Dolmabahçe Sarayı’na hep okul gezisiyle
gittiğimden, dünkü turu ilk ziyaret saysam yeridir. Zira neredeyse 8 -
10 defa gittiğim saray, ilk kez gözüme görünür oldu.
Geziye giden bir öğretmen için baktığı her
yer çocuk başıdır ve on dakikada bir o başları saymak en önemli
faaliyettir. Bu yüzden Gelibolu’da ya da Topkapı Sarayı’nda olmak
birbirinden farksızdır. Okul gezisi demek tehlike demek, tedbir, temkin
demek.
Belki bu yüzden, belki sebep olduğu ağır
maddi yük nedeniyle ama muhtemelen en çok da Atatürk’ün var iken yok
olduğu mekan olmasından dolayı, Dolmabahçe daima canımı sıkmıştır.
Önünden geçerken bile ruhen ekşir, içten içe “pfff”ırdarım.
Ama dünkü geziden sonra binanın yaydığı
kasvetten ebediyyen kurtulmuş bulunuyorum. “Seni yeneceğim Dolmabahçe”
azmiyle girmedim elbet kapıdan, ancak çıkarken attığım her ağırbaşlı
hoca’nım adımına inat, görünmez bir velet dönüp dönüp dil çıkardı, nanik
yaptı, sarayın orasına burasına.
Nasıl oldu da o çirkin binanın üstüme saldığı uğursuz efsun dağıldı?
Anladım ki saray korkak. Korkak bir
organizmanın karşıdakini ürkütmesi, bunaltması mümkün değil. O derece
korkak ki, hiçbir ziyaretçiyi içeri hür başına almıyorlar. Saray
insanlardan korkuyor.
Belli saatte Türkçe veya İngilizce olarak
yapılacak rehberli tur için kapıda tıkış tepiş olunuyor, ayaklara galoş
geçiriliyor. Türk sporlarından kapıda yığılma ve ilk geçen olma
müsabakaları sessiz bir anlaşma ile burada da yapıldı. Bir ben bir de
6-7 yaşlarında iki yakışıklı, oyunbozanlık edip kenardaki sıralara
oturarak dipdibe yığılma eylemini protesto ettik.
Rehberimiz gençten, akça pakça bir delikanlı.
Ezberini -maaşallah- sular seller gibi yapmış. Her gün birkaç defa aynı
lakırdıları papağanlamaktan rahatsız görünmüyor. Hatta pek memnun, bize
“uyulması gereken kurallar”ı zikrederken. Birinci kural, fotoğraf, film
çekmek yasssssak. Sonra parkelere basmak da yassssak. Dokunmak, zinhar!
Yedi büyük günahtan biri.
Kimse beni sürü güdüsüne kaptırmasın,
itiştirmesin diye en arkada kalmaya karar veriyorum. Zira kafilenin
kemik yaşı ile akıl yaşının birbirini tuttuğundan emin değilim. Rehberin
söylediklerini yüksek sesle kendine tekrarlayanlar var. Neme lazım.
Bahçeye girerken gözüm saat kulesine
takılmıştı. Karaköy tarafındaki saat doğru zamanı gösterirken, deniz
tarafındaki 15 dakika ileriydi. Maksat martıları kandırmak herhalde diye
düşünüp, şimdi içeride kimleri nelerle kandıracakları merakıyla
tebessüm ettim.
Tur iki bölümden oluşuyor. Selamlık kısmını
45 dakikada katediyor, her iki katı da teferruatlı dolaşıyorsunuz.
Burası bitince deniz tarafından bahçeye geçiliyor ve bir L çizerek
Harem’e ulaşılıyor.
Harem’de ayrı bir rehber eşliğinde
olabildiğince Atatürk’ün izlerine vurgu yapılarak bir 35 - 40 dakika
daha dolaşılıyor. Dev avizeli meşhur muayede salonu Selamlıkta.
Atatürk’ün çalışma odası ve son yatağı ise Haremde.
Beylik lakırdıyla bezeli, gayet iç bayıcı
rehber repliklerinden bunalarak merak ettiğim birkaç hususu sordum.
Baştakilere yanıt aldım, sonuncu havada asılı kaldı. Gittiğinizde alın
onu salındığı yerden, lütfen.
Evvela tavan süslemelerinin hangi malzeme
üzerine yapıldığını sordum. Alçıymış. Ben ahşap sanırdım, şaşırdım. Bu
bilgi hemen bir soru daha yavruladı: 1,5 ila 4,5 ton ağırlıklarındaki bu
avizeleri ne taşıyor? Çatıda çelik kirişler varmış. Mantıklı. Ama kat
aralarında böyle güçlü taşıyıcılar olmasa gerek çünkü parke zemin öyle
bir titriyor ki attığımız her adımda kristal avize ve şamdanların (boyu
benden uzun) taşları şıngırdıyor. Yoo yooo depremde burada olmak
istemeyiz.
Muayede salonunda Selamlık gezisinin sonuna
gelmişken kafiledekilerden biri “binanın inşaatını kim yapmış?”
deyiverdi. Rehber delikanlının cevabı, bin yıllık manipülatif resmi
söylemi tekrarladı ve içinde bulunduğumuz şık salonu adeta çamura
buladı. Efendim, “Kayserlili hıristiyan yabancılar" yapmış.
Pardon?
Osmanlının en tumturaklı binalarını çizen ve inşa eden Balyan ailesi, bu ailenin seçkin üyesi ve Dolmabahçe’nin mimarı Garabet Balyan ne zaman ‘yabancı’ oldu? Ermeni demek neden bu kadar zor? Nasıl bir ‘kenarından dolaşıp kaçıverme’ tavrı bu?
Sinirim tepeme zıpladı. Yüksek sesle “Ermeni!
Ermeni!” dedim. Rehberimiz zehir yutmuş fare gibi sarardı ve telaşla şu
sözleri sıraladı: “Binanın yapımında en çok Kastamonulu işçiler
çalışmıştır. Halılarımız da Uşak ve Hereke’de dokunmuştur.” Pekala,
kendin kaşındın evlat. Gezi boyunca sıraladığın eciş bücüşlere karşı
kendimi tuttum, şimdi canını yakacağım.
Sordum: Bu devasa avizeler ilk yapıldığında muhakkak mum ve gaz ile çalışıyordu. Elektrik aksamını yapan kim?
El cevap: Avizeler İngiltere’de yaptırıldı (bak sen!). 1912 yılında sarayımıza elektrik, telefon hatları ve kalorifer tertibatı döşendi.
Israr: Onu sormuyorum. Avizeleri
elektrikle çalışacak hale getiren ustalar hangi memleketten? Türk olmasa
gerek. Zira elektrik yeni yeni geliyordu o devirde. Yetişmiş eleman
yoktur.
İki omzu yerde: Bilmiyorum.
Öğrenir umarım. En azından İstanbul’un elektrifikasyon tarihçesi hakkında şu makaleyi okuması
yerinde olur. Doğrusu ben de bilmiyorum, saray avizelerinin kim ya da
kimler tarafından elektriğe çevrildiğini. Ama meselenin akademik /
entelektüel bir merak uyandırdığı kesin. Genç hocalarımız çalışır
herhalde.
Harem kısmına geçiyoruz. Bu defa rehberimiz
kadın. Küçük bir kızken tiyatrocu olmak istemiş sanırım. Sakil bir
Othello tonlamasıyla konuşuyor, vurguları olmadık yerlerde.
Haremin zemini hasırla kaplı. Kurallar burada
da ilkokul 2. sınıf talebelerine hitap edercesine tekrarlanıyor. Bir
tek “hııı, cısss” eksik.
Üç katlı Haremin en belirgin özelliği bazı
odalarının Atatürk tarafından 1927 yılından itibaren kullanılmış olması.
Gezilenin bir Osmanlı sarayından ziyade Cumhurbaşkanlığı köşkü
zannedilmesi, bu yoğun ve samimi sevgiyle bezenmiş Atatürk öykülerinden
kaynaklanıyor. Buralı olmayanların kafası karışıyordur, eminim.
Samimi sevgi derken ironi yapmadım.
Atatürk’ün sağlığı kötüleyince, binaya giriş - çıkışı için 1937’de
yaptırılan asansörü anlatıp gösterirken rehberin sesi titredi mesela.
Üstüne iki orta yaşlı kadın ziyaretçinin
kafilenin gerisinden gelerek müfettişlik eden görevliye (sanırım avcuna
3-5 para sıkıştırarak) yasak olmasına rağmen Ata’nın son yatağı yanında
fotoğraf çektirmesi, kamerada çekilen fotoğrafa bakarken ah - vah
etmesi, bunun kanıtı.
Canım Atatürk. Hayallerimizdeki babaydı.
Sert, hep haklı, yol gösteren, emreden,
korkulan, dehşetle korkulan ama kanatları altındaki korunaklı
boşvermişlik nedeniyle pek çok sevdiğimiz babamız.
Babası akıllı olanların akla ihtiyacı yoktur ne de olsa ve salaklık büyük konfordur insanoğlu için…
Ne demiş İtilaf Devletleri, “ignorace is bliss”.
Aklımı kurcalıyor: Evdeki gardropta kaç tane
giysiniz var? Kaç ayakkabı? Kaç terlik? Çok, değil mi… Atatürk’ün kaç
giysisini biliyoruz, sergilenen? Nerede bu gardrop? Atatürk’ün üç beş
gömlek ve üniforma dışında kıyafeti yok mu yani? İçim ürpererek
hatırlıyorum: Vefatın hemen ardından Çankaya köşkündeki hususi eşyaları
apar topar ve yerlerde sürüklenerek traktöre doldurulup atılmış. Bunu,
hadisenin görgü tanığı bir devlet büyüğünün torunundan dinledim. Hep
tevatür olmasını dileyeceğim bir ayıp. Büyük ayıp.
Söylemeden geçemem: Ermeni asıllı ressam İvan
Ayvazovski’nin muhteşem tabloları asılı duvarlarda. Zonaro, Ussi,
Cheblowski ve daha ne sanat abideleri.
Bir not daha: Garip ama gerçek. Sarayın bahçesinde bir kabir var! Üstelik Taşkent’li, muhtemelen Özbek birine ait. İşte resmi:
Çerezler:
- Sarayın arazisinin deniz doldurularak yapıldığından hiç kimse bahsetmedi. Adı üstünde oysa…
- Türk kafile ile gezdim ama çevrede Endonezyalı, Rus, Alman, Cezayirli, Mısırlı, Çinli ve Finlandiyalı turistler gördüm. Girişteki turnike makinasına bileti sokmak lazımmış, ben barkod okutmaya çalışıyordum. İngiliz bir teyze imdadıma yetişti.
- Kafenin yemekleri çok kötü, çok! Soğuk döner, katmış patates. Tuvaletler temiz ama.
- Gayet fırlatma kediler var. Büyükler eteklerimde yuvarlanmak, küçükler koynuma girmek suretiyle ömrümü uzattı.
- Haremde valide sultan dairesinin girişinde bir çift sığır tablosu asılı. Pek abes olmuş doğrusu.
- Haremde sadece padişah ve valide sultan dairelerinin gün ışığı gören pencereleri var. Diğer odaların hepsinde pencereler bina içine, ya duvara ya karşıdaki dairenin camına bakıyor. Kadın kısmını “kapat”mak için harcanan enerjiyle… Neyse.
- Türksen ve öğretmensen gezi ücreti 5 TL. Yabancıysan, biz burada yabancıları sevmeyiz yavrum: 40 TL.
- Saat müzesini göremedim. Başbakanlık çalışma ofisine dair de bir iz yok. Haberlerde işitmesem orada öyle bir yer olduğu aklımın ucundan geçmezdi.
- Özellikle Harem kısmında kesif bir toz kokusu hakim. Tamam, müzedir, eskidir ama arada bir temizleseler günah yazılmaz.
- Sarayı kullanan altı padişahın portreleri yanında Kaiser Wilhelm’inki ne arıyor kuzum?
- Çınar ebadında manolya ağaçları var, bahçede. Çıkarken kulağıma “mayısta gelsene akıllım” diye fısıldadılar.