kısa dalgalı saçlı, duru, güzel yüzlü bir kadın, donmuş bir ifadeyle anlatıyor:
“Sabah uyandığımda dün yaşananların gerçek olduğunu fark ettim. Rüya değilmiş, kâbus değilmiş. Arkadaşlarımı, yoldaşlarımı bir daha göremeyeceğimi düşündüm.”
Deyip, sessizleşiyor. Bakışları sabit.
Muhabir soruyor: Ne gibi duygular içindesiniz, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Cevap kalbe saplanan bir diken gibi acıtıcı: “Bomboş”

***

10 Ekim 2015 Pazar sabahı Ankara’daydım.
Ulusal Liderlik Konferansı (ULEK) tarafından düzenlenen “Çocuklarda ve Gençlerde Liderlik Eğitimi” başlıklı toplantıda konuşuyordum. Saat 10.00 civarıydı.
Karşımda salon dolusu ışıl ışıl genç öğretmenler… Y kuşağından, çocuklarımızın her isteğimize “neden” diye diklenmesinden, bununla nasıl başa çıkacağımızdan bahsediyorum. Gülüşmeler, kocaman açılmış zeki bakışlı gözler, alkışlar…
Bu nefis toplantıda, heyecan verici meslektaşlar arasında güzel saatler geçiriyorum. Sevinçliyim. Heyecanlıyım. Dört başı mamur bir mutluluk içindeyim.

***

Eşimin ısrarına kulak asmadığım için hızlı tren yerine arabayla geldik başkente. Bu yüzden toplantıdan erken ayrılıyor, dönüş yoluna koyuluyoruz. Karanlığa kalmadan İstanbul’a varalım diye.
Cinnah’tan Or-An tarafına ilerliyorum. Doğrusu ilerleyemiyorum. Korkunç bir trafik. Sağdaki soldaki araçların içinde yüzler bir tuhaf. Çevrede ambulanslar, TOMA’lar, polis araçları… Var bir melânet ama anlayamıyorum.
Bir saati aşkın süre trafikle cebelleştikten sonra bizi Ankara’da konuk eden dostumuzun evine ulaşıyoruz. Televizyon açık. “Ankara tren garı önündeki Barış mitingine bombalı saldırı” diyor… Böylece öğreniyoruz olan biteni.

***

Akşam vakti. Evdeyim.
Televizyonda o güzel, duru yüzlü kadın “rüya değilmiş, kâbus değilmiş” diyor, “kendimi bomboş hissediyorum”.
Anlıyorum.


Kaynak: Kılavuz Kirpi

TÜRKİYE BİR AZİZ SANCAR DAHA YETİŞTİREBİLİR Mİ?



Kuzey Carolina Üniversitesi Biyokimya ve Biyofizik bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aziz Sancar, DNA onarımı konulu çalışmaları nedeniyle 2015 Nobel Kimya ödülüne, Tomas Lindahl ve Paul Modrich ile birlikte layık görüldü.
Aziz Hocanın başarısının altında muhakkak kişisel becerisi, sıradışı zekâsı ve bilimsel merakı yatıyordur. Onu buralara getiren öncelikle kişisel özellikleri olmuştur, şüphesiz. Ama yediveren gül olsa, uygun toprağa ekilmedi mi, çiçek açamaz. Muhakkak aldığı eğitim de başarısında etkili olmuştur.

Aziz Sancar Hoca, 1946 senesinde Mardin’de, anadili Arapça olan bir çiftçi ailesinin evladı olarak hayata başlamış. Ailenin 8 çocuğundan 7.si. Anne babasının okuma yazması yokmuş. İlk eğitimini Mardin’de almış. 1963 yılında Çapa Tıp’a girmiş. Sene kaybetmeden, 1969’da mezun olmuş.
İki yıl sağlık ocağında çalıştıktan sonra ABD’den gelen fırsatı değerlendirmiş ve Dallas Teksas Üniversitesi, ardından da Yale Üniversitesine girmiş. Sonrası malum… Bugün hala TC vatandaşlığını muhafaza ettiği söylenen Aziz Hoca, ABD’de okuyan Türkiyeli öğrencilere destek olmak için meslektaşı da olan eşi Gwen Boles Sancar Hanım ile bir vakıf bile kurmuş…

Bir soru eğitimci aklımı ister istemez kurcalıyor: Aziz Hoca Türkiye şartlarında kalsa ne olurdu? Sağlık ocağında çalışırken yolunu Nobel’e çıkaracak araştırmaları yapabilir miydi?
Daha önemlisi, şu anda Mardin’de yaşayan evlatlardan biri daha, bir gün Nobel ödülü alacak mı?

1960-70’lerde ülkenin zenginliği addedilen kaliteli eğitimin yerinde bugün yeller esiyor.
Eğitim karaya oturmuş bir gemi gibi. Ne ölüyor, ne onuyor.
Neden?
Tonla nedeni var:
Nüfus artışı, köyden kente muazzam bir popülasyonun göç etmesi, eğitim yönetiminde bilimsel yaklaşımın terk edilmesi, öğretmen yetiştirme politikalarının günlük siyasete oyuncak edilmesi, ücretli öğretmenlik saçmalığı, sınıf tekrarı / ders tekrarı usulüne son verilmesiyle her öğrencinin her okuldan mezun olması, eğitimin “özel”leşmesi ile neredeyse 4 yıl taksitle diploma satar hale gelen kolej ve üniversiteler, ne mürettebatta ne kaptan köşkünde din eğitimi ile dini eğitim arasındaki farkı anlayacak kadar aklın kalmaması… Say say bitmez.

Üstelik çok eski bir milli hastalık olarak, “kafası çalışan adam” sevmiyoruz. Aziz Sancar’ın yeteneğini ta ABD’dekiler görüyor, biz görmüyoruz. ABD’linin seçip çağırdığı, önüne burs + iş + araştırma fonu imkânları serdiği genç hekimi sağlık ocağında istihdam ediyoruz. 1970’lerden beri değişmeyen bir vaziyet, bu…

Yine de Aziz Hoca, ödülü kazandığını öğrendikten sonra verdiği ilk röportajda bakın neler söylüyor:
Kendim ve  memleketim için çok sevindim. Çünkü bana çok güzel öğretim veren kendi memleketimdir. Bana olağanüstü tıp eğitimi verdi ve o buradaki başarımının kaynağı oldu. O bakımdan anavatanıma çok minnettarım. Bütün Türk milletine sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
Bugün Türkiye eğitim sistemi içindeki gençler bir gün başarılarının kaynağı olarak memleketi gösterecek mi, merak ediyorum.

Mesela 2014 Nobel Fizik Ödülüne İlk Adım ödülünü kazanan İlayda Şamilgil de Aziz Hoca gibi ileride “Türk eğitim sistemi harikaydı” diyecek mi?

Belki okuluna, öğretmenlerine müteşekkir olacak ama  TÜBİTAK’a teşekkür edip şöyle der mi acaba: İyi ki lisedeyken yaptığım projeden bir şey anlamadınız, iyi ki beni reddettiniz. Bakın şimdi 2045 Nobel Fizik ödülünü kazanıyorum



Kaynak: Kılavuz Kirpi


Yalınayak


Her gün muhasebe defterinin eksi hanesine yazılıyor. Her gece eksi hanesine. Uyuduğum uyku değil, uyandığım sabah... İçtiğim su sabır suyu olur mu, çiğnediğim lokma tevekkül merhemi? Saçlarımı yolmasa zaman, etimi kavurmasa takvim. Doğrulsam ayağa, kollarımı şöyle bir çevik sıvasam. Toparlayıp kucaklasam kalan şafaklarımı, ceplerine doldursam uzun kırmızı mantomun. Terliklerimi fırlatıp atsam. Yalınayak ve dimdik, bir gecelik ve bir manto yeter yaşanası yaşlarıma, geriye kalan. Yaşanası yaşlarım varsa önümde, işte tam da böyle: Bir gecelik, bir kırmızı manto, kollar sıvalı, saçlar yele yele. Hür ve mutlu, hür ve güleç, hür ve aşktan kemiklerimi kıra kıra yürüsem yıllarımı.