Bayramın birinci günü aile ziyaretinden dönerken şöyle püfür püfür, manzaraya karşı bir kahve içelim dedik.
Demez olaydık!
Sultan II. Abdülhamit’in gözü gibi sevdiği ikametgâhı, deyim yerindeyse yuvası, Yıldız Sarayının bahçesi içinde yer alan Malta Köşkü’ne gittik.
Gitmez olaydık!
Haydi, bahçesine konuşlanmış çirkin şemsiyeleri, rahatsız sandalyeleri, özensiz servis personelini gördük; ne demeye içeri girmişiz!
Girmez olaydık!
Malta Köşkü, Sultan Abdülaziz tarafından 1871’de Mimar Sarkis Balyan’a, rivayete göre Malta’dan getirtilen taşlarla inşa ettirilmiş. Tam 144 yaşında, orijinal vasıflarını hala taşıyan (!) ve antik değeri olan, şahsiyetli bir yapı.
Ancak Osmanlı kültür mirasından topyekûn nefret eden birilerinin eline düşmüş olsa gerek.
Zira hali içler acısı…
Alt salondaki o ünlü, o cânım mermer balıklar, açık büfe masasının ortasında kalmış. Dokunsan gözünden yaş boşalacak. Kapkara ve korkunç servis ayakları, en adisinden karavana sandıkları, o kadar kalitesizini pazarda bile bulamayacağınız berbatlıkta bir örtü ile kaplı çember bir masa ile çevrelenmiş; inci gibi, oya gibi, mücevher gibi bir heykel…
Alt katı saran tuvalet kokusunu atlatabilirseniz, çifte merdivenle üst kata ulaşıyorsunuz.
Orijinal parkelerin üzeri makine işi kalitesiz bir yollukla gelişigüzel kapatılmış ama açıkta kalan kısımları basılmaktan aşınmış gitmiş. Şimdi servet döksen yaptıracak ustayı bulamazsın. Öyle bir değer.
Merdiven sahanlığının sol tarafında bir gazetelik. Bomboş… Sağda ise gelen geçenin fütursuzca oturabildiği, en azından 100 yıllık masif – deri maroken bir koltuk ile yine el işi masif meşe yazı masası. Cilası dökülmüş… Bakımsız…
Üst kata girişte Sultan V. Mehmet Reşat ve Sultan Abdülaziz’in yağlıboya portreleri. Bilsek, az sonra ne ile karılaşacağımızı, girer miydik? Bir selam verir, canımızı kurtarırdık azaptan.
İkinci katın ortasında mütevazı ebatta bir salon. Yemek masaları serpiştirilmiş. Zahir burada da servis yapılıyor. Sağ kanattaki iki odanın kapıları kilitli. Soldaki büyükçe odaya yine yemek masaları yerleştirilmiş.
Masaların tümü aynı naylon kumaşla örtülü ve üzerleri pislik içinde. Ekmek kırıntıları, tütün parçacıkları, meşrubat ve yemek lekeleri, yanıkla meydana gelmiş delikler, sökükler… Yaklaşınca görünüyor ancak…
Tam “daha fecisi olamaz” diye düşünürken soldaki küçük odanın kadınlar tuvaleti olarak kullanıldığını fark ediyorsunuz. Ortaya yaldız ayaklı, mermer tablalı nefis bir masa konmuş. Onun arkasında da sedef kakma ayaklı, son derece estetik bir tırnak ile üstünde varak aynası.
Karşı duvara bakınca birden tokat yemişe dönüyorsunuz: Duvara vidalanmış, açılır – kapanır bir bebek bezi değiştirme tablası. Bir Osmanlı yapısının duvarına vi-da-lan-mış!
Tuvalet, sedef ayaklı tırnak ile sırt sırta.
İçerisi dallı desenli, çirkinlikten şakırdayan bir fayansla kaplanmış. Herhangi çay bahçesinde görebileceğiniz metal, kirli – paslı sıvı sabun haznesi, leş gibi bir lavabo (fotoğrafı çekmeden önce sizlere saygımdan epeyce su döküp temizlemeye gayret ettim) ve solunda formika bir paravan-kapı ile girilen WC kısmı…
İçeride yerler ıslak ve pis, çöp kovası kırık, klozetin tarifi güç. Hem WC kısmı, hem lavabonun olduğu bölme, hem de buraya girerken geçilen odanın yerleri tuvalet kâğıdı parçalarıyla kaplı…
Bu özel ve değerli mekânın bu hale getirilmesine ruhsat veren üst merciler,
Köşkü kafe yapıp işleten İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve onun şirketi Beltur,
Mekânı temiz tutmak ve korumakla görevli ama görevini hiç umursamadığı belli olan, “işten kaytarayım ama maaşımı alayım” zihniyetindeki personel,
Zalimce ve utanmazca hor kullanan (ziyaretçi diyemeyeceğim) müşteriler,
Ve bu tablodan sorumlu diğerleri…
Bu insanlar ya Osmanlı kültür mirasından ciddi ciddi nefret ediyor (ki onu mahvetmek, rezil rüsva etmek, berbat etmek için ant içmiş çabalıyor) ya da kendilerine teslim edilen hazinenin değerini anlayamayacak kadar cahil, kültürsüz ve insafsızlar. Üçüncü bir ihtimal yok.
İlkokul mezunu herkesin vâkıf olacağı medeniyetten haberi yok mu bu insanların?
“Tarihi korumak yararımızadır” dememiş mi kimse bunlara?
Nedir bu düşman beygiri tepercesine muamele?
Ne bitmez bir beladır bu “benden sonra tufan” zihniyeti?
Ülkemizde sanat ve tarih bilgisi olan binlerce üniversite mezunu var. Bu insanlar neden istihdam edilmiyor bu gibi mekânların işletilmesinde? Niye yüksek maliyetlerle eğittiğimiz iş gücünden yararlanmıyoruz?
Belki “aman çok tarihi binamız var, ne olacak?” diyordur, tepedekiler. Evet, tarihsel zenginliğimiz az değil ama merkep sırtından dün inmiş kimselerin eline terk edilecek kadar da çok değil!
Ha, yok! Cehaletten değilse bu vaziyet, o zaman hainlikten. O zaman nefretten.
Bir Tarihçi olarak ihtar ediyorum: Bu zalimlerin elinden kurtarın Osmanlı mirasını…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder