İnsan şükretmekten utanır mı? Ben utanıyorum.
Şu facia ikliminde utana sıkıla, zihnimden çarçabuk
kovalamaya çalıştığım ama bir an için içimi ferahlattığını kabullendiğim
seçimler, yaşanmışlıklar var. Hayat gerçekten film şeridi gibi gözlerimin
önünden geçiyor. Ölüm bu kadar yakınken ve belki ensemden tutup karanlık
çukuruna atacakken, neden "neyse ki" dediğimi yazmak, kalbimi açmak
istedim.
Yürekte saklanması âdet olanları yazıp bırakmamın amacı ne?
Eski kederlere sevinmek nasıl mümkün olur?
Anlatmam lazım çünkü belki birileri ıskalamıştır bu tuhaf
tezatı. Acıyı bal eyleyen bu kültür, belki acının bala zaman ile dönüştüğünü
unutmuştur, betonlar arasında yaşarken… Ve belki bir faydam dokunur,
birilerinin içine bir an olsun ferahlık gelir. Naiflikse naifim, evet. Doğada hiçbir canlının
kendisi için var olmadığına, her organizmanın bir başkasının varlığı için
olduğuna ikna olmuşum bir kere… Dönüşü yok. Faydalı olacağım, işte o kadar! 😊
Bir zaman vardı, otuzlu yaşlarımın hemen başı... Anne olmayı
çok istedim. O derece ki, bebek bezi reklamında çocuğu kucaklayan anne
rolündeki akranlarımı görünce gözümden sağanak gibi gözyaşı boşalırdı. Birkaç sene
sürdü, aklımla iç güdülerimin kıyıcı savaşı. Sanırım çektiğim en büyük acıydı. İçim,
ilkel benliğim ne pahasına olursa olsun doğurmaya itiyordu. Ama o can yongasına
zor bir hayat biçmek hiç hakkaniyetli olmayacaktı. Biz çok mutluyduk da bu
cennet iki kişilikti, biliyordum. Bedensel ya da sosyal hiçbir engelim
olmamasına rağmen, içgüdülerimi döve döve, üretme dürtüsünü kıya kıya aklımı
galip getirdim. Ve şimdi utanarak diyorum ki; iyi ki evladım yok. İyi ki
canımdan ulu bir canın hayatta kalmasına dertlenmiyorum. Belki evladımı evde
tutmayı, onu bu sırat köprüsünden sağ ve salim geçirmeyi beceremeyecektim,
kim bilir…
Ölenleri, göçüp gidenleri düşünüyorum sonra. Garipsesem de şükrediyorum
ölmelerine. Çünkü çok şükür ölmüşler de bu azaba, bu korkuya maruz kalmamışlar.
Bir de onların iç titremesini dindirmekle uğraşmadığıma bencilce şükrediyorum. Nietzsche’nin
dediği gibi: İnsanca, pek insanca bu bencillik. Her birinin hak ettiği yerde
olduğuna eminim ayrıca. Ve iyisiyle kötüsüyle, bulundukları yerin şimdi burada yaşamaktan
daha evlâ
olduğuna şüphem yok.
Bazılarını hayatımdan attığıma da şükrediyorum. Zamanla kısalan
arkadaş listesi artık çok güzel görünüyor. Netameli, maraz, daima kendini merkeze
alan nicelerini sepetlemişim, oh! Zaten salgın olmasa da gücüm yokmuş, böyle
lüzumsuzlara günler haftalar vermeye.
Bir amacı daha var, bu iç dökme girişiminin. İleriki hayata,
eğer ömrün bundan sonra çıkacak yeni bir “sezonu” daha varsa, ona not düşmek
istiyorum.
Not düşeyim ki başıma yeni bir keder üşüştüğünde bileyim:
Belki bir gün gelecek, neyse ki o gün o kadar üzülmüşüm, neyse ki o olaya o
kadar dertlenmişim diyeceğim. Zira eksiklik, yoksunluk, haksızlık diye kayda
geçtiklerim, bu sıfatları bir zaman yitirecek. Belki “ah olmadı” dediklerim gün
gelecek “iyi ki olmamış”a evrilecek. Şuraya yazayım da unutmayayım kabilinden.
Belki gün gelecek “salgın olmasaydı şunu göremezdim” de diyeceğiz.
Her şerde bir hayır arama testinden geçiyoruz ne olsa.
Son söz, bir hikâye. Beni epey hayal kırıklığına uğratmış
eski bir dosttan dinlemiştim. Geriye işe yarar bir bilgi bırakacak kadar
hayırlıymış neyse ki. Evet, yediğim kazıklara da şükrettim. 😊
Bir gün, dehşetli bir kar fırtınasının ortasında, küçük bir
kuş daldan düşmüş. Yerde çaresiz titrerken yanına gelen biri, kuşu, taze ve
sıcak bir tezek öbeğinin içine sokmuş. Kuş hiddetlenmiş, cik cik ötmeye başlamış:
Şu adama bak, bana yardım edeceğine boka batırıyor. Kuşun ötüşünü duyan bir
kurt hemen gelmiş, kuşu tezekten çıkarıp suya sokmuş. Kuş tam da “ah ne iyi
yürekli bir kurt, beni pislikten kurtardı” diye düşünürken kurt kuşu lüp diye
yutmuş.
Özet?
Bil ki seni her boka sokan düşmanın, her boktan çıkaran
dostun değildir.