KAÇ YILINA GİRİYORUZ ŞİMDİ TAM OLARAK?

 

Bizden şöyle böyle üç bin yıl önce bu topraklarda yaşamış ve epeyce iz bırakmış olan Hitit imparatorluğunda çok tanrılı bir dine inanılırdı. Güneşten şimşeğe, denizden fırtınaya hayatı komuta eden hemen her şeyi tanrı saymışlardı. Öyle çoktu ki bu tanrılar, Hititler ülkelerine Bin Tanrı İli adını takmışlardı. Herkesin birer tanrısı olabileceği gibi elbette her kralın da koruyucu birer tanrısı vardı. Mesela II. Murşili’nin koruyucu tanrısı Arina yani güneş tanrıçasıydı. Ya da II. Muvattali’ninki şimşek ve fırtına tanrısı olan Aranzah idi. Bir başka meşhur kral olan III. Hattuşili ise tanrıça İştar’ı kendine koruyucu seçmişti. Bu tanrıların kralları güvende, sağ ve salim tuttuğuna inanılırdı.

Ancak eğer kralın tebaası tanrıları kızdıracak birtakım işlere el atarsa, tanrının tabiri caizse mal sahibine dönüp, doğrudan kralı cezalandıracağına inanılırdı. Yüce şahsiyet kral fena işler yapacak değil elbet. Öyle pis günahları olsa olsa çapulcu halk işler, değil mi? Dolayısıyla Hitit kralları, asfalyaları atmış koruyucu tanrının kendisine “hele gel bakalım kral efendi, bu seninkiler ne ayak?” diyeceği endişesine düşerek, olmadık antikalıklar yaparlardı.  

Tanrısının gazabından tırsan kral, uğursuz alâmetler geçene kadar kendi yerine bir insan ya da hayvan tayin ederdi. Atanan kral naibi hayvansa, öfkeli tanrı kurbanı kolayca görebilsin diye garibanı alıp yüksek bir tepeye çıkarırlardı. Tanrıları gazapla dehşetle falan da yormayan Hititler, kralı temsil eden kurbanı kendileri kesip sonra da yakarlar, böylelikle krallarının pek kıymetli canını da kurtarmış olurlardı.

Söz konusu günah biraz okkalıysa koyun koç kurtarmaz! Bu durumda savaş esirlerinden biri kralın yerine geçirilir, kendisine tacıyla âsâsıyla tam tekmil kral kıyafetleri giydirilir ve uğursuz alâmetler geçene kadar hakiki kral saraydan uzaklaşırdı. Kral yapılan esir de “n’oldu ya? bunlar beni zindandan çıkarıp tahta oturttu” diyene kadar tanrıların gazabı geçerse esirin canı bağışlanır, ülkesine dönmesi için azat edilirdi. Ortalık yatışınca esas kral da makamına dönerdi.

***

Hattuşa adındaki Hitit başkentinde, azametli sarayında oturan kral efendi hangi akla hizmet bu yollara saptı, Anadolu’nun has evladı yüz binlerce Hititli bu martavallara nasıl inandı, bilmem. Bildiğim tek şey aradan geçen üç bin yılda sadece aktörlerin adı değişti, hikâye aynen tekrar tekrar yaşanıyor, hâlâ tanrıların gözüne boya üstüne boya çalışınıyor. Nasıl mı?

Bilim insanları onlarca yıldır bağırıyor:

Büyük bir deprem olacak. Fay hattına bina yapmayın. Yapıları sağlam inşa edin. Toplanma alanlarını koruyun, hatta genişletin.

Kuraklık başlamak üzere. Su kaynaklarını koruyun. Yüksek binalar ve büyük otoyollar yapmayın. Nüfus artışını azaltın.

Salgın kapıda. Kentlerde çok fazla insan birikiyor. Nüfus yoğunlaşmasının önüne geçin. Onlarca milyon insanın küçük bir kente doluşması riskli.

Peki biz ne yapıyoruz? Tanrıları aldatıyoruz.

Beş karıştan büyük her yeşil alana bina dikiyoruz. İki kalas üç tuğla apartmanlar mikrop gibi ürüyor. Su havzalarına villa siteleri, ana cadde boylarına gökdelenler, sahillere devasa oteller, alışveriş merkezleri inşa ediyoruz. Uzun yıllardır İstanbul hapşırınca Türkiye hasta oluyor ama üretimi, medeni yaşamı, iş imkânlarını Anadolu’ya yaymak kimsenin aklına gelmiyor. Aksine, kent merkezinden taşraya on kilometre çıktın mı internet hızı bile yarıya iniyor.

Hâlimize bakılırsa bu yılbaşı MÖ. 1320 yılı bitiyor, bir sonraki yıla giriyoruz. Tabiatın emrettiğini es geçmeye, daima ve sadece işimize geleni yapmaya ant içmişiz. Burnumuz maskenin dışında, hıncahınç çarşılarda aylak aylak dolanıyoruz. Tek çabamız, öfkeli tanrıların radarına giren yüce kralımız Şuppiluliuma’yı kurtarmak.

Biz?

Yahu biz üç bin yıldır öle kala yaşıyoruz işte buralarda. Yeni yılda da bir çaresine nasılsa bakarız. 


Bu yazı daha önce Kılavuz Kirpi 'de yayımlanmıştır.